3 Aralık 2011 Cumartesi

ben kuşları severim sevmesine de

seni ben büyüttüm
avuçlarımda serçeli bir gök

kalkıp neyana yürüsen de
hiç önünden geçmediğin bir caddeyi keser çınar ağacı
böylece cumartesiler olur hayatımızda
böylece sesin gündüzleri gelir
ötelerden gelir incelerek gelir

- masanın üstünde durur meyve sepetleri
kalkıp neyana yürüsen de

mesela kasımlanır bütün aylar
sesinde çok ince bir tebessüm
diyelimki iyi değilsin günlerden de çarşamba

sana elbet bir kuş getiririm
kapatırsın gözleri
mehmet nejat

Bir Roman Tefrikası

I

Paspal otobüs durağına varana kadar ellerini ceplerinden çıkarmadı. Bu kısacık yol bir Lark yakıp yakmama tereddüdü içerisinde geçti. Virajın başında otobüsün görünmesiyle tereddüt sona erdi. Daha fazla üşüyesi yoktu Paspal’ın, sevindi. Otobüse binip arkaya doğru ilerledi. Bu ilerleyişe boş bir koltuk bulup oturma hissi eşlik etti. Boş koltuk bulamayan Paspal yolcuları hafifçe süzerek kimin daha erken inebileceğini tahmin etmeye çalıştı. Sol arka tekerin üzerinde oturan hafif kilolu, yarım kel, orta yaşlı adamın başına gelince durma hissini duydu. Durdu. Adamda Aksaray’da inecek tip vardı. Paspal kendini zeki hissetti, yanıldı. Aksaray’a gelince adam sanki sırf Paspal’a inat olsun der gibi inmedi. Aksaray’da önlerde birkaç koltuk boşalmıştı. Paspal az önce aldığı ufak yenilginin verdiği utangaçlıkla kendi üşengeçliğini yoğurup önlerdeki koltuklara gitmeyi istemedi. Olduğu yerde adamın inmesini bekleyecekti, adam inatsa Paspal daha inattı. Zaten öndeki koltuklar da hızla dolmuş, ayakta yeniden insanlar birikmişti. Burası İstanbul’du ve oturmak önemli bir lükstü.

Paspal asıl mesleği olmayan ama herkesle meslektaş çıkabilecek bir adamdı. Çevreye bakıldığında çok okumamış insanların yapabileceği ne meslek varsa çoğuna uzaktan yakından bir şekilde bulaşmıştı. Bu ara pazarda iç çamaşırı satıyordu mesela. Bundan önce Veysel’in marangozda takılmıştı bir süre, ondan da önce bir film setine getir götür işlerine bakar yeri gelince figüranlık yapardı, ondan da önce Beşiktaş’ta hemen iskelenin yanındaki ufak büfeye bakıyordu. Bu işler Paspal’ın bulaştığı ya da bulaşmak zorunda kaldığı işlerden sadece birkaçıydı. Bir işte tutunmak konusunda oldukça istikrarsızdı ama iş değiştirme konusunda oldukça istikrarlıydı. Ama Paspal’ın bu durumdan bir memnuniyetsizlik hissettiğine dair ortalıkta pek bir şey yoktu. Kendisi böyle olmasını istiyordu ve böyle oluyordu. Gelgelelim Paspal’ın okumamışlığına. Paspal aslında tam okumamış sayılmazdı. Mesela bundan bir 20 sene evvel olsaydı Paspal tam okumuş olurdu, 40 sene evvel olsaydı çok okumuş olurdu. Bugün için bir yarım okumuş olarak Paspal bir süper lise bitirdi. Biraz dil bilirdi yani, en azından bundan bir on sene öncesine kadar. Bundan bir 20 sene sonrasını düşünürsek Paspal kocaman bir hiç olarak bir süper lise mezunu olacak. Neyse ki işportacılık yapmak için diplomaya gerek yok.

Otobüs Bayrampaşa’ya girdi. Paspal hala aynı yerde, aynı adamın başında bekliyordu. Neredeyse otobüsteki herkes değişmişti. İnenler, binenler derken sırayla bütün koltuklar boşalmış ve tekrar dolmuştu. Paspal hala aynı yerindeydi. Sol arka tekerin üzerinde oturan adam Paspal’ı belki de tam olarak fark etmemişti ama Paspal bu adamı edindiği en büyük düşmanlardan biri olarak düşünmeye başlamıştı. Paspal’ın düğmeye basması gerekti ama Paspal yine bir tereddüt içerisine düştü. Adamın Aksaray’da inmemesi Paspal için bir gol yemek demekti, adamın Paspal’dan sonra inmesiyse bir hezimet! Paspal yanıldığını ve yenildiğini kabul etmeliydi ya da otobüsün son durağına kadar gidip, kesin bir zafer kazanıp tekrar aynı koltuğa oturup geri dönmeliydi. Paspal düşündü, Paspal tereddüt etti, Paspal yenildi. Aptal değildi Paspal ama yenilmişti. Paspal’ın içinden aptal olmak gelmişti oysa ki. Çoğu insan için basit detaylar, Paspal için büyük sorunlardı. Çoğu insan için büyük sorunlarsa Paspal için basit bir detay bile değildi. Tek başına uyuyan, tek başına bira içen ve bir işte devamlı olarak çalışma zorunluluğunu hissetmeyen bir adam olarak Paspal fikrinde insanlarla ilişkiler geliştirirdi. Mesela bu sol arka tekerin üzerinde oturan adam Paspal’ın hayat boyu düşmanıydı. Asla unutmazdı artık bu adamın yüzünü ve emindi bir daha karşılaşacaklarına. Hemen gömleğinin cebine atıp elini, Lark koydu ağzına bir tane. Çakmağı çıkardı, zor yanacağını düşündü, yanıldı. İlk seferde çektiği dumanı hemen dışarıya verdi. Önünden yürüyen adama doğru hızlandı:

“Fıraaat. Lan Fıraaaat!”

Adam üzerine alınmadı. Paspal hızlandı. Paspal bir kez daha bağırdı. Adam yine üzerine alınmadı. Paspal adamın omzuna dokundu, adam irkildi. Adam Paspal’ın suratına baktı. Biraz daha baktı. Belki tanıyamadım düşüncesiyle ilk söze giren olmak istemedi, Paspal’ın kendini tanıtmasını bekledi. Paspal utanmış gibi söze girdi:

“Pardon birader birine benzettim.” “Önemli değil.”

Paspal’ın Fırat sandığı adam bu sözden sonra hemen dönüp yürümeye devam ederken dediği sözün aksine art arda birkaç tane küfür salladı Paspal’a. Zaten küfür etmek pek sebep gerektiren bir şey değildi, ama kimi zaman çok büyük sonuçlar doğururdu. Paspal yürümedi, Lark’ı olduğu yerde içmeyi daha çok seviyordu. Uzun nefesler çekti. Paspal’ın Fırat sandığı adam Fırat değildi. Zaten Paspal’ın sanabileceği bir Fırat yoktu hayatında. Öylesineydi bu da. Tek başına uyuyan, tek başına bira içen ve bir işte devamlı olarak çalışma zorunluluğunu hissetmeyen bir adam olarak Paspal bunu bir oyun olarak görüyordu. Çok eğlendiğini düşünmüyordu ve elbette ki her oyun eğlendirmek zorunda değildi. Otobüsten inip hemen dükkana da gidebilirdi ama bu yaptığı bir ekstraydı ve Paspal ekstraları seviyordu. Büfeye yaklaştı, bir Lark istedi. Cebine atıp elini paralarını çıkardı. Beşlik verip oradan hemen uzaklaşabilirdi ama Paspal onluk verip para üstü almak istedi. Çünkü para üstü almak bir ekstraydı.

Bitmiş bir Lark’ı ezerek söndürmek bir saygısızlık gibiydi. Bir dosta kötü davranılmamalıydı, hatta dost olmasa da kötü olmayan kimseye kötü davranılmamalıydı. Paspal bunu iyi biliyordu. Bunun için yanında hep boş bir kola kutusu taşır ve bitmesi gereken Lark’ını bu kutularda biriktirir ve öyle çöpe atardı. En fazla iki gün dayanan bu kutular yüzünden Paspal bir kola bağımlısı olmasa da düzenli bir kola içicisi olmak zorunda kalmıştı. Çöplerden kola kutuları toplamak elbette ki hoşuna gitmiyordu. Paspal çarşıya girip az biraz tanıdığı insanlara başını eğme yoluyla selam vererek içerilere doğru ilerledi. Metin yerinde yoktu. Dükkanın çırağı elindeki telefonun tuşlarına heyecanla basarak dünyayla bağlantısını kesmiş gibiydi. Dudakları heyecanını açığa vuruyordu. Paspal bir cep telefonunun bir insanı ne kadar heyecanlandırabileceğini düşünerek çırağa yaklaştı. Çırak hala dükkana giren bir adamın farkında değildi. Paspal çırağın ensesine hafif bir şaplak indirdi. Bu çırak açısından pek hoş olmayan Paspal açısındansa hiçbir anlam ifade etmeyen saçma bir “ben geldim” deme şekliydi, kısmense bu bir şakaydı. İrkilen çırağın refleksi Paspal’ı nedense gülümsetti. Çırak üstü kapalı bir nefretle Paspal’a bakıyordu. Çırak Paspal’ın kim olduğunu pek bilmese de neden burada olduğunu ve ne soracağını ve bunun üstüne kendisinin ne cevap vereceğini çok iyi biliyordu. Yine de söze Paspal’ın girmesini bekledi. Paspal yüzündeki gülümsemeyi çekip dudaklarını açtı:

“Metin ?”

Çırak fikrinde az önce şekillendirdiği hayalin yaşanmaya başlamasının verdiği rahatlıkla bir patron edasıyla omuzlarını dikleştirdi ve az önce yediği şaplağın intikamını alır gibi hissetti. Halbuki bu Paspal’ın umurunda değildi. Aynı Paspal’ın sol arka tekerin üzerinde oturan adamın umurunda olmayışı gibi. Çoğu insan gibi çırak da boş kaleye attığı penaltının sevincini yaşıyordu. Paspal ise bazen boş kaleye bile atsan penaltıyı gole çeviremeyeceğini bilmenin verdiği tecrübeyle çırağa baktı. Bütün bu karşılıklı basit restleşmeler sadece birkaç saniye sürmüştü. Çırak Paspal’ı sallamadığını göstermek istercesine Metin’in masasında düzenlenmesine hiç de gerek olmayan ne varsa düzenlemeye başlayarak cevap verdi:

“Yemeğe çıktı on dakikaya gelir herhalde.”

Paspal hem Metin’i dışarıda karşılamak isteyerek hem de asıl olarak bir Lark vakti geçirmek amacıyla çarşının dışına doğru yürümeye koyuldu. Birbirlerine hayatlarındaki en eften püften başarılarını anlatarak yücelen insanların arasındaki bu yürüyüş sadece yirmi saniye kadar sürdü. Çarşıdakilerden biri geçen gün otobüse arka kapıdan binip akbili göndermediğinden bahsediyordu. Diğer bir tanesi alacaklılarını parası olmasına rağmen nasıl da güzel başından savmayı becerdiğini anlatıyordu. Paspal her ne kadar bunları önemsemese de dinlemeyi asla ihmal etmiyordu. Çünkü Paspal için asıl mesele tanımadığı insanların neler yaptığıydı.

Aradan geçen yarım saatin ardından Paspal elinde 2 büyük siyah poşetle çarşının dışına doğru adımını attı. Poşetlerin içinde kırmızı, siyah, beyaz renkte her bedenden dantelli, dantelsiz iç çamaşırları vardı. Malum, Paspal’ın asıl mesleği bu değildi. Zaten bir insanın asıl mesleğinin pazarda iç çamaşırı satmak olması garipti. Serbest bir meslek olarak adlandırmak daha yerindeydi. Bu işe Paspal pek de isteyerek başlamamıştı esasında. Kurduğu tezgah, sattığı çamaşırlar hep Emin’indi. Emin pek istemese de geçirmek zorunda kaldığı ameliyat yüzünden – ki bu ameliyat kendisine çarpan arabanın bir bacağını kendisinden ayırması sebebiyle gerçeklemiş bir ameliyattı – pazarda iç çamaşırı satmaya en azından bir süre ara vermek zorunda kalmıştı. Veysel’in yanında takılan Paspal içinse ilk bakışta hiç de çekiciliği olmayan bu iş arkadaşının durumu sebebiyle mecburi bir sevimlilik almak durumundaydı. Hem pazarda bir şeyler satan insanların havanın ışımasıyla birlikte kurmak zorunda oldukları tezgahın başında içtikleri çayın verdiği sıcaklık diğer çayların sıcaklıklarından çok farklıydı ve Paspal için de saçma da olsa bu da pazarda olmak için bir sebepti. Metin ve o garip bir şekilde telefona bakıp heyecanlanan çırakla tanışmasının asıl sebepleri bunlardı.

Paspal bir adamın peşinden yine zihninde o an canlanan bir ismi söyleyerek koşmak istedi fakat iki elindeki kötümser görünümlü poşetler onu bu fikrinden caydırdı. Poşetin birini yere koyup ağzına bir Lark attı. Lark’ı durduğu yerde içmeyi seven Paspal üşüdüğünden dolayı bu zevkinden de vazgeçmeliydi. Lark’ı kenarına yapıştırıcı sürmüş gibi ağzına sol çapraza bakacak şekilde yerleştirdi. Elleri dolu olduğundan Lark’ı bitene kadar oradan geri alamayacaktı. Çevredeki insanlara bakmaya ve onları mümkün olduğunca dinlemeye çalışarak yürümeye devam etti. Karşıt yönlere gittiği insanların ağızlarından çıkan kelimelerden sadece birkaçını yakalayabiliyor olsa da cümlelerde üç nokta konulmuş yerler bırakmak hoşuna gitmediğinden boşlukları kendisi tamamlıyor ve kendi tamamladığı cümleler üzerinden o insanlar hakkında fikirler ediniyordu. Gerçi soğuk havada insanlar dışarıda pek gezinmediğinden, Paspal kış mevsiminin en azından bu yönünü sevmiyordu. Yanından tam olarak genç gibi görünen ama pek de genç olmadığı kıyafetlerinden dolayı düşünülebilecek biri parça parça bir iki laf etti. Paspal birkaç saniye sonra bunun akşamları havanın erken kararmasıyla alakalı bir şeyler olduğunu zihninde tamamladı. Şimdi Paspal’ın bu gencin hayatı üzerine fikirler üretmesi gerekirdi ama Paspal bir zamandır hatırlamak istediği fakat her seferinde ucunu kaçırdığı bir anıya yaklaştığını hissetti. Kalbinde hafif bir hızlanma hissetti ve dudakları istemsiz olarak bir şeyler fısıldamaya başladı.

“Boynum dik sevgilim
Boynum dik
Boynum dik sevgilim
Lambalarınki eğik”

Paspal ellerindekileri yere bırakıp bir kenara çekildi. Az önce bir an önce elinden kaçıp kurtulmak istediği soğuğa kendi kendine teslim oldu. Soğuğun boynundan, paçalarından ve belinden hızla vücudunu sarması için kendisini adeta zorluyordu. Bunun aksine vücudunda kolay karşılaşılamayacak bir sıcaklık yükseliyordu. Paspal eski bir fotoğrafa bakar gibi eskimişliğiyle yüzleşti.

deli kızın türküsü III

Sana büyük caddelerin birinde rastlasam
Elimi uzatsam tutsam götürsem
Gözlerine baksam gözlerine konuşmasak
Anlasan

Elimi uzatsam tutamasam
Olanca sevgimi yalnızlığımı
Düşünsem hayır düşünmesem
Senin hiç haberin olmasa
Senin hiç haberin olmaz ki
Başlar biter kendi kendine o türkü

Yağmur yağar akasyalar ıslanır
Bulutlar uçuşur gecelerin
Ben yağmura deli buluta deli
Bir büyük oyun yaşamak dediğin
Beni ya sevmeli ya öldürmeli

Yitirmeli büyük yolların birinde ne varsa
Böcekler gibi başlamalı yeniden
Bu Allahsız bu yağmur işlemez karanlıkta
Yan garipliğine yürek yan
Gitti giden
gülten akın

Yazmak Üzerine

“Her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır.” ( Dostoyevski)

Yazı yazmayı – beden gücü gerektiren işleri dahil etmezsek – dünyadaki en yorucu işlerden biri olarak görüyorum. En kötüsü de dışarıdan bakıldığında çok kolay görünüyor olması. Ne zaman birisi çıkıp yazı yazmayı; şiiri, romanı, hikayeyi vs. hakir görüyor işte o zaman eline kalemle kağıdı tutuşturmak için can atıyorum. Çünkü eğer şiir söyleyebilme gibi bir yeteneğiniz yoksa, bu iş, eline kalemi alıp beyaz kağıtla baş başa kalındığı an öyle bir değişiyor ki her bir kelime canlanıyor, alelacele bir şekilde sıralanıp sabırsızca birbirlerinin yerine geçmeyi planlıyorlar. Ya da yazar birdenbire beyninde harekete geçmiş kelimeler, bağlaçlar, edatlar vs. olduğunu düşünmeye başlıyor. ( Herkes için böyle olmayabilir tabi hatta sadece benim için böyle oluyor da olabilir ama kalem ve kağıt benim elimde olduğuna göre ey sen okur ya yazının devamını okuma ya da bana itimat et! )

Yazmanın tadını alan insan, yazdıkça kendisini anlamsız bir şekilde değerli hissetmeye başlıyor. Çünkü yazmak kağıtta kendi istediğiniz dünyayı yaratmanız olanağını veriyor. Herkes yazdıklarının bir nevi tanrısı oluyor bir noktadan sonra yazma işi insanı kendi yarattıklarının esiri yapıyor. Yazdıkça daha çok yazıyor insan ve her an – yolda, okulda, işte, yatmadan önce, tam yatarken, yemek yerken vs. – yeni karakterler düşünmeye başlıyor.

“Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz, yazı hariç” diyor Orhan Pamuk. Bu dediğini “Tanrı yarattıklarıyla oynayıp akıl karıştırır, ben karakterlerimle oynayıp akıl karıştırırım.” diye yorumlayamaz mıyız? Bence yorumlarız.

Bu şaşırtma isteği ya da karakterle oyun oynama isteği makul bulunabilir. Ama nesir için en büyük sorun “konu dışına çıkmak”tır

bence. (Onun bir kardeşi olsa, kardeşinin sevdiği bir kız olsun, kızı aslında sadece bir kere görmüş olsun. Bir dakika ne anlatmaya çalışıyorum ben!) Zaten Lord Byron da hemen yetişmiş bana ve “tek kusurum varsa o da konu haricine çıkmaktır.” demiş. Lord Byron yazarken kendisini tanrılaştıranlardan sanırım!

Yazının en önemli özelliklerinden biri de yazarın üslubudur. Nev-i şahsına münhasır bir üsluba sahip olmak ise bir yazarı en çok düşündüren, sıkan konulardan biridir. Çünkü yazarın kendine has bir üslubu yoksa, sadece kendisinin ve karakterlerinin saygı duyduğu birinden öteye gidemez. Üslubu olmayan yazar kendisinin tanrı(!)sı olur ve diğerlerinden farklı olmayan tanrı olmaz. Üslubun ise oluşması tamamıyla çalışmayla alakalıdır. Başlangıçta bütün yazarlar kendilerinden önceki yazarları bilerek yahut bilmeyerek taklit ederler. İmdadıma yetişen Tahir’ül Mevlevi bakın ne demiş:

“Yazı yazmak, mutlaka yazılmış yazıları taklit etmekle başlar. Bu tabii bir haldir. Çocuklar da başkalarını taklitle söze başlamazlar mı?”

Şimdiye kadar ne okudunuz hemen tekrar edeyim! Yazı yazmanın oldukça zor bir şey olduğunu, yazmanın tadını alan insanın içinde oluşan kibri, bu kibrin insanı konu dışına sürüklemesini ve oradan oraya sürüklenen yazarın okur tarafından saygı bekleyebilmesi için mutlaka bir üsluba sahip olması gerekliliği… Ve şimdi en önemli noktaya geldik. Diyelim ki bir yazar var ve o yazar; yazı yazmanın tadını almış, kibrini fark etmiş ve onu kontrol altında tutabiliyor, müthiş bir üslup kullanıyor. İşte en önemli nokta: Bu yazar ne anlatıyor? Bu noktada yazar anlatmak istediği konuyu iyi bilmeli, hitap ettiği kesimi göz ardı etmemelidir. Ya da Coleridge’nin şu paragrafından dersler çıkarmalıdır.

“Evet! (dedi keyiflenen okuyucu) işte bu zekice, işte bu deha. İşte bunu anlıyor ve hayran oluyorum buna. Tam aynı şeyi ben de yüzlerce kez düşünmüştüm. Başka deyişle bu adam bana kendi zekamı hatırlattı ve ona hayranlık duyuyorum.”

Peki bu kadar şey yazdıktan sonra bir çıkar da “ben kendime yazıyorum, kendim yazıp kendim okuyorum” ya da “madem öyle Kafka neden yazdıklarını yaktırmak istedi” derse senin bütün tanrılık hikayelerin çöp oldu diyenler olacaktır. Onlar bir daha düşünsünler.

r.

öldüğünü sandığımız akarsular için yalancı ağıt

balıkların masum olduğunu biliyorum
bu yüzden yüzmeli insanlar diyorum
bebeklerin yüzebildiğini de biliyorum

bir kahvehane müdaviminin suçu sanılmasın
pazar kahvaltılarının da
simitçilerin de suçu sanılmasın

ben uyurken ölmeyi planlıyorum
hazırlıksız yakalanmamak için ölüme
seda intihar edebileceğinden bahsediyor
ayırt edemediğinden ikisini pek

uyumak fena çalıyor ölüme
uyumak en iyi hazırlıktır ölüme

kazım vardı bir de
naftalin sıkıştırılmış mezarına
onun da suçu sanılmasın

memet

Rıfat’ın Bir Türlü Anlatılamayan Öyküsü

İnsanları bu halde görünce, bu şehre daha önce hiç yağmur yağmadığını düşündüm. Fakat şu şemsiyesi bozulan kadın ?

( - İsmi Zeynep’ti ve esmerdi. Bu şehirdeki son günüydü, saat 22:00 için sol arka cebinde bir tiren bileti vardı, salı gecesi kapısı telaşla dövülünce birden uyanacaktı. ) Ellerini şapkasına götürüp kalabalığa kaşlarını gösterdi, biraz da yağan yağmurun etkisiyle hızlı hızlı adımlarla yoluna devam etti. Onu gözden kaybettiğime üzülmedim, aklımda yeni bir hikaye vardı ve ben hiçbir kadının bu hikayeyi yazmamı engellemesine izin veremezdim.

Tünele dek yürüdükten sonra yine kendimi kule dibinde buldum. Yağmur ıslanmış insanların üzerine çekinerek düşüyordu.

- Yediye yirmi var.

- Teşekkür ederim.

Yarın cumartesiydi, bugün kasımın onbiri “yağmur her zaman güzeldir.” demişti bana, ama ben şimdi onun değil… ( Yeşil gözlüydü, yer yer kıvrılan saçları ağzının kenarında oluşan çizgiyle uyuşuyor, gelecek seneki pazar günleri için arka balkonunda menekşeler suluyordu. Şehre yağmur yağmasını severdi. Tanımadığı insanlarla konuşmazdı pek. )

- Ben şimdi onun değil, Rıfat’ın hikayesini anlatacağım. Yaşının 20 olduğunu öğrendiğimde, içimdeki şaşkınlığı onu tanıyan birini bulabilmek için iki gün beklettim.

- Sahi mi ?

- Tabi. Ben de çok şaşırdım.

Bir süre sustuktan sonra “Demek adı Rıfat’mış.” diye girişti söze. Elimle ateş istedikten sonra “Hem de günde oniki – onüç bira içmeden uyuyamıyormuş” diyerek sigaramı yaktım. Dışarıdaki serinliğe rağmen etraf kalabalıktı. Her şey olağan bir Pazar gününü anlatıyordu, gökyüzü şehrin bu mevsimini tanıyanlar için pek de yabancı sayılmazdı. ( Birkaç gündür uyandıktan sonra baş ağrısı çekiyordum. ) Rıfat’tan konuşmayı bıraktık. Oysa henüz anlatacaklarım bitmemişti. Eğer o konuşma burada bitmeseydi, belki de bu hikayeyi anlatmaya hiç başlayamayacaktım.

Yanıma gelmek için hareketlendiğinde elimi cebime götürüp, bozuk para aradım. Rıfat yanıma gelip sessizce oturdu, utancımdan elimi cebimden çıkaramadım bir süre, bu utanç benden sigara istemesiyle son buldu. İkimiz de sigara içiyorduk. Akşamdı, bir adam kediyle oyalanan çocuğunu izliyordu.

- Ateşinizi rica edebilir miyim ? Teşekkür ederim.

- Adı ne bu keratanın ?

Adam sigarasını ağzına götürürken çocuğun isminin Lemi olduğunu öğrendim kedi birden üzerine hareketlenince. Rıfat Lemi ile meşguldü, ben adamla konuşuyordum. Almanya’da yaşıyormuş, tiyatrosu varmış, Lemi 4 yaşındaymış, bir de karısı Fransız’mış. ( Ne kadar da güzeldir Lemi’nin gözlerine adamın esmerliğine bakılırsa. ) Çok çalışmanın insanda bıraktığı izlerden bahsetti bir süre, eve geç gelişlerinden, uykusuzluğundan, karısıyla bir akşam yemeği bile yiyemeyişinden. ( şimdi eminim karısı epey güzel.)

Rıfat’a döndüğümde mavi gözleri yarım yarım okşuyordu önündeki çocuğu, o an iyi bir ressam olsam sanki her şey daha olabilirmiş gibi geldi. Gülümsedim. Akşam şehrin üstüne kendini hiç fark ettirmeden örtüldü, eski bir an olması için yeni fotoğraflar çekiliyordu birer ikişer. Adam birasını bitirmiş Lemi’ye bir türlü iyi geceler dedirtemeyerek yanımızdan memnun bir ifadeyle ayrılmıştı.

Bir sigara daha yaktık. Rıfat bana bir şeyler anlatıyor sesi ötemizden gelen şu acayip müzikle, yere düşermiş gibi bana çarpıp kırılıyordu. Müzik bittiğinde bir kadından bahsettiğini hemen anladım, kendisine bir iş verecekmiş, belki bir daha burada göremeyecekmişim Rıfat’ı. Bunu başında pek önemsemedim hatta sigaram bittiğinde, Rıfat’ın elini sıkarak yanından uzaklaştım. Artık yalnızdım ve yürüyordum Tüm bunları düşünürken yağmur iyice susmuştu, yerlerdeki su birikintileri de olmasa yarım saat önce bu şehirde herkesin şemsiyelerle hızlı hızlı yürüdüklerine bazıları inanmayacaktı.

Artık size Rıfat’ın hikayesini anlatabilirim.. Kapının sesiyle birden uyandı.

- Kim o ?

- Ben, Rıfat...

mehmet nejat

büyümek gibi / bir gün

çünkü şimdi geride kalan her şeye
bir şarkı gibi bakabilirsin
( usulca bir akşama ve kaldırım taşlarına )

çünkü şimdi bir gök bulutlu gibi gelir peşinden

bir yerlerde yağmurlar varmış - bahsetme
uslandır beni
büyük meydanlardan
tiren ıstasyonlarından
ellerim ceplerimde dönmekten sevdalardan

- çünkü bu sokak güzeldir
denize çıkar artık bilirsin

benimde uzar saçlarım elbet yeniden sevmeye
mehmet nejat

ihtimal

sen kendine bir intihar buluyorsun
yollarımızın tam kesişeceği sırada
yolun kendiliğinden son buluyor
ve ben uzun zamandır
olmayan bir yola girmeye çalışıyorum

ve bununla da kalmıyor
ileri geri konuşuyorlar az yanımızda
terzilerden, yastık kılıflarından ve çarşaflarımızdan
bizim olan yastık kılıflarından ve çarşaflardan
eskiden bizim olan
ve ben ne söylersem söyleyeyim
ellerin bir iğneden farksızlar

bununla da kalmıyor tabi
garson rakımın rengini değiştirmeden durduruyorum
bir gezegen göçünün başlangıcındayız çünkü
güneşin ötesi ya da berisi farksız
aramızda bir dünyadan daha fazlası

bununla da kalmıyor elbet
bir iklim değişiminin tanıkları olarak orada
orası yani bir ülke
mandalinaların, portakalların ve bütün turunçgillerin cirit attığı
yalnız bir iklimli bir ülke
artık sen olmadığım bir zamanın iklimine dönüyorsun

ya da hepsini unutmalı
sen kendine bir intihar buluyorsun
seni öldürecek intihar kendini vuruyor

memet