11 Şubat 2014 Salı

şubat 2014 / 9

sana doğum gününde çiçekli 
masa örtüleri alacağım
                                       
dünyamız vay başımıza yıkılacak
ciddiyim bir sancı olarak görmüyorum bunu
huylanırım çünkü dilimdeki nuh'tan
seni bir ormanda saklayamıyorsam eğer
nolur bana tüfengimi ver
gidip gür bir sesle bağırmalıyım

sana ne söylesem de hatırlasan
bir adamın elinde tavus kuşuyla
caddeleri gezdiği filmi
yüzünü
hemen öyle eğme
biliyorum ecza depolarında uyandığını şehrin
öfkeyle söylenmiş bir söz gibi
ağrılarımıza denktir diye içtiğimiz su
gider her bir bardağa küfrederim

nolur bana tüfengimi ver
sana incinen yerlerimi göstereyim
bu ıvırlar bu zıvırlar eğreti duruyor hıncımda
şu ki
ağzının neresinde dağlanıyor gülmek
yürümek iyi gelmiyor bana
başım dönüyor doğuruluyorum

bir çocuğu omuzundan sarsıp sorsam
peşimde bir cümbüş bıraktım mı ben

mehmet nejat

Barış


          
     Tanrı’ya inanmıyorum ama bunun Allah’la bir alakası yok. Bunun sadece ama sadece bir adamla alakası var. O adam da Kutay Gündem Alan. Yani babam. Kendi günahlarını benim üzerimden temize çekmeye çalışan bu adam esnafın arasında sırıtmamak için Ramazan’da lokantayı açmaz, yalnızca cemaatle kılınan namazlara giderdi. Abdest aldığını pek sanmam, oruç tutmadığını zaten biliyorum. Bütün bunlar beni şimdi hiç ilgilendirmez ama o zamanlar bazı geceler hiç, bazı geceler eve geç gelip anneme çamaşır makinesi ve bana tetris olarak dönmesi gereken paraları metresine yedirdiği için beni ilgilendiriyordu. Annem ağlıyor, o ağladıkça tetris ve metres kelimeleri birbirlerine yaklaşıyordu. Ben lise çağlarıma kadar metresi, memelerinin arasında para elindeyse tetris olan bir kadın olarak tasvir ettim.
            
    Bütün bunlar babamı kötü bir adam yapmaya elbette yetiyordu ama onun asıl kötülüğü ben iki taşın arasından topu geçirip üç kornerin ardından atacağım penaltının hayaliyle yanarken ve daha kötüsü tüm mahalle arkadaşlarım bu hayale kavuşurken beni Kuran kursuna yollamasıydı. Evet, bir çocuğu asla arkadaşlarıyla birlikte gerçekleştirebileceği bir hayalden mahrum bırakmamalısınız. Eğer bırakırsanız ömürlük bir düşman kazanmayı da göze almalısınız. Babamın bunun farkında olduğunu sanmıyorum ama göze aldığına eminim. Sonuçta liseyi terk edene kadar derslerim, attığım ve yediğim dayaklar yüzünden babamdan şamar yemiş bir adamım. Dayak atmayı çocukluğumdan beri bu yüzden çok seviyorum çünkü dayak attığımda yalnızca bir kere dayak yiyorum.
             
   Kurs bana çok şeyler kattı. Şimdi unutmuş olsam da Latin Alfabesi’nden önce öğrendiğim Arap Alfabesi, onlarca ezberlenmiş sure ve duanın yanı sıra yanağının yalnızca sağ tarafında gamzesi ve benimkinin neredeyse iki katı olan burnuyla her gün benden önce kursa gelen bir çocuk: İsmail. Burnu sonraları daha da büyüyecek olsa da diğer yanağında hiç gamze çıkmadı. Hayatı boyunca taşıyacağı kronik mutsuzluğun sebebinin bu olmasını çok isterdim ama tabi ki değil. Kore Savaşı’nda şehit olan hiç görmediği dedesi de değil. İçeriği benzer olmasa da benimkiyle aynı, babası. Eğer babası anayasal düzene karşı gelmeseydi, hadi madem geldi anayasal düzeni değiştirseydi, müebbet hapis yemeyecek, annesi pek muhtemel üvey bir babayla evlenmeyecek, İsmail de babaannesiyle bir hayat yaşamak zorunda kalmayacaktı. Pek tabi babaanne şefkatinin yeri ayrıdır –sonuçta bunu hiç yaşayamamış olanlar da var- ama bir anne şefkati olmadığı kesin. İsmail ve baba şefkati konusuna ise hiç girmiyorum.
            
    İsmail’i ilk bana Fatiha’yı ezberlememe yardım ettiği için sevmiştim. Ki bu sevmelerim ilkiydi ve ardı arkası kesilmeyecekti. Maçta giymem için spor ayakkabılarını verdiğinde, önce benim sonra kendinin ödevini yaptığında, çikolatalı sütünün yarısını bana içirdiğinde zamanlarından başlayarak işe gitmediğim gün yerime gittiğinde, Neslihan’a alacağım kolyenin parasını verdiğinde zamanlarına kadar uzanacaktı. Okulda ve çıkışlarında zaten beraberdik ama bir zaman sonra artık geceleri de beraber olmaya başladık. Tabi ben, İsmail ve babaannesi.    
             
   Okuldan ayrılmaya ilk ben karar verdim ama İsmail’in peşimden gelmesi uzun sürmedi. Tabi ben çalışmak zorundayken o Türk Silahlı Kuvvetleri’nin artık kemiklerinin nerede olduğu belli olmayan bir adama verdiği maaş sayesinde yuvarlanıyordu. Her akşam üç bira içerken İsmail’in ayda bir görüştüğü babasını hapisten kaçırma planları yapıyorduk. Bunun üstüne onun üvey benim öz babamı bulabileceğimiz ilk mezara nasıl tıkabileceğimizi tartışıyorduk. Ben Neslihan’ı anlatırken o elbette ki susuyordu. Çirkin olmak değil ama sıradan olmak kötü bir şeydir. Çünkü kadınların ilgisini asla çekemezsiniz. Ben çirkin bir adamım ve en azından aradan sıyrılabiliyorum. Hem ağzım da laf yapar, bir kadını neresinden okşamaya başlamam gerektiğini bilirim. İsmail’se bu hikayedeki sıradan adamın ta kendisi. Gençliğimiz boyunca eli babaannesinden başka hiçbir kadının eline değmedi. Bence gerçekten komik olsalar da esprilerine benden başka kimse gülmedi. Keşke çirkin o, sıradan ben olsaydım ama yanlış gömlekleri en başından giymiştik.
            
    Bu şekilde planlarımızı uygulayamadan günler, aylar hatta yıllar geçmişti. İsmail’in babası hala hapisteydi, üvey babası da annesiyle. Ama plana uymasa da sonuca ulaşmış bir şekilde babam kalp yetmezliğinden bulduğu ilk mezara girmişti. Sağlığında kapısından gözleyemediğim lokanta bana kalmıştı. Piyangodan veya lotodan büyük bir para bulana kadar idare edeceğim dükkan bana kalmıştı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin parasını babaannenin temel ihtiyaçlarına ayırdıktan sonra lokantanın giderlerine harcıyor, sonra bütün ay o açığı kapatmak için çorba, pilav ve kuru fasulye pişiriyorduk. Hijyene önem versek de işçiler, memurlar ve öğrencilere kolaylık olsun diye indirdiğimiz fiyatlar aksi bir görüntü çiziyordu.
          
      Ve günlerden bir gün, İsmail’i, lokantayı, üç birayı ve Neslihan’ı ayıracak olan şey oldu. Belki de her şey mercimeği, pirinci ve fasulyeyi toptan aldığımız adamın beni borcumu ödemem için sıkıştırmasıyla başladı. Piyangodan hala para çıkmamış olması da bunları körüklemiş olabilir. Yemeklerini yedikten sonra hiçbir şey olmamış gibi kalkıp kapıya yönelen iki adama “Birader?” dememle başladı, arkalarını dönmeleriyle devam etti, bir tanesinin bana şamar atmasıyla hızlandı ve benim bıçağı sırayla saplamamla son buldu. İki dakika öncesinde hayat oldukça sıradanken, o an artık hayat bir film senaryosuna konu olabilecek hale döndü. Kaçılabilecek bir şey kalmadı elbette, adamlar meğer sivil polismiş, lokantada hesap ödemezlermiş gibi artık benim için teferruat haline gelen açıklamalardan bahsetmeme gerek yok sanırım. Polislerden biri hafif biri ağır yaralandı ama ikisi de ölmedi. Bense o gece, ondan sonraki gece ve çıkacağım ilk mahkemeye kadar her gün ve gece sürekli dayak yedim. En az 6-7 sene yatarım vardı ve ben yatmak istemiyordum. Salih Abi’yle konuştum, her şey ayarlandı, iki kişilik, Avusturya yolcusuyuz.
             
   Sen orada olsan da değişecek olana dur diyemezsin belki ama bunun en olmayacak zamanda ve sen yokken değişmesi bir tür cinayet. Ya da açık konuşacak olursak yatarımdan yırtmak için iki kişilik ayarladığım geri kalan hayat planı bir kevaşe dürtüklemesiyle dostum kardeşim İsmail tarafından mahvediliyordu. Şimdi tekrar kapalı konuşacak olursak Nazife İsmail’le benim Avusturya’da yaşayacağımız hayatı öldürüyordu.
           
     Ben içeriye girdim, tam 6 sene 4 ay 18 günlüğüne. İsmail Nazife’yle evlendi. Meğer Nazife hamile kalmış, adam çocuğu istememiş, çünkü adam evliymiş. Nazife de bir yerde barınabilmek için evlenmesi gerekmiş, evlenecek adam olarak da tabi bizimkini bulmuş. Bizimkinin neden, nasıl buna ikna oldu bilmiyorum. Muhtemelen yanlış gömlekleri giydiğimiz için. Ki artık nedenin nasılın hiçbir önemi yok.
            
    Okuduğum kitap sayısı kadar sigara paketi bitirerek 6 sene 4 ay 18 gün yattım ve çıktım. Geçenlerde bir gün Tophane taraflarındaki merdivenlerden Eminönü’nü gözlüyorum. Karşıdan karşıya geçen, büyük burunlu tek gamzeli bir adam gördüm. Önler açılmış, hafif kambur çıkmış ve saçlar kırarmış. İsmail ben ona bakarken hareket edemez. Ona baktım, o da bana baktı, hareket edemedi. Ortada metafiziksel bir olay yok. 12-13 yaşlarında bir gün karşıdan geliyordu yanında da inşaat, ben buna bakınca durdu, iki adım önüne tuğla düştü. Çok güldük, bundan sonra dedim ben sana bakınca dur, ben espri yaptım o ciddiye aldı. Hala daha demek ki ciddiye alıyor.
           
     Ne yapacağımı en çok bilemediğim anı o an yaşadım, İsmail’se dibime kadar geldi, sarıldı ve ağlamaya başladı. Bense ne ona sarılıyor ne kendimi geri çekebiliyordum. Yürümeye başladık sonra mahalleye doğru. Susuyorduk. İki insan konuşarak yürüyorlarsa ortada bir konuşma vardır ama iki insan susarak yürüyorlarsa ortada iki konuşma vardır. İsmail benle ne konuştu yol boyu bilmiyorum, bense sürekli “neden?” diye sordum.
              
  Ali Abi’nin kahvesi hala yerinde duruyor, kapıdaki masalardan birine oturup ben oralet söyledim İsmail soda. Bir anda heyecanla “Barış, dedi, eğer bir kadının peşinden gitmek varken bir adamın peşinden gitseydim, dedi, bana enayi derlerdi.” Galiba kendince mantıklı bir açıklama bulmuştu yaptığına. Az gülümsedim, yalnızca “Sen çok yanlış anlamışsın İsmail” dedim.
           
     Bir dosta değer verdiğini ne yaparak gösterebilirsin ki? Geri kalan hayatını ona göre planlayarak mı, malvarlığını onunla paylaşarak mı yoksa  maçta giymesi için ona spor ayakkabılarını vererek mi? Artık bu tip soruların hiçbirine cevap verebilecek durumda hissetmiyorum kendimi. İsmail’in suçlu olduğu kadar ben de bencilim, biliyorum.
             
   Ben bunları düşünürken Nazife kaldırımda göründü, kahvenin duvarına yaklaştı, önce bana bakışlarıyla vurdu, sonra “Hadi, dedi, hadi İsmail eve.”
           
     İsmail’e baktım.

mehmet meşe

Sarıl Bana



Bu yaşa geldim içimde bir çocuk hâlâ
Sevgiler bekliyor sürekli senden.
İnsanın bir yanı nedense hep eksik
Ve o eksiği tamamlayayım derken,
Var olan aşınıyor azar azar zamanla.

Anamın bıraktığı yerden sarıl bana.

Anılarım kar topluyor inceden,
Bir yorgan gibi geçmişimin üstüne.
Ama yine de unutuş değil bu,
Sızlatıyor sensizliği tersine.
Senin kim olduğunu bile bilmezken.

Sevgiden caydığım yerde darıl bana.


metin altıok

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim



                 Joanne Greenberg: hayatı ya da kişiliği hakkında çok fazla bilgi edinemediğimiz, yayınlandığı yıllarda oldukça ses getiren romanlarını takma isimle yazmış, 1932 doğumlu Amerikalı bir kadın yazar.  Eleştirmenler tarafından tam olarak kurgusallık içermediği için bazen roman kategorisinde değerlendirilmeyen, fakat bu tarafıyla ve bizzat yazarının geçirdiği bir ruh hastalığının vesikası olması sebebiyle psikologların incelediği, 1964'te yayınlanan, adı güzel kendi güzel kitabı: Sana Gül Bahçesi Vadetmedim.

  Çok basit olarak ifade etmek gerekirse Sana Gül Bahçesi Vadetmedim için 16 yaşındaki şizofren Deborah'ın hastalık ve tedavi sürecini anlatıyor denilip geçilebilir; ama bu kitabın psikolojik gerçekliğini ve derinliğini yadsımak olur sanırım. Çünkü kendine zarar vermeye başladığı için ailesini tarafından bir ruh hastalıkları hastanesine yatırılan genç Deborah, aslında Greenberg'in kendisidir ve kitabın merkezinde duran şizofreniyi bu kadar görünür kılan da bu biyografik temeldir. İlla bir kurgusal düzlem aranacaksa, geniş bir çerçevesi çizilip dünyadan kopuş/hastaneye giriş'le başlatılıp, hastaneden kopuş/ dünyada dönüş'le sonlandırılabilir metin. Ama çerçevenin içindeki asıl resim Deborah'ın zihni ve zihninde yarattığı karmaşadadır. Greenberg'ün ustalığı ve kitabın etkileyicilik dozu da burada yükselir. Deborah'ın düşüncelerinde gezmeye başladığımızda Greenberg'ün dili, şizofreni ya da herhangi bir ruh hastalığının zihin ve ruhtaki yansımasına dair çok az fikre sahip bir okuru bile hastalığın doğasına sokup gerçek manada allak bullak edebilecek kadar konuya hakimdir.

 Greenberg elbette kitabı bir şizofreni hastasının günlüğü olarak ele almamış yalnızca. Deborah'ın hastalığı hem psikolojinin bilim kısmına dokunuyor, hem de hayatın tam ortasına, “normal” kavramının üstüne düşüyor. Deborah'a şizofren etiketini yapıştıran kendi kafasında kurguladığı ve “Yr” adını verdiği dünyaya düşüp, mantıktan kopması ve bu kopuşla zaman zaman intihara kadar sürüklenmesidir. Hastalığın nasıl yükseldiğini, Deborah'ın diline ve tanrılarına kadar her ayrıntısını kendi elleriyle yarattığı zihnindeki bu dünyadan okurken, aslında onun gerçek dünyadan kopukluğunu, iletişimsizliğini, tutunamayışını görmüş oluruz. Greenberg bunu sert ve karmaşık bir şekilde yüzümüze çarpmakla kalmaz; bir şekilde Deborah'la empati kurmamıza da sebep olur. Onunla beraber biz de Yr'e düşer, oradan dünyaya çıkmaya çabalarız. Hastalıkla beraber arka planda devam eden tedavi süreciyle beraber bir kurtarıcı çıkar karşımıza: Dr. Fried. Deb'in deyimiyle “Furi”, onu çok ağır ilerleyen hatta bazen tümüyle gerileyen bir tedavi sürecinin içine sokar; bu anlamda onu dünyaya davet eder. Okur olarak kendini yemekhaneden çaldığı kibritlerle yakmaya çalışmasına tanık olduğumuz Deb'in iyileşmesini, normalleşmesini isterken Dr. Fried gibi sabırlıyızdır. Deborah'ı anlamaya başlayalı çok olmuştur; onu etraftan koparıp kendi içine çeken şeyleri, “bizi dört bir yandan saran , neredeyse kudurmuş bir dünya”nın bize dokunan taraflarını da buluyoruzdur onun uyumsuzluğunda. Biz “normal insanları” Deborah'tan ayıran şey de buradadır: kaçtığımız zihinsel sığınağın bir adı, sınırları olmaması ve istediğimizde gerçekliğe dönebilecek olmamız yalnızca. Deb, onu dünyaya katılmaya çağıran Dr. Fried'a dünyanın çirkinliği ve kendi güçsüzlüğünü göstererek itiraz ettiğindeyse Dr. Fried hepimize seslenir: “Bak, dinle beni, sana hiçbir zaman gül bahçesi vadetmedim ben. Hiçbir zaman kusursuz bir adalet vadetmedim, ve hiçbir zaman huzur ya da mutluluk da vadetmedim. Sana ancak bütün bunlarla savaşma özgürlüğüne kavuşmanda yardımcı olabilirim. Sana sunduğum tek gerçeklik: savaşım.”  

                Deborah'ın hastalığından sıyrılıp bakınca kitaba, onun dışındakileri; ailesini, çevreyi ve hastaneyi görürüz  - yani onun iyileşmesini “sofra adabını bilen ve bizim kararlaştırdığımız  geleceği kabullenen biri” olmasını bekleyenleri. Greenberg burada da, toplumun bir şekilde  “anormal” olarak nitelendirip ittirdiği insanları ve onların normalliğe inancını incelikli bir şekilde eleştirir: “ Gizliden gizliye düşünmenin dışında, kendilerini hiçbir zaman ayrıksı ya da tuhaf olarak nitelemeye cesaret edemeyen kişilere göre özgürlük çılgın, kaçık, çatlak, daha ciddi boyutlarda da deli, anormal, dengesiz ve aklını oynatmış biri olma özgürlüğüydü.


                Deb tam ucundan tutup tırmanacağı zaman hayata sırtını dönmüş bir kadındır, fakat anlamaya çalışırken henüz 16 yaşında kendisini delirtmeyi başaran dünyaya yüz çevirmiş, kendi diline ve kurallarına sahip bir evren kurgulayabilecek kadar güçlü bir dahi olarak da kitap boyunca hayranlık uyandırır.Bu hayranlığın bir kısmı da hastalığın nasıl anlatılacağını çok iyi bilen Greenberg'edir elbette. Satır satır “deli”yi anlatan, onu gerçekten anlamamız gerektiği biçimde anlatan kitap merhamet uyandırmaya çalışmaz, korkmamıza da sebep olmaz. Olsa olsa fazlasıyla rahatsız eder bizi ve ezberlediğimiz normal-anormal kavramlarını.

Şizofreniden yükselen, onun etrafında dolaşan, onunla yoğrulan bir hikayenin akıp gitmesi, bir solukta bitmesini beklemek fazla alıklık olur; Sana Gül Bahçesi Vadetmedim de kolaylık vadeden bir kitap değil. Başı ve sonu keskince çizilebilecek bir kurgusu yok, peşinden sürükleyen bir dile de sahip değil. Onu rahatsız ediciliğinin güzelliği için okunması gereken kitaplar listesine, yazarı Joanne Greenberg'i de hakkında daha fazla şey bilinmesi gereken sıtkı sıyırmış kadınlar listesine almak daha yerinde olur.

Deborah , dünyanın o korkunç kargaşa-okyanusunda boğulmuş kişilerin hala beti benzi sararmış, soluğu kesilmiş bir haldeyken, gene bu okyanusa dönüp bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha denemesine yol açan ne gibi bir şey var acaba, diye merak etmekten başka bir şey yapamadı.”  


pınar dönmez

suç duyurusu


İçerken geldin hüviyetime,
dillerin yaşlı
sabrın genç,
güzelleşmiş ve tatlanmış
teninle kaleler yaparak
karşıma dikildin;
yüzün sürdün
yüzme,
balık gözlerin
kıpır kıpır dudaklarımda…
dikildin karşıma;
yüzün baldan bozma
şerbetler sunar diyarlarıma

. . .

Görmedim geldiğini,
yerler ıslak,
etrafı bulutlarla çevrili
tepeden bağırırken
yerler hala ıslak…
ellerin tülden;
köprülere saçılmış kuşlar
evine geldiğimiz
çakıllı yoldan bu yana…
koştuğumuz tarlaları
harmanlamış bir rüzgar,
ellerin hala tülden…
oysaki;
bir verandanın
önünde aşkla eğildiğimiz
güzelliğinize
güneşler süreriz
boylu boyunca
içimizden.

. . .

Varlığım kara,
parıldar çıktığımızda yolculuğa,
götürmeye geldim
demiştin;
hoş geldin.

. . .

Bağın kavrulduğu yollar
harmandır gönlümüzde,
gelirken bin hürmette
testiler al içimize yakışır…
varla yok arası hüzünler,
tahttan, ihtişamdan uzak,
vazgeçtik;
karnımız tok, sırtımız pek
sağılığına duacıyız sevgilim.
. . .
Denizler kalkıyor gemilerden şarap şişeleriyle boşluğa…
ağları uğurlayanlarla dolu kıyılardan koca gökyüzüne ağlayarak bırakılan…
. . .
Atların dermanı yok,
nehir kenarlarından
kaçışıyorlar tepelerin koyunlarına…
bir çığ büyüyor üstlerine doğru
bir ateş yükseliyor derinlerinden
yeleleriyle savrulan yalnızlıklarına…

jean pierre fabien

Tarhana Pupa Yelken


“Böyle seviyorum işte.” Avucunun içinde, o her zaman güneşe siper eder gibi konuştuğu koyulmuş lekeyi gösteriyor. “Bir gün, Yankı yanaşırken babam halatı savurdu kıyıya volta için, ben de tuttum ipi, işin içinde elim olsun istedim. Tekne gerileyince ip avuçlarımın içinde hızlıca kaydı, sıkıca tuttum, böyle yandı elim. Yara izlerini severim ben. Bundan –yine gösteriyor- başkasında yok çünkü. Hep doğum lekem olsun isterdim ama artık istemiyorum. Doğuştan sahip olunan şeylerin anısı yok. Zamanla bıkkınlık verebilir. Yara izlerim benim güçlü olduğumu gösteriyor.” Gülüyor utanır gibi görünmeye çalışarak. “Ben bi eve uğrayayım, yine gelirim.”
“Biliyor musun, babamın geleceği günü düşledikçe nefesim kesiliyor. Kitleniyorum o ana. İnanamıyorum gelecek olmasına. Ama gelecek. Emekliye ayrılacak çünkü senelerdir demir yığını gemilerde, Yankı’nın kokusunu bile unutmuştur garibim. Öyle güzel ki bunları hayal etmek. Düşünsene, bir gün kapı çalınıyor. Her seferinde babam mı diye koşturmaktan sıkılmış olduğum o gün isteksizce açıyorum kapıyı. Karşımda O. Beyaz şapkasını çıkarıyor kafasından, teni kavrulmuş. ‘Hadi hazırlan.’ diyor. Yankı’yı çıkarıyoruz depodan. Kapının önünde senelerdir çalışmayan Skoda’nın arkasına takıyoruz onu. Tekerlerin üstünde küskün ama heyecan içinde dikiliyor kızım. Sahile iniyoruz. Kumların üstüne indiriyoruz onu, sürüklüyoruz denize. Önce soğuk suya alışmaya çalışıyor. Titrek titrek ilerlerken bir de bakıyorsun denizde pupa yelken. Sonra o girinti, bu koy derken. Durak durak içiyoruz denizi. Düşünsene be.”
Düşündü elbet adam. Deniz vardı orada, arada. Ve onun ayakları hep sürüdüğü karada. Denizi alır mıydı aklın gözlerin mavi değilse? Kaşları çatık onun kavisli ve kahve. Orman da demezsin ona ama kesilmiş ve yan yatmış odunlar bir ovanın yamacında. Nefretimi ben bağışlıyorum sana kız. Sen bunu kazanmak için sadece konuşmuş olabilirsin, işe bak ki herkesin dili var.
 ***
Yokuşun başından santur sesi geliyor. Santur sesi ona arka çıksın o halde. Evin arka tarafına yaslanmış depoyu buldu adam. Kapısını zorladı. Zorluk çıkarmadı kapı. İçerisi karanlıktı. İçeri girmesiyle havada uçuşan tozlar boşlukta şeritler halinde uzanıyordu. Şiddetlice bir hınkırdı. İçerisi havasızdı. Derinlerinde zifiri bu odanın diğer ucunda yelkenleriyle bir tekne olduğu fikri onu ürkütmüştü. Göğsü gergin ve devasa bir şeydi yelkenliler. Kavgalara ilkin göğsüyle girmeyi becerememişti hiç. Omuz çıkıntılarıyla sinikti adam.
Ve derken tutuşmalar ile küller.
-Nefretim sana değildi kızım. Yaktım ve anladım. Mahzunluğunu görünce benim de içime kor oturdu. İzah bulamadım. Kaçtım.-
 Ağlanır tabi. Elbette ağlanır giden teknelere. Elbette ağlanır gelmeyecek, hatta gidememiş babalara.
***
 Bir avucunda çelik kâsesi; içinde çorbası, yatakların üstünde kuruttuğu tarhana. Diğer elinin tersiyle siliyor yanaklarını, hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Karyolasında uzanan, sırtı yastık yastık desteklenmiş babasına kaşık kaşık içiriyor bol kekikli, naneli tarhanasını; ağzının kenarlarında birikmişleri de kaşığıyla toplayıp tekrar yedirmeyi ihmal etmeden. Bir kaşık daldırıyor, üç hıçkırıyor.
“Ama—ben- onu çok seviyordum baba. Hık. Ama baa-ba nasıl olur öyle. Hık. Gidecektik ya baba. Hık Ama sen söz vermiştin ba-naa. Hık. Baba. Hık. Bana.”

irem kulaber

koza yırtımı


çünkü adını söylerken iyiyim
dini bir tören gibi
adını söylerken


kadın
geldiğin ılık-usul bir kelimedir
sen, benim yalvaç yanım
yokluğun afrika dillerinde ne demektir

damarlarımı bağlayıp tutacağım bu yüzden
arınmanın ve bir tohumun toprağa
ilk dokunuşunun verdiği hazzı
sana ayakta duran bir inanç getireceğim
dini bir tören gibi karşılayacağım seni
çünkü en anaç canlısın sen elbet
doğanın yüzüme sunduğu
bir dağ çiçeği devrimciliğiyle

az az ağlıyorsun
soyunmanın sorunlu olduğundan
ve bu pansumanı aksamış bir yara olduğundan bende
her koza yırtımında
keşfi mümkün-değil alfabelerden
ganj nehrini andıran masallar gönderirim
oyup oyup yaşlarımla atlasları


sen güzelliğini ipek yolundan aşırdın
ben kadırgalar döktürdüm koylara
öyleyse
devam et fesleğenleri okşamaya
ben portakalları sıkayım
birleştir yatakları perde perde
seni şimdi okyanusta göreyim

                                                                              mehmet meşe