3 Aralık 2011 Cumartesi

ben kuşları severim sevmesine de

seni ben büyüttüm
avuçlarımda serçeli bir gök

kalkıp neyana yürüsen de
hiç önünden geçmediğin bir caddeyi keser çınar ağacı
böylece cumartesiler olur hayatımızda
böylece sesin gündüzleri gelir
ötelerden gelir incelerek gelir

- masanın üstünde durur meyve sepetleri
kalkıp neyana yürüsen de

mesela kasımlanır bütün aylar
sesinde çok ince bir tebessüm
diyelimki iyi değilsin günlerden de çarşamba

sana elbet bir kuş getiririm
kapatırsın gözleri
mehmet nejat

Bir Roman Tefrikası

I

Paspal otobüs durağına varana kadar ellerini ceplerinden çıkarmadı. Bu kısacık yol bir Lark yakıp yakmama tereddüdü içerisinde geçti. Virajın başında otobüsün görünmesiyle tereddüt sona erdi. Daha fazla üşüyesi yoktu Paspal’ın, sevindi. Otobüse binip arkaya doğru ilerledi. Bu ilerleyişe boş bir koltuk bulup oturma hissi eşlik etti. Boş koltuk bulamayan Paspal yolcuları hafifçe süzerek kimin daha erken inebileceğini tahmin etmeye çalıştı. Sol arka tekerin üzerinde oturan hafif kilolu, yarım kel, orta yaşlı adamın başına gelince durma hissini duydu. Durdu. Adamda Aksaray’da inecek tip vardı. Paspal kendini zeki hissetti, yanıldı. Aksaray’a gelince adam sanki sırf Paspal’a inat olsun der gibi inmedi. Aksaray’da önlerde birkaç koltuk boşalmıştı. Paspal az önce aldığı ufak yenilginin verdiği utangaçlıkla kendi üşengeçliğini yoğurup önlerdeki koltuklara gitmeyi istemedi. Olduğu yerde adamın inmesini bekleyecekti, adam inatsa Paspal daha inattı. Zaten öndeki koltuklar da hızla dolmuş, ayakta yeniden insanlar birikmişti. Burası İstanbul’du ve oturmak önemli bir lükstü.

Paspal asıl mesleği olmayan ama herkesle meslektaş çıkabilecek bir adamdı. Çevreye bakıldığında çok okumamış insanların yapabileceği ne meslek varsa çoğuna uzaktan yakından bir şekilde bulaşmıştı. Bu ara pazarda iç çamaşırı satıyordu mesela. Bundan önce Veysel’in marangozda takılmıştı bir süre, ondan da önce bir film setine getir götür işlerine bakar yeri gelince figüranlık yapardı, ondan da önce Beşiktaş’ta hemen iskelenin yanındaki ufak büfeye bakıyordu. Bu işler Paspal’ın bulaştığı ya da bulaşmak zorunda kaldığı işlerden sadece birkaçıydı. Bir işte tutunmak konusunda oldukça istikrarsızdı ama iş değiştirme konusunda oldukça istikrarlıydı. Ama Paspal’ın bu durumdan bir memnuniyetsizlik hissettiğine dair ortalıkta pek bir şey yoktu. Kendisi böyle olmasını istiyordu ve böyle oluyordu. Gelgelelim Paspal’ın okumamışlığına. Paspal aslında tam okumamış sayılmazdı. Mesela bundan bir 20 sene evvel olsaydı Paspal tam okumuş olurdu, 40 sene evvel olsaydı çok okumuş olurdu. Bugün için bir yarım okumuş olarak Paspal bir süper lise bitirdi. Biraz dil bilirdi yani, en azından bundan bir on sene öncesine kadar. Bundan bir 20 sene sonrasını düşünürsek Paspal kocaman bir hiç olarak bir süper lise mezunu olacak. Neyse ki işportacılık yapmak için diplomaya gerek yok.

Otobüs Bayrampaşa’ya girdi. Paspal hala aynı yerde, aynı adamın başında bekliyordu. Neredeyse otobüsteki herkes değişmişti. İnenler, binenler derken sırayla bütün koltuklar boşalmış ve tekrar dolmuştu. Paspal hala aynı yerindeydi. Sol arka tekerin üzerinde oturan adam Paspal’ı belki de tam olarak fark etmemişti ama Paspal bu adamı edindiği en büyük düşmanlardan biri olarak düşünmeye başlamıştı. Paspal’ın düğmeye basması gerekti ama Paspal yine bir tereddüt içerisine düştü. Adamın Aksaray’da inmemesi Paspal için bir gol yemek demekti, adamın Paspal’dan sonra inmesiyse bir hezimet! Paspal yanıldığını ve yenildiğini kabul etmeliydi ya da otobüsün son durağına kadar gidip, kesin bir zafer kazanıp tekrar aynı koltuğa oturup geri dönmeliydi. Paspal düşündü, Paspal tereddüt etti, Paspal yenildi. Aptal değildi Paspal ama yenilmişti. Paspal’ın içinden aptal olmak gelmişti oysa ki. Çoğu insan için basit detaylar, Paspal için büyük sorunlardı. Çoğu insan için büyük sorunlarsa Paspal için basit bir detay bile değildi. Tek başına uyuyan, tek başına bira içen ve bir işte devamlı olarak çalışma zorunluluğunu hissetmeyen bir adam olarak Paspal fikrinde insanlarla ilişkiler geliştirirdi. Mesela bu sol arka tekerin üzerinde oturan adam Paspal’ın hayat boyu düşmanıydı. Asla unutmazdı artık bu adamın yüzünü ve emindi bir daha karşılaşacaklarına. Hemen gömleğinin cebine atıp elini, Lark koydu ağzına bir tane. Çakmağı çıkardı, zor yanacağını düşündü, yanıldı. İlk seferde çektiği dumanı hemen dışarıya verdi. Önünden yürüyen adama doğru hızlandı:

“Fıraaat. Lan Fıraaaat!”

Adam üzerine alınmadı. Paspal hızlandı. Paspal bir kez daha bağırdı. Adam yine üzerine alınmadı. Paspal adamın omzuna dokundu, adam irkildi. Adam Paspal’ın suratına baktı. Biraz daha baktı. Belki tanıyamadım düşüncesiyle ilk söze giren olmak istemedi, Paspal’ın kendini tanıtmasını bekledi. Paspal utanmış gibi söze girdi:

“Pardon birader birine benzettim.” “Önemli değil.”

Paspal’ın Fırat sandığı adam bu sözden sonra hemen dönüp yürümeye devam ederken dediği sözün aksine art arda birkaç tane küfür salladı Paspal’a. Zaten küfür etmek pek sebep gerektiren bir şey değildi, ama kimi zaman çok büyük sonuçlar doğururdu. Paspal yürümedi, Lark’ı olduğu yerde içmeyi daha çok seviyordu. Uzun nefesler çekti. Paspal’ın Fırat sandığı adam Fırat değildi. Zaten Paspal’ın sanabileceği bir Fırat yoktu hayatında. Öylesineydi bu da. Tek başına uyuyan, tek başına bira içen ve bir işte devamlı olarak çalışma zorunluluğunu hissetmeyen bir adam olarak Paspal bunu bir oyun olarak görüyordu. Çok eğlendiğini düşünmüyordu ve elbette ki her oyun eğlendirmek zorunda değildi. Otobüsten inip hemen dükkana da gidebilirdi ama bu yaptığı bir ekstraydı ve Paspal ekstraları seviyordu. Büfeye yaklaştı, bir Lark istedi. Cebine atıp elini paralarını çıkardı. Beşlik verip oradan hemen uzaklaşabilirdi ama Paspal onluk verip para üstü almak istedi. Çünkü para üstü almak bir ekstraydı.

Bitmiş bir Lark’ı ezerek söndürmek bir saygısızlık gibiydi. Bir dosta kötü davranılmamalıydı, hatta dost olmasa da kötü olmayan kimseye kötü davranılmamalıydı. Paspal bunu iyi biliyordu. Bunun için yanında hep boş bir kola kutusu taşır ve bitmesi gereken Lark’ını bu kutularda biriktirir ve öyle çöpe atardı. En fazla iki gün dayanan bu kutular yüzünden Paspal bir kola bağımlısı olmasa da düzenli bir kola içicisi olmak zorunda kalmıştı. Çöplerden kola kutuları toplamak elbette ki hoşuna gitmiyordu. Paspal çarşıya girip az biraz tanıdığı insanlara başını eğme yoluyla selam vererek içerilere doğru ilerledi. Metin yerinde yoktu. Dükkanın çırağı elindeki telefonun tuşlarına heyecanla basarak dünyayla bağlantısını kesmiş gibiydi. Dudakları heyecanını açığa vuruyordu. Paspal bir cep telefonunun bir insanı ne kadar heyecanlandırabileceğini düşünerek çırağa yaklaştı. Çırak hala dükkana giren bir adamın farkında değildi. Paspal çırağın ensesine hafif bir şaplak indirdi. Bu çırak açısından pek hoş olmayan Paspal açısındansa hiçbir anlam ifade etmeyen saçma bir “ben geldim” deme şekliydi, kısmense bu bir şakaydı. İrkilen çırağın refleksi Paspal’ı nedense gülümsetti. Çırak üstü kapalı bir nefretle Paspal’a bakıyordu. Çırak Paspal’ın kim olduğunu pek bilmese de neden burada olduğunu ve ne soracağını ve bunun üstüne kendisinin ne cevap vereceğini çok iyi biliyordu. Yine de söze Paspal’ın girmesini bekledi. Paspal yüzündeki gülümsemeyi çekip dudaklarını açtı:

“Metin ?”

Çırak fikrinde az önce şekillendirdiği hayalin yaşanmaya başlamasının verdiği rahatlıkla bir patron edasıyla omuzlarını dikleştirdi ve az önce yediği şaplağın intikamını alır gibi hissetti. Halbuki bu Paspal’ın umurunda değildi. Aynı Paspal’ın sol arka tekerin üzerinde oturan adamın umurunda olmayışı gibi. Çoğu insan gibi çırak da boş kaleye attığı penaltının sevincini yaşıyordu. Paspal ise bazen boş kaleye bile atsan penaltıyı gole çeviremeyeceğini bilmenin verdiği tecrübeyle çırağa baktı. Bütün bu karşılıklı basit restleşmeler sadece birkaç saniye sürmüştü. Çırak Paspal’ı sallamadığını göstermek istercesine Metin’in masasında düzenlenmesine hiç de gerek olmayan ne varsa düzenlemeye başlayarak cevap verdi:

“Yemeğe çıktı on dakikaya gelir herhalde.”

Paspal hem Metin’i dışarıda karşılamak isteyerek hem de asıl olarak bir Lark vakti geçirmek amacıyla çarşının dışına doğru yürümeye koyuldu. Birbirlerine hayatlarındaki en eften püften başarılarını anlatarak yücelen insanların arasındaki bu yürüyüş sadece yirmi saniye kadar sürdü. Çarşıdakilerden biri geçen gün otobüse arka kapıdan binip akbili göndermediğinden bahsediyordu. Diğer bir tanesi alacaklılarını parası olmasına rağmen nasıl da güzel başından savmayı becerdiğini anlatıyordu. Paspal her ne kadar bunları önemsemese de dinlemeyi asla ihmal etmiyordu. Çünkü Paspal için asıl mesele tanımadığı insanların neler yaptığıydı.

Aradan geçen yarım saatin ardından Paspal elinde 2 büyük siyah poşetle çarşının dışına doğru adımını attı. Poşetlerin içinde kırmızı, siyah, beyaz renkte her bedenden dantelli, dantelsiz iç çamaşırları vardı. Malum, Paspal’ın asıl mesleği bu değildi. Zaten bir insanın asıl mesleğinin pazarda iç çamaşırı satmak olması garipti. Serbest bir meslek olarak adlandırmak daha yerindeydi. Bu işe Paspal pek de isteyerek başlamamıştı esasında. Kurduğu tezgah, sattığı çamaşırlar hep Emin’indi. Emin pek istemese de geçirmek zorunda kaldığı ameliyat yüzünden – ki bu ameliyat kendisine çarpan arabanın bir bacağını kendisinden ayırması sebebiyle gerçeklemiş bir ameliyattı – pazarda iç çamaşırı satmaya en azından bir süre ara vermek zorunda kalmıştı. Veysel’in yanında takılan Paspal içinse ilk bakışta hiç de çekiciliği olmayan bu iş arkadaşının durumu sebebiyle mecburi bir sevimlilik almak durumundaydı. Hem pazarda bir şeyler satan insanların havanın ışımasıyla birlikte kurmak zorunda oldukları tezgahın başında içtikleri çayın verdiği sıcaklık diğer çayların sıcaklıklarından çok farklıydı ve Paspal için de saçma da olsa bu da pazarda olmak için bir sebepti. Metin ve o garip bir şekilde telefona bakıp heyecanlanan çırakla tanışmasının asıl sebepleri bunlardı.

Paspal bir adamın peşinden yine zihninde o an canlanan bir ismi söyleyerek koşmak istedi fakat iki elindeki kötümser görünümlü poşetler onu bu fikrinden caydırdı. Poşetin birini yere koyup ağzına bir Lark attı. Lark’ı durduğu yerde içmeyi seven Paspal üşüdüğünden dolayı bu zevkinden de vazgeçmeliydi. Lark’ı kenarına yapıştırıcı sürmüş gibi ağzına sol çapraza bakacak şekilde yerleştirdi. Elleri dolu olduğundan Lark’ı bitene kadar oradan geri alamayacaktı. Çevredeki insanlara bakmaya ve onları mümkün olduğunca dinlemeye çalışarak yürümeye devam etti. Karşıt yönlere gittiği insanların ağızlarından çıkan kelimelerden sadece birkaçını yakalayabiliyor olsa da cümlelerde üç nokta konulmuş yerler bırakmak hoşuna gitmediğinden boşlukları kendisi tamamlıyor ve kendi tamamladığı cümleler üzerinden o insanlar hakkında fikirler ediniyordu. Gerçi soğuk havada insanlar dışarıda pek gezinmediğinden, Paspal kış mevsiminin en azından bu yönünü sevmiyordu. Yanından tam olarak genç gibi görünen ama pek de genç olmadığı kıyafetlerinden dolayı düşünülebilecek biri parça parça bir iki laf etti. Paspal birkaç saniye sonra bunun akşamları havanın erken kararmasıyla alakalı bir şeyler olduğunu zihninde tamamladı. Şimdi Paspal’ın bu gencin hayatı üzerine fikirler üretmesi gerekirdi ama Paspal bir zamandır hatırlamak istediği fakat her seferinde ucunu kaçırdığı bir anıya yaklaştığını hissetti. Kalbinde hafif bir hızlanma hissetti ve dudakları istemsiz olarak bir şeyler fısıldamaya başladı.

“Boynum dik sevgilim
Boynum dik
Boynum dik sevgilim
Lambalarınki eğik”

Paspal ellerindekileri yere bırakıp bir kenara çekildi. Az önce bir an önce elinden kaçıp kurtulmak istediği soğuğa kendi kendine teslim oldu. Soğuğun boynundan, paçalarından ve belinden hızla vücudunu sarması için kendisini adeta zorluyordu. Bunun aksine vücudunda kolay karşılaşılamayacak bir sıcaklık yükseliyordu. Paspal eski bir fotoğrafa bakar gibi eskimişliğiyle yüzleşti.

deli kızın türküsü III

Sana büyük caddelerin birinde rastlasam
Elimi uzatsam tutsam götürsem
Gözlerine baksam gözlerine konuşmasak
Anlasan

Elimi uzatsam tutamasam
Olanca sevgimi yalnızlığımı
Düşünsem hayır düşünmesem
Senin hiç haberin olmasa
Senin hiç haberin olmaz ki
Başlar biter kendi kendine o türkü

Yağmur yağar akasyalar ıslanır
Bulutlar uçuşur gecelerin
Ben yağmura deli buluta deli
Bir büyük oyun yaşamak dediğin
Beni ya sevmeli ya öldürmeli

Yitirmeli büyük yolların birinde ne varsa
Böcekler gibi başlamalı yeniden
Bu Allahsız bu yağmur işlemez karanlıkta
Yan garipliğine yürek yan
Gitti giden
gülten akın

Yazmak Üzerine

“Her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır.” ( Dostoyevski)

Yazı yazmayı – beden gücü gerektiren işleri dahil etmezsek – dünyadaki en yorucu işlerden biri olarak görüyorum. En kötüsü de dışarıdan bakıldığında çok kolay görünüyor olması. Ne zaman birisi çıkıp yazı yazmayı; şiiri, romanı, hikayeyi vs. hakir görüyor işte o zaman eline kalemle kağıdı tutuşturmak için can atıyorum. Çünkü eğer şiir söyleyebilme gibi bir yeteneğiniz yoksa, bu iş, eline kalemi alıp beyaz kağıtla baş başa kalındığı an öyle bir değişiyor ki her bir kelime canlanıyor, alelacele bir şekilde sıralanıp sabırsızca birbirlerinin yerine geçmeyi planlıyorlar. Ya da yazar birdenbire beyninde harekete geçmiş kelimeler, bağlaçlar, edatlar vs. olduğunu düşünmeye başlıyor. ( Herkes için böyle olmayabilir tabi hatta sadece benim için böyle oluyor da olabilir ama kalem ve kağıt benim elimde olduğuna göre ey sen okur ya yazının devamını okuma ya da bana itimat et! )

Yazmanın tadını alan insan, yazdıkça kendisini anlamsız bir şekilde değerli hissetmeye başlıyor. Çünkü yazmak kağıtta kendi istediğiniz dünyayı yaratmanız olanağını veriyor. Herkes yazdıklarının bir nevi tanrısı oluyor bir noktadan sonra yazma işi insanı kendi yarattıklarının esiri yapıyor. Yazdıkça daha çok yazıyor insan ve her an – yolda, okulda, işte, yatmadan önce, tam yatarken, yemek yerken vs. – yeni karakterler düşünmeye başlıyor.

“Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz, yazı hariç” diyor Orhan Pamuk. Bu dediğini “Tanrı yarattıklarıyla oynayıp akıl karıştırır, ben karakterlerimle oynayıp akıl karıştırırım.” diye yorumlayamaz mıyız? Bence yorumlarız.

Bu şaşırtma isteği ya da karakterle oyun oynama isteği makul bulunabilir. Ama nesir için en büyük sorun “konu dışına çıkmak”tır

bence. (Onun bir kardeşi olsa, kardeşinin sevdiği bir kız olsun, kızı aslında sadece bir kere görmüş olsun. Bir dakika ne anlatmaya çalışıyorum ben!) Zaten Lord Byron da hemen yetişmiş bana ve “tek kusurum varsa o da konu haricine çıkmaktır.” demiş. Lord Byron yazarken kendisini tanrılaştıranlardan sanırım!

Yazının en önemli özelliklerinden biri de yazarın üslubudur. Nev-i şahsına münhasır bir üsluba sahip olmak ise bir yazarı en çok düşündüren, sıkan konulardan biridir. Çünkü yazarın kendine has bir üslubu yoksa, sadece kendisinin ve karakterlerinin saygı duyduğu birinden öteye gidemez. Üslubu olmayan yazar kendisinin tanrı(!)sı olur ve diğerlerinden farklı olmayan tanrı olmaz. Üslubun ise oluşması tamamıyla çalışmayla alakalıdır. Başlangıçta bütün yazarlar kendilerinden önceki yazarları bilerek yahut bilmeyerek taklit ederler. İmdadıma yetişen Tahir’ül Mevlevi bakın ne demiş:

“Yazı yazmak, mutlaka yazılmış yazıları taklit etmekle başlar. Bu tabii bir haldir. Çocuklar da başkalarını taklitle söze başlamazlar mı?”

Şimdiye kadar ne okudunuz hemen tekrar edeyim! Yazı yazmanın oldukça zor bir şey olduğunu, yazmanın tadını alan insanın içinde oluşan kibri, bu kibrin insanı konu dışına sürüklemesini ve oradan oraya sürüklenen yazarın okur tarafından saygı bekleyebilmesi için mutlaka bir üsluba sahip olması gerekliliği… Ve şimdi en önemli noktaya geldik. Diyelim ki bir yazar var ve o yazar; yazı yazmanın tadını almış, kibrini fark etmiş ve onu kontrol altında tutabiliyor, müthiş bir üslup kullanıyor. İşte en önemli nokta: Bu yazar ne anlatıyor? Bu noktada yazar anlatmak istediği konuyu iyi bilmeli, hitap ettiği kesimi göz ardı etmemelidir. Ya da Coleridge’nin şu paragrafından dersler çıkarmalıdır.

“Evet! (dedi keyiflenen okuyucu) işte bu zekice, işte bu deha. İşte bunu anlıyor ve hayran oluyorum buna. Tam aynı şeyi ben de yüzlerce kez düşünmüştüm. Başka deyişle bu adam bana kendi zekamı hatırlattı ve ona hayranlık duyuyorum.”

Peki bu kadar şey yazdıktan sonra bir çıkar da “ben kendime yazıyorum, kendim yazıp kendim okuyorum” ya da “madem öyle Kafka neden yazdıklarını yaktırmak istedi” derse senin bütün tanrılık hikayelerin çöp oldu diyenler olacaktır. Onlar bir daha düşünsünler.

r.

öldüğünü sandığımız akarsular için yalancı ağıt

balıkların masum olduğunu biliyorum
bu yüzden yüzmeli insanlar diyorum
bebeklerin yüzebildiğini de biliyorum

bir kahvehane müdaviminin suçu sanılmasın
pazar kahvaltılarının da
simitçilerin de suçu sanılmasın

ben uyurken ölmeyi planlıyorum
hazırlıksız yakalanmamak için ölüme
seda intihar edebileceğinden bahsediyor
ayırt edemediğinden ikisini pek

uyumak fena çalıyor ölüme
uyumak en iyi hazırlıktır ölüme

kazım vardı bir de
naftalin sıkıştırılmış mezarına
onun da suçu sanılmasın

memet

Rıfat’ın Bir Türlü Anlatılamayan Öyküsü

İnsanları bu halde görünce, bu şehre daha önce hiç yağmur yağmadığını düşündüm. Fakat şu şemsiyesi bozulan kadın ?

( - İsmi Zeynep’ti ve esmerdi. Bu şehirdeki son günüydü, saat 22:00 için sol arka cebinde bir tiren bileti vardı, salı gecesi kapısı telaşla dövülünce birden uyanacaktı. ) Ellerini şapkasına götürüp kalabalığa kaşlarını gösterdi, biraz da yağan yağmurun etkisiyle hızlı hızlı adımlarla yoluna devam etti. Onu gözden kaybettiğime üzülmedim, aklımda yeni bir hikaye vardı ve ben hiçbir kadının bu hikayeyi yazmamı engellemesine izin veremezdim.

Tünele dek yürüdükten sonra yine kendimi kule dibinde buldum. Yağmur ıslanmış insanların üzerine çekinerek düşüyordu.

- Yediye yirmi var.

- Teşekkür ederim.

Yarın cumartesiydi, bugün kasımın onbiri “yağmur her zaman güzeldir.” demişti bana, ama ben şimdi onun değil… ( Yeşil gözlüydü, yer yer kıvrılan saçları ağzının kenarında oluşan çizgiyle uyuşuyor, gelecek seneki pazar günleri için arka balkonunda menekşeler suluyordu. Şehre yağmur yağmasını severdi. Tanımadığı insanlarla konuşmazdı pek. )

- Ben şimdi onun değil, Rıfat’ın hikayesini anlatacağım. Yaşının 20 olduğunu öğrendiğimde, içimdeki şaşkınlığı onu tanıyan birini bulabilmek için iki gün beklettim.

- Sahi mi ?

- Tabi. Ben de çok şaşırdım.

Bir süre sustuktan sonra “Demek adı Rıfat’mış.” diye girişti söze. Elimle ateş istedikten sonra “Hem de günde oniki – onüç bira içmeden uyuyamıyormuş” diyerek sigaramı yaktım. Dışarıdaki serinliğe rağmen etraf kalabalıktı. Her şey olağan bir Pazar gününü anlatıyordu, gökyüzü şehrin bu mevsimini tanıyanlar için pek de yabancı sayılmazdı. ( Birkaç gündür uyandıktan sonra baş ağrısı çekiyordum. ) Rıfat’tan konuşmayı bıraktık. Oysa henüz anlatacaklarım bitmemişti. Eğer o konuşma burada bitmeseydi, belki de bu hikayeyi anlatmaya hiç başlayamayacaktım.

Yanıma gelmek için hareketlendiğinde elimi cebime götürüp, bozuk para aradım. Rıfat yanıma gelip sessizce oturdu, utancımdan elimi cebimden çıkaramadım bir süre, bu utanç benden sigara istemesiyle son buldu. İkimiz de sigara içiyorduk. Akşamdı, bir adam kediyle oyalanan çocuğunu izliyordu.

- Ateşinizi rica edebilir miyim ? Teşekkür ederim.

- Adı ne bu keratanın ?

Adam sigarasını ağzına götürürken çocuğun isminin Lemi olduğunu öğrendim kedi birden üzerine hareketlenince. Rıfat Lemi ile meşguldü, ben adamla konuşuyordum. Almanya’da yaşıyormuş, tiyatrosu varmış, Lemi 4 yaşındaymış, bir de karısı Fransız’mış. ( Ne kadar da güzeldir Lemi’nin gözlerine adamın esmerliğine bakılırsa. ) Çok çalışmanın insanda bıraktığı izlerden bahsetti bir süre, eve geç gelişlerinden, uykusuzluğundan, karısıyla bir akşam yemeği bile yiyemeyişinden. ( şimdi eminim karısı epey güzel.)

Rıfat’a döndüğümde mavi gözleri yarım yarım okşuyordu önündeki çocuğu, o an iyi bir ressam olsam sanki her şey daha olabilirmiş gibi geldi. Gülümsedim. Akşam şehrin üstüne kendini hiç fark ettirmeden örtüldü, eski bir an olması için yeni fotoğraflar çekiliyordu birer ikişer. Adam birasını bitirmiş Lemi’ye bir türlü iyi geceler dedirtemeyerek yanımızdan memnun bir ifadeyle ayrılmıştı.

Bir sigara daha yaktık. Rıfat bana bir şeyler anlatıyor sesi ötemizden gelen şu acayip müzikle, yere düşermiş gibi bana çarpıp kırılıyordu. Müzik bittiğinde bir kadından bahsettiğini hemen anladım, kendisine bir iş verecekmiş, belki bir daha burada göremeyecekmişim Rıfat’ı. Bunu başında pek önemsemedim hatta sigaram bittiğinde, Rıfat’ın elini sıkarak yanından uzaklaştım. Artık yalnızdım ve yürüyordum Tüm bunları düşünürken yağmur iyice susmuştu, yerlerdeki su birikintileri de olmasa yarım saat önce bu şehirde herkesin şemsiyelerle hızlı hızlı yürüdüklerine bazıları inanmayacaktı.

Artık size Rıfat’ın hikayesini anlatabilirim.. Kapının sesiyle birden uyandı.

- Kim o ?

- Ben, Rıfat...

mehmet nejat

büyümek gibi / bir gün

çünkü şimdi geride kalan her şeye
bir şarkı gibi bakabilirsin
( usulca bir akşama ve kaldırım taşlarına )

çünkü şimdi bir gök bulutlu gibi gelir peşinden

bir yerlerde yağmurlar varmış - bahsetme
uslandır beni
büyük meydanlardan
tiren ıstasyonlarından
ellerim ceplerimde dönmekten sevdalardan

- çünkü bu sokak güzeldir
denize çıkar artık bilirsin

benimde uzar saçlarım elbet yeniden sevmeye
mehmet nejat

ihtimal

sen kendine bir intihar buluyorsun
yollarımızın tam kesişeceği sırada
yolun kendiliğinden son buluyor
ve ben uzun zamandır
olmayan bir yola girmeye çalışıyorum

ve bununla da kalmıyor
ileri geri konuşuyorlar az yanımızda
terzilerden, yastık kılıflarından ve çarşaflarımızdan
bizim olan yastık kılıflarından ve çarşaflardan
eskiden bizim olan
ve ben ne söylersem söyleyeyim
ellerin bir iğneden farksızlar

bununla da kalmıyor tabi
garson rakımın rengini değiştirmeden durduruyorum
bir gezegen göçünün başlangıcındayız çünkü
güneşin ötesi ya da berisi farksız
aramızda bir dünyadan daha fazlası

bununla da kalmıyor elbet
bir iklim değişiminin tanıkları olarak orada
orası yani bir ülke
mandalinaların, portakalların ve bütün turunçgillerin cirit attığı
yalnız bir iklimli bir ülke
artık sen olmadığım bir zamanın iklimine dönüyorsun

ya da hepsini unutmalı
sen kendine bir intihar buluyorsun
seni öldürecek intihar kendini vuruyor

memet

24 Eylül 2011 Cumartesi

eylül 2011 / 1

kalan

epeydir yürüyor olacaksın
muhakkak güneş de batmış omuzlarından

dağlar var
denizin sırtında
seninse aklında her nedense bir çiçek
el değmemiş sabahlara açan

bildiğim çok güzel bir yer var
- senin de bildiğin

bir avuç kuş sonra akşamüzeri
saymaya kalkma sakın

- dışarıda trenler var otomobiller
hem daha neler neler

ya da şöyle demeli:
seni tutacaklar bir şehirde
bir gök usulcana büyüyecek
ben hiç geçmem tütünden
sen de geçmeyeceksin
bir şarkı olacak kulağında
yarın var-ha yok
hangi mevsimse bizi kucaklayan
bir avuç kuş sonra akşamüzeri

alacağız boyumuzun ölçüsü neyse

gözlerinden kurtaracağım seni
önce gözlerinden


mehmet nejat

Turgut Uyar Üzerine

"kendi öz hüznümüzün ılık tarlasında"

Acı, umutsuzluk ve hüzün üçüz kardeşlerdir. Kısır bir döngü içerisinde birbirlerini doğuran kardeşler. Alabildiğine kuşatmışlardır insanlığı ve yer edebildikleri kadar çok yer edinmişlerdir. Lakin her insan aynı şeye aynı tepkiyi veremeyeceğinden ötürü, kişi yaşantılarına etkileri farklı şekillerde meyvelerini vermiştir. –Her meyve iyi olmak zorunda değildir, unutulmasın.- İşte bu üçlü Turgut Uyar’ın yaşantısında da kendini, şiirinin omurgasını oluşturarak göstermiştir. Kişi karakteriyle organik anlamda ilişki kurabilen bu üç olgudan ötürü Uyar’ın şiiri içerisine ne çok fazla girebilirsiniz ne de uzağında durabilirsiniz, sonuç olarak neresinde olduğunuzu tam olarak kestiremezsiniz. Bu nedenle onun üzerine yazılan bütün yazılar –aynı bu yazıda olduğu gibi- kötü tahlillerden öteye gidemeyecektir. Kendimce şiirleri üzerinden birkaç çıkarım yazarak bir şeyler söylemeye çalışacağım, o kadar.

“ey artık ölmüş olan at! –dediler / ne güzeldi senin çılgınlığın, ne ulaşılırdı! / sen açardın, / … / binlerce kişi, / çocuklar, kadınlar, erkekler görkemli yahut / darmadağın giysileriyle herkes / körler ve cüzamlılar, bütün kutsal kitaplar kalabalığı, / … / senin mutlu ovanı doldurup / haykırırlardı. / büyük sesler içinde sen, geçerdin… /” Evet görüldüğü gibi şiirde kocaman bir at imgesi gözümüze sokuluyor. Peki neden at, at bu toplum için ne ifade ediyor diyerek Uyar’la olan sohbetimize başlayabiliriz. At bir alışkanlıktır bu toplum için. Yüzyıllar öncesinden başlamış olan atlarla yakınlaşma, fetişizme varan boyutlara ulaşmıştır. At sadece sosyal ve ya askeri hayatta değil bütün tarihine mal oluvermiştir toplumun. Öyle ki atı bulamadığımız pek anlatıya rastlayamayız. Çoğu efsanede at karşımızdadır. Efsaneler onunla doludur. Bütün efsanevi kahramanların en iyi dostu attır. Ve bu böyle uzar gider kısaca. Bu alışkanlık gözlere perde indirir dereceye varmış ve Uyar da sanırım bunu eleştirme ihtiyacını hissetmiştir kendisinde. Aslına bakılırsa Uyar’ın eleştirisi bu toplumda somutlanmıştır fakat alışkanlık bu topluma özgü değildir. Bütün insanlığın başına bela olan alışkanlık olgusunun bir eleştirisi olarak görüyorum ben bunu. Kısaca buradaki alıp verememe durumu atla ilgili değildir. Zaten alışkanlık konusunun bu kadar zararlı olması, alışkanlığı edinen tarafın, alışkanlığı edindiği nesneye, kişiye vb. karşı takındığı anormal boyuttaki tutumdur. Bu tutum karşısındakinin kusursuzluğuna olan inanç şeklinde kendini gösterir. Ötesinde alışkanlık edinilenin varlığına kişinin kendi varlığını bağlamasıdır. Oysa ki kişinin yaşaması ancak kendi varlığıyla mümkündür, varlığımızı tükettiğimiz anda yaşamamız konusuz kalır ve anlam tamamen yitik bir hal alır. Alışkanlığın bu uzun tanımından sonra tekrar şiire dönülürse, şiirde bireysel alışkanlığın daha üst seviyesi olan toplumsal alışkanlıkların eleştirisi mevcuttur. Çünkü biz alışkanlıklar ediniriz, onları kullanırız, işe yarar hale getiririz fakat büyük devinim içerisinde alışkanlıklarımız her anlamda bize zarar vermeye başlar ve ondan kurtulup ileri seviyesine konmamız gerekir. Bizim gerçekleştiremediğimiz nokta tam da burasıdır işte. Biz hep “ölmüş olan at”ın yine yaşamasını ve eskisi gibi devam etmesi için çabalarız. Bu bireysel anlamda bir yaşamın çekilmez hale gelmesine sebep oluyorsa toplumsal sonuçları çok daha fena seviyededir diye nitelendirilebilir. “At” dışında bir de “terzi” neden seçilmiştir, o düşünülebilir. Şiirin adı da malum “Terziler Geldiler”. Kötü ya da çirkin gibi kusurlu sıfatlarla nitelendirebildiğimiz durumlar her zaman için üstü örtülemez durumda değillerdir. Aksine insanlık tarih boyu hep bu yanlarını bir şekilde kapatmaya çalışmıştır. İşte terzilik bu gibi durumlarda devreye girer ve kusurların üstünü örtme sanatı olarak tanımlanabilir. Somutlandığında daha rahat anlaşılabilecektir. İyi görünmek için yeni bir elbiseye ihtiyacınız vardır ve bunun yeri terzidir, elbisenizde yırtılan yerleri diktirmeniz sizi daha güzel gösterecektir, bunun da yeri terzidir. Bu “sökük dikme” işlerini beceren insan hep terzidir. Şiirde bu sökük dikmeyi soyut bir düzleme yatırdığımızda karşımıza çıkan terzi imgesi daha rahat anlaşılabilir sanırım. Elbette böyle düşünüldüğünde terzinin her zaman dışarıda olmadığı da görülecektir, terzi kendimiz de olabiliriz. Söküğünü dikmeye çalışan her kimse terzi odur. Şiirdeki bütünlüğe yansıttığımızda ise elimize geçecek olan sanırım insanlığın kusurlarından biri olan alışkanlığın bitirilmesi ve ya üstünün örtülmesi işinin terzilere düşeceği gerçeğidir. Ki şiirde düşmüştür. Yine aynı konu üzerine Uyar’ın “su yorumcuları’na” şiirinden dizeler dökülebilir. “bir sürekli kaşınmadır yaşadığım / törelere ve alışkanlığa karşı” ve yine aynı şiirden “sözde kirlettiğimiz bütün her şey duruyor / bak ne diyorum sana, ele güne karşı” bölümleri Uyar’ın alışkanlık ve saplantı eleştirilerine nokta örnekler olarak verilebilir. Kaşınma, kişiyi rahatsız eden gündelik-sıradan bir durumdur. İşte bu kaşıntı töreler ve alışkanlıkla aynı yere konularak rahatsızlık durumu belirtilmiştir. Bu çok basit gibi duran gündelik bir olayın şiire iyi bir şekilde yedirildiği beyit şiir dersi olarak da okunabilir elbette bir yandan. Bunun devamındaki diğer beyit ise biz ve bizim dışımızda kalanlar şeklinde, daha toplumsal, siyasi ve tarihsel bir bakış açısıyla aynı konuya değindiği düşüncesi uyandırıyor.

“ben de bu dünyaya geldim geleli / ölmezsem, öldürmezsem / kim benim farkıma varır?” Turgut Uyar’ın yaşadığı dönemle de alakalı olarak, Uyar büyük bir kırdan kente göçe tanıklık etmiştir. İlk dönem şiirlerinden itibaren kendisini gösteren “göç eden yalnız birey” konusu bu üç dizeyle özetlenebilir sanırım. O dönem tutulan edebiyatçıların tutulmalarındaki en büyük sebepler bu tip konuları işlemeleri olmuştur kanımca. Biraz gereksiz yere istatistik verecek olursak 1945 yılında köy nüfusu yüzde 75 iken bu oran 1970 yılında yarı yarıya geliyor. O dönem şairlerinin hepsi de bu kente ilk kayan yüzde 25’lik kısımda olduklarından bu çalkantı ve çelişkiyi en somut haliyle yaşamışlardır. Bu da onları, onların bu konularda daha rahat yazabilmelerine götürmüştür. Köylerde veya kasabalarda herkes birbirini tanır, komşuluk fazlasıyla gelişmiştir, herkes birbirine güvenir ve yardım eder. Kişilerin kültürleri olsun, günlük ekonomik uğraşları olsun hep birbiriyle paraleldir. Fakat şehre göçle birlikte kaybolan bu bütün gerçeklikler kişiyi içine alır, bunaltır ve yalnızlaştırır. Diyalektiği yaşamla deneyleyebiliriz burada. Şöyle ki köylerdeki az sayıdaki insan kişiye fazlasıyla bir kalabalık yaratabilirken, metropollerdeki bol sıfırlı insan sayısı bireyi müthiş bir yalnızlık kuyusuna iter. Bugün hala aynı olay dönüp dolaşıp önümüze çıkmaktadır. Birey metropollerde kendini kabul ettirmek için sıra dışı işler yapmak durumundadır yoksa ömrünün sonuna kadar aynı yalnızlığa mahkumdur, oysa köyde sadece o köyde yaşıyor olman senin kabul görmen için yeterlidir. Ölmek ve öldürmek imgeleri ise işin abartı boyutudur. Yok mu dikkat çekmek için ölüp öldüren? Elbette var, fakat bu dikkat çekmenin tek yolunun bundan geçtiğini ifade etmek abartıdır. Zaten sanat abartı olmak zorundadır yoksa dikkat çekemez ve işlevini yerine getiremez. Yukarıda örnek verilen üç mısra “Malatyalı Abdo İçin Bir Konuşma” adlı şiirden. O şiir üzerinden biraz daha bu küçük insan konusuna değinilebilir. Mutsuzluğun hep geniş zaman kipine itilmesi Uyar tarafından dillendirilmiştir. Söz konusu küçük insan kendine kocaman bir mutsuzluk çemberi çizmiş ve kadın-başkaldırı haricinde bu çember dışına kendini çıkaramayacağı yanılgısına sarılmıştır. Ayrıca aşkın mutluluğu araç mutsuzluğuysa amaç olarak kabullendiği gerçeği çıkarımı da yapılabilir diye düşünüyorum. Yine aynı şiirden “biraz islam, biraz yaban ve cünüp / ve batı ve para en güzel kurtuluştu.” bölümü aynı tip insanın hayal dünyasıyla siyasi bir sentez oluşturularak eleştiri halini almış görünüyor. Es geçilmemesi gerektiğini düşündüğüm bir diğer nokta ise fiziksel tasvirde değişmez olan bıyık meselesi. Bıyık hakkındaki o dönem genel kanının erkek olmanın mecburiyeti olarak görülmesinin bunda etkisi olduğu düşünülebilir. Bu şiir dışında Uyar’ın yarattığı en önemli karakter bana göre Akçaburgazlı Yekta’dır. “Dünyanın En Güzel Arabistanı” kitabında kendini sıkça gösterir karakter. Yekta, Uyar’ın yine bu küçük insan üzerinden anlatmak istediklerinin bir aracı olmuştur. Biçim olarak da Uyar’ın ilk iki kitabı sonrası geçirdiği değişimin ifadesi olarak da ele alınabilir Yekta’nın bulunduğu şiirler. Tamamen düzyazıya yaslanmış fakat söyleyiş rahatlığını kaybetmemiş bir şiir ortaya çıkmıştır. Yekta toplumun genelinin suç olarak kabul ettiği eylemleri sırf toplumun geneli böyle kabul etti diye kabul etmeyen, sorgulayan ve karşı çıkması gerektiğinde karşısındaki kalabalığa rağmen devam eden bir karakterdir. Suçlu bulunması durumunda kendini halen yüce olduğu kabulünden vazgeçmeyen bir karakterdir. Karakterin kendini gösterdiği şiirler arasında şüphesiz “Akçaburgazlı Yekta’nın Mahkeme Kararını Aldığında Söylediği Mezmurdur” adlı şiir kendine ayrı bir yer edinir okurda. Sinan-Gülbeyaz ve Yekta arasındaki ilişkinin şiire dökülmesidir bu metin. İlk göze çarpan aile kurumunun eleştirisidir şüphesiz. Cinselliğin evli olanlara mahsus bir eylem olmasının eleştirisidir, bunun böyle dayatılıyor olmasının eleştirisidir. Evli olan Gülbeyaz ve Sinan’ın cinsel anlamda birbirlerine mecbur bırakılmasının eleştirisidir. Ve bu çizilen sınırları Gülbeyaz ve Yekta’nın doğru bildikleri şekilde aşmasıdır. Daha sonrasında yaptıklarının arkasında durmalarıdır. Paragrafın başında belirttiğim gibi Yekta çok şey bilen bir insan değildir, her şeyiyle küçüktür, ama arkasında durması gerektiği eylemin hep farkındadır. Gülbeyaz ile birlikte olması inandığı bir eylemdir, bundan utanmaz. Sinan’ın, toplumun ve ya yasaların ne düşündüğü önemli değildir. Onların Yekta’yı suçlu olarak nitelendirmesi karşısında gücü bunu tersine çevirmeye yetmez belki ama yüceliğini kendinde hep görür. Türkçede söylenmiş belki de en trajik lafı eder sonra Yekta: “Ona, Sinan’a –Bizi kov- dedim. / Onun kovduğu bizi ödeyecekti.” Bu da her yaptığımız işe bir bedel, bir değer biçme hastalığının ifadesidir. Bıraktığımız izlerin hiçbirini silemeyiz hayatta, ama bütün toplumlar bıraktığı izlerin karşılığında karşısından bir şey ister ve ya karşısına bir şey verir. Toplumun bütün kurumlaşmasının bütün örgütlenmesinin temellerinden birini bu alıp-verme olgusu oluşturur. Devamında Yekta ve Gülbeyaz’ın yargılanışı gerçekleştirilecektir elbette. “Yargıçların katına diktiler umudum nerdedir / Bizim inanarak ettiğimizi yerlere çaldılar, ululuğu nerdedir / Biz onu bulmuştuk, tükürdüler / Bizi kirlettiler, yazıklar oldu bize / Benim donumu ve Gülbeyaz’ın donunu / Ve yattığımız yatağın örtüsünü / Yüreksiz kişilere gösterip onları güldürdüler.” Yekta’nın açıkça isyanı vardır, inandıklarının başkaları tarafından ayaklar altına alınmasına karşı bir isyanı vardır. Fakat yalnızdır Yekta bu isyanda. Ve yalnız kalmış bir isyan her zaman törpülenmeye mahkumdur.

“Halbuki acemilik. Efendimiz acemilik. Bir taş alacaksınız, yontmaya başlayacaksınız. Şekillenmeye yüz tutmuşken atacaksınız elinizden. Bir başka taş, bir başka daha. Sonunda bir yığın yarım yamalak biçimler bırakacaksınız. Belki başkaları sever tamamlar. Ama her taşa sarılırken gücünüz, aşkınız, korkunuz yenidir, tazedir. Başaramamak endişesinin zevkiyle çalışacaksınız. Gelin böyle yapın demiyorum. Durduğum yerde kalmaktan korkuyorum. Şiir bir sanat olayı değildir. Bir yaşama çabasıdır önce. Yaşadığımıza tanıklık eder. Her gün yeni bir dünya içinde, her gün yeniden ve başka etkilerle duygulanan insan, her gün bunları yeni biçimlerle söylemelidir." Kendi ağzından dinliyoruz şimdi de Uyar’ı. Bu kadar fazla ve fazla olmasından öte iyi şiir yazabilmesinin ipuçlarını bir paragrafa sığdırabiliyor. Şiirin gerektirdiği bir çocukluk hevesinin olduğu çıkarımında bulunabiliriz sanırım. Kendini her yeni yazımda tazelemek gerekliliği ve en dikkat çekicisi “başaramamak endişesinin zevkiyle çalışmak” bölümü gerçekten bir kenara not etmeye değer. Şiiri de bir “yaşama çabası” olarak görerek onu hak ettiği yüksekliğe eriştiriyor. İnsanlığın düştüğü en büyük yanılgılardan bir tanesi de kesinlikle bir başlangıç ve bir son bulma zorunluluğunu hissetmesidir. Bu elbette ki şiirde de kendisini göstermiş durumdadır. İşte bu paragrafta Uyar’dan bunun eleştirisini de koparabiliriz. Şiir insan yaşamında bir birleştirici görevi görür daima geçmişi ile geleceği arasında. Her zaman yaşantımız ve hayallerimiz arasında bir bağ kurmak çabası içerisindedir. Büyümesi daima bir ağaç gibi bir yandan kökleriyle toprağın dibine, bir yandan gökyüzüne doğrudur. Bu kadar insan olabildiğinden şiir, yüzyıllardır “bir yaşama çabasıdır”.

“üç kere üç dokuz eder / bilirsin / birin karesi birdir / karekökü de / bilirsin / “mutlu aşk yoktur” / bilirsin / … / ama baharda ya da dışarıda / sonsuz göğün altında / aşkın aşkla çarpımı / nedendir bilinmez / garip bir biçimde / hep sonsuzdur” Acı, umutsuzluk ve hüzün olur da aşk olmaz mı ? Elbette olur, olacak. Ama her konuda olduğu gibi aşkın da bir Uyarca’sı olacak. Örneğin bu şiirden, “Sibernetik” adlı şiirden konuşulabilir biraz. Her şey o kadar sıradan, o kadar olduğu gibidir. Her şey matematiğine, coğrafyasına, ve bütün bilimlere uygun ilerler, ilerlemek zorundadır. Her şey bir sebebe, bir sonuca ve önceden bilinebilir bir işleyiş sürecine sahiptir. Aşktaki bilinebilirlik ise, ona sınır çizilememezliğin hakim olduğundan ibarettir. Bu da bir bilinebilirliktir elbette ve yine Uyar’dan dökülen “söylenir ve yarım kalır / bütün aşklar yeryüzünde / bir kaktüs bol sudan nasıl / nasıl çürürse öyle” dizeleri destek çıkar bu yoruma. Bir genelleme yapılabiliniyorsa bir yerde orada bir öngörü mevcuttur, yine bir formüle edilebiliş mevcuttur. Uyar da burada aşkı alır ve herkesin farklı biçimlerde belki ama hep aynı noktaya doğru ilerlediğini ifade eder. Söyleyişteki o rahatlık ve basit bir benzetmeyi araç olarak kullanması asıl dikkat çeken nokta olur burada. Bir diğer örnek ise Turgut Uyar’ın huzursuzluğunu ve değişime duyduğu ihtiyacını aşkla birleştirilerek ortaya koyduğu “denize gidip dönen mavilerin bire indirgenen üçlüğü” adlı şiirin son bölümü: “gidip dönelim / belki bir yerde bir tohumda bir durumda belki / belki o ses o yudum o yumuşak döşekler yeşil yeşiller / ben taş çekerim yılmam çamur kararım yol döşerim / bakarsın göneniriz gidip dönelim / ben yılmam taş çekerim çamur kararım ben / senin de gürül gürül saçların var nasıl olsa” Esasında bu şiiri bütün olarak okuyup değerlendirmek gerekir. Ben de size bu bölümü sunup bütün üzerinden değerlendirmeye çalışacağım. Uyar mevcut bulunana karşı edindiği “kaşıntı” sonrası onu değiştirme, mikro ve makro anlamlarda devrimlere duyduğu ihtiyacı ortaya koymuştur. Bunun gerçekleştirebilmek için bir insanın elinden gelenin en fazlasını verebileceğini, sınırlarını zorlayabileceğini ifade etmiştir. Bunun yanında bir sevgiliye bu değişim sırasında hep ihtiyaç duyacağını es geçmemiştir. Yalnız bu devrimde kendine biçtiği rol elinden gelenin en fazlası, hatta gücünün üstüne çıkma çabasını koyarken ortaya, sevgilinin saçlarının varlığının ona yüklenen rol olarak anlatılması, sevgilinin Uyar’ın hayatında ve elbette ki şiirinde nasıl büyük rol oynadığı hakkında bize büyük ipuçları verir. Şiirin dönüp dolaşıp kilitlendiği kelime ise “gönenmek” kelimesidir. Kelime anlamı olarak, mutluluğu bulmak, huzura ermek gibi açıklanabilir bu kelime. Uyar’ın değişim sonucundaki beklentisidir gönenmek. Bir bakıma hayatını gönenebilmek için yaşar hale gelmiştir. Ve yine son dizeye getirilirse iş, yaşama amacı haline getirdiği bir eylemde Uyar hep sevgiliden bir parça taşıma zorunluluğunu bulundurmuştur içinde. Sevgilinin bir parçası dahi onun yaşam mücadelesinde en büyük yardımcısı olmuştur.

Üstüne bir şeyler söylenebilecek bir diğer konu ise Uyar’ın toplumculuğudur. Aslında bundan önce Uyar’da bir toplumculuk olup olmadığı sorusuna cevap verilmelidir fakat ortada bir “açlık çoğunluktadır” gerçeği olduğu için bu soruya hayır cevabı vermek pek akıllı işi değildir. Esasında hiçbir birey, eğer gerçek anlamda bir bireyse elbette, yaşadığı toplumun ve dünyanın siyasi-toplumsal gerçeklerinden kendini asla soyutlayamaz. Her ne kadar çaba bu yönde olsa dahi bir yerden bu gerçekler sizi yakalar ve istemsiz de olsa belli oranlarda hayatınızda yer edinir. Şiir yazmak da kendinden bir parça bırakmaksa ortaya, elbette bütün şairlerde bir toplumculuk bulunacaktır. Ayrımın olduğu nokta ise bunu ne oranda yansıttığınız ve ne derece iradeniz dahilinde bunun olduğudur. Uyar bu anlamda bize bıraktığı iki farklı şiirle güzel bir karşılaştırma imkanı sunmuştur. Bir kenara “tel cambazının tel üstündeki durumunu anlatır şiirdir” şiirini, bir kenara ise “açlık çoğunluktadır” şiirini koyarak bu karşılaştırmaya başlayabiliriz. Aslında iki şiir de anlatmak istediğini anlatma konusunda pek zorlamıyor insanı. İlk şiirden “sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum” ve “siz ne derseniz deyiniz / benim bir gizli bildiğim var” dizelerinden yola çıkarak temelde bir çevresinden kendini soyutlama ihtiyacı duyduğunu belirtebiliriz Uyar’ın. Bunun sebebini ise Uyar’ın bireysel iradesinin toplumun genel yönelimleriyle paralellik göstermediği ve belli bir zaman içerisinde de göstermeyeceği inancını barındırması olarak nitelendirebiliriz. Uyar her anlamda diğer insanlardan farklı bir yere oturtmuş kendini ve iki farklı düzlemde değerlendirmeye başlamıştır yaşamı. Bunlardan bir tanesi kendi yaşamı, bir tanesi ise geri kalan insanların yaşamıdır. Üzüntüler, mutluluklar, sorunlar, kısacası bütün yaşantı ayrılmıştır. Uyar’ın mutluluğu Uyar’ı ilgilendirir olmuş, toplumun mutluluğu toplumu. Aynı şekilde sorunlar ve üzüntüler de öyle. Fakat bunun kısa bir zamana özgü duygusal bir reaksiyon, bir öfkenin sonucu olduğunu düşünüyorum. Çünkü insanın kendini böyle bir soyutlamaya hapsetmesi imkansızdır. Devamında ikinci şiirdeyse diğer bütün toplumsal sorunlar açlık imgesinde birleştirilip okura sunulmuştur. Charles Fourier’in “Uygarlıkta yoksulluk, bolluğun ta kendisinden gelir.” sözünü doğrularcasını yazılmıştır şiir. Satın alma gücünün azınlığa, açlığınsa çoğunluğa bırakıldığı, sınıf çelişkilerinin şiddetle hissedilmesinin şiiridir. Unutulmasın bugün ve elbette ki dün, insanlar asla kaynakların yetersizliğinden aç kalır olmadı, aç olanlar temel ihtiyaçlarını bile karşılamaya yetersiz olan satın alma güçlerinden dolayı aç kaldılar. Uyar bunun şiirini yazmıştır, bir üstteki şiirin aksine bu sefer yalnızlığından sıyrılmış, kendine çoğunluğun sorunlarını dert edinmiş ve dillendirmiştir. Bütün bunların üstüne söylenebilecek tek şey Uyar’ın yaptığı tek şeyin yaşadığı iç çelişkileri, şiir haline getirerek bize sunduğudur sadece.

Turgut Uyar’ın diğer şairlerden ayıran çok farklı bir nokta vardır. Diğer şairler parçadır, Uyar ise bütündür. Diğer şairler parçalarda bütünlüğü bulur. Bir şiirin kendi içerisinde bütünlük göstermesidir mesela. Fakat Uyar’da bu böyle olmaz. İlk iki kitabını bir kenara bırakırsak, kitaplarını, şiirlerinin başlıklarını atarak okursak pek de bir değişiklik bulamayız. Kısaca Uyar şiir kitapları çıkarıp işte yüzlerce şiir yazmamıştır bana göre. O sözgelimi on bin dizelik bir yaşantı-destan dökmüştür ortaya sadece. İşte bu yaşantı-destanın sahibi mutsuzluklarını biriktirerek yaşadığı hayatını bize yüzlerce iyi şiir bırakarak geçirdi. Şimdi yapılması gereken tek şey, biraz Turgut Uyar okumak.




memet

kırlardan geliyorlar

kırlardan geliyorlar ellerinde sümbülteber
elbette kırlardan kırlardan gelecekler
başka türlü nasıl güzelleşir bu akşamüstleri
söyleyin nasıl dayanılır dükkanlara depolara
bu katran kokusu başka türlü nasıl geçer

sonsuza varmadan bir önceyiz sanki
-o sayının da bir adı vardı unuttum -
her şey öyle saydam öyle madensel
kapıların kilitleri açık ve herkes uykusuz
hepsinin elinde bir saat bir sümbülteber

eskiden şaşardık bazı şeylerin yokluğuna
artık bu yokları var etmeyi usladık
ağaçları budadık ormandan balıkları tuttuk denizden
hani bazı açılmaz sanılan kapıları omuzladık
çünkü herkesin elinde bir saat bir sümbülteber

hey koca dünya nasıl avucumuzdasın
nasıl da parlıyorsun ey gözleri maden
çözdüğüm bütün bulmacalardan zorludur yüreğin
elbette kırlardan gelecekler kırlardan
kırlardan gelecekler ellerinde sümbülteber

ey güzelim sümbül ve teber ey canım
gördüğüm sanki o değildi
sanki kuşlar albümünden bir maden


turgut uyar

Aylak Adam'dan Anayurt Oteli'ne Yusuf Atılgan Romancılığı

Yusuf Atılgan'ın iki romanı Aylak Adam ile Anayurt Oteli arasında yaklaşık 15 yıl var. Biri diğerinden 15 yıl sonra yazılmış iki roman arasında öyle benzerlikler göze çarpmakta ki insan, yazarın aynı konuyu farklı tekniklerle bir daha yazmış olabilme ihtimalini düşünmeden edemiyor. İki romanın da ana karakterleri (Aylak Adam için; C. , Anayurt Oteli için; Zebercet) yalnızlıkları ve toplumdan kopuk olmalarıyla öne çıkıyor ve ikisi de iletişimi -mutluluk da denilebilir- sadece tek bir kadında bulabileceğini düşünüyor.

Bu kadın Aylak Adam'da C.'nin varlığını hayal ettiği bir kadın (B.), Anayurt Oteli'nde ise Zebercet'in çalıştığı otele gelen ve bir gece kalan kadın. (Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın). Yani Aylak Adam'da C. var olduğuna inandığı bir kadını bulabilmenin hayalini kurarken, Anayurt Oteli'nde Zebercet var olan bir kadınla birlikte olabilmenin hayalini kuruyor.

"Ben toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın" (Aylak Adam'dan)

"Yastığı çevirdi, sarıldı; yüksek sesle 'Gelmeseydin ölürdüm.' dedi. Yastığı kokladı, öptü (...) Kadın bir şey sormuştu anlaşılan, 'Evet' dedi (...) Yüzünü yastıktan ayırıp kadınınkine benzetmeye çalıştığı ince bir sesle 'Ohh, bırakma sakın, memelerimi ısır' dedi. Az aşağı inip yastığı ısırdı. İnledi (...) İnce yorgun bir sesle, kulağına söyleniyormuş gibi yavaşça 'Ohh nasıl seninim' dedi." (Anayurt Oteli'nden)

Aslına bakılırsa C. ile Zebercet temelde birbirlerinden çok farklı insanlardır. C.; İstanbul'da yaşayan, üniversite öğrencileri ve sanatçılar arasında olan, oldukça zengin, kültürlü ve güçlü bir adamdır. Zebercet ise; ufak bir kentte yaşayan -Manisa olduğu anlaşılmaktadır- ilkokul mezunu bir otel çalışanıdır. Güçsüzdür, korkaktır ve acınası bir haldedir. Lakin aradıkları kadınlar ikisinde de saplantı haline gelmiştir. Onları sağlıksız bir psikoloji içine sürüklemiştir. İki karakterinde ruhsal halleri sırasıyla yalnızlık, umut ve hüsrandır.

1.YALNIZLIK

Aylak Adam'da C.nin yalnızlığı/toplumdan kopukluğu okuyucuya C.nin iç sesiyle aktarılır.

"Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum? Bir ben miyim düşünen? Bir ben miyim yalnız?"

C.'nin yalnızlığı Zebercet'in yalnızlığına göre biraz daha "şımarık" bir yalnızlıktır.

"Karı kocalar bile böyle değil mi? Ortak neleri var? Haftanın belli günleri et ete sürtünmekten başka? Gene de dayanıyorlar. Çünkü birlikte yaşamanın zorunluluğuna inanmışlar. İşte benim onlardan ayrıldığım buna inanmamam. Sıkıntımın da sevincimin de tek kaynağı bu. Gücün dayanmaktansa yalnızlığıma kaçarım"

Anayurt Oteli'nde ise Zebercet'in yalnızlığı/toplumdan kopukluğu okuyucuya anlatıcı tarafından aktarılır. Karakterin yalnız/toplumdan kopuk olma sebebi Zebercet'in çocukluk ve gençlik döneminde diğer insanlarca aşağılanması olarak gösterilir.

"Kollarından tutup içeri çekerlerdi. Kimi günler kadın yukarda bir erkekle olurdu. Oturup beklerdi. 'Uzattı seninki enişte'. Gülüşürlerdi. (...) Kadın inerken sözcüklere uymayan, kayıtsız bir sesle 'Aa küçük askerim gelmiş' derdi.

2.UMUT

Aylak Adam'da C. kitabın neredeyse başından son paragrafına kadar umut etmeyi sürdürür. Hatta iki defa bulduğunu zanneder. Güler ve Ayşe adında iki sevgilisi olur lakin aradığı kadın onlardan biri değildir. Ama onlardan ayrıldıktan sonra da umutsuzluğa düşmez ve hep aradığı kadını bulacağına inanır. Yazar bu umudu da C.'nin iç sesleriyle anlatır.

"birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. içimdeki sıkıntı eridi."

“- Senin aradığın kadın dünyada yok, dedi.

- Var! O olmasaydı ben olmazdım. Bu şehirde yaşıyor. Bir gün bulucam onu. “

Zebercet ise günlerce Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın'ın bir daha geleceği günü bekler. Kadının kaldığı odaya defalarca girip kullandığı eşyalarda kadından bir iz arar...

3.HÜSRAN

Aylak adamın hüsranı romanın son paragrafındadır. Aradığı kadını bulduğu an kaybettiğini anlayan Aylak'ın ağzından kısa, kesik, eylem yoğunluklu şu cümleler dökülür.

"Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı."

Zebercet'in hüsranı kadının bir daha gelmeyeceğini anladığı anda başlar. Bu hayal kırıklığı ona sebebini kendisinin de bilemeyeceği bir cinayet işletir ve romanın devamında hayalindeki mahkemelere çıkar. Psikolojisi git gide bozulan Zebercet en sonunda kendisini asar.

"Yüreğinin çarpıntısı yavaşlıyordu. Demiri bırakıp bir adım geri çekildi; yerdeki bardak kırıklarına baktı. Oda bozulmuştu; kadın gelmezdi artık. Yürüdü, odadan çıkarken bir haftadır yanan ışığı söndürdü."

Böylelikle iki roman finali açısından birbirinden farklı olmuştur. Aylak Adam'da C. için belli bir son yazılmamış, roman üç noktayla bitirilmiş ve devamı okuyucunun hayal gücüne bırakılmıştır. Yusuf Atılgan Cumhuriyet gazetesi için verdiği bir röportajda Aylak Adam'ı öldürmeyi tasarladığını ancak fazla melodramatik olacağını düşünerek C.'nin sonunu okura bırakmak istediğini söylemiştir.

Bu iki eser egzistansiyalizmin Türk Edebiyatı'ndaki önemli eserleri olmuşlardır. 1950lerden sonra Fransa'dan Avrupa'ya yayılan ve klasik romanlara karşı çıkan Yeni Roman hareketinin örneklerinden olmuşlardır. (Aylak Adam'da C.'nin isminin olmamasının sebebi Yeni Roman hareketiyle birlikte gelen, okuyucunun dikkatini kişilerden çok romanın yazısına, kurgusuna çekme fikrinden kaynaklanır) Yusuf Atılgan, yabancılaşmanın, tutunamamanın ilk örneklerini edebiyatımıza katmıştır.

Aylak Adam 1958 yılında Yunus Nadi Roman ödülünü kazanmış (jüride bulunan Orhan Kemal tarafından roman herhangi bir meseleye sahip olmamakla eleştirilmiştir), Anayurt Oteli ise Ömer Kavur tarafından beyaz perdeye aktarılmıştır...

"Ben çoğu geceler içiyorum. Şakağımdaki ağrıyı duymamak için, iştah açmak için falan diyorum ama değil, biliyorum. Bir çeşit umutsuzluktan kurtulmak için içiyorum. Belki kendi kendimden. İki çeşit içen vardır. Biri, benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer. Bir de şu çevrendekilere bak. Bunlar neden içiyorlar? Toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için. Çekinmeden bağırmak, yüksek sesle gülmek için. Dışarıda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır. Sokakta hiç gülmemek için burada gülerler. Böylesi az içer. Ya ben? İçiyorum da kurtulabiliyor muyum? Belki yalnız baş ağrısından...

Ya içmediğin zamanlar?"

r.

paralel

öpüştükçe çeviri şiirlere çalan sevgililer
sahiliğe vurulmuş bir darbe
bir ağlamak ölünün arkasına, mezarına kalan neyi varsa
ve bana benzerliğinle
çeviri şiirler

bir hayvan devam eder
evcilleştirilmiştir önce, çok önce
senin dedenin doğumundan önce
daha önce
bu toprağın, bu kıtanın dedesinden önce
benliğine vurulmuş bir darbe
evcilleştirilmiş bir hayvan
ve bana benzerliğinle

icat olunduğu an yok olma gerekliliğinin hissedildiği an olan alet
adını bilmediğim güzel alet
devam et
var olma çabası sana da ait
bir aynanın karşısı, bir iyi film
bir demirkubuz filmi sana da ait
devam et
kırıldığında yapıştırılanların yerine
tencerelerin, yumurtaların ve her türlü çaydanlığın
kimsenin gitmediği köylerin yerine
bir plato ne demektir bilir misin
işte onun yerine
devam et güzel alet
bana benzerliğinle

tırnakları devamlı denize uzayan kadın
eskimeyen pahalı halıların sahibi
keten şortların
ve
yüksek ganyanlı atlara oynayan bir kocanın sahibi
bir kocaya sahip olmak nasıl da benziyor bazen güz mevsimine
nasıl da benziyor bir bıkkın ege ilçesine
yorgun bir ege ilçesine
tırnakları denize uzayan bir ege ilçesine
ve bana benzerliğinle
alışkanlığının üçüncü gününde
alışkanlığının altıncı yılında
ve tabi ki
bir kadın denize uzayan tırnaklarıyla
ve bana benzerliğinle

memet

sokak II

renkler de başkadır zaten
benim elimin değdiği yok
hem benim bildiğim şehirler şurdan şuradır
şehirler işte canım; şiirler hüzünler

bin keredir yanaşmıyor kimse yüzünü alıp yürümeye
oysa bin keredir dedim oysa ay tepemizde minicik

o sırada bir kadın nerdeyse su katmakta rakısına
( öyle ya bir güvercindir hüzünleri
şimdi eli kulağında bir çiçek açar vakitsiz )

bırakalım başka türlü yaşansın sokaklardas
enin yürürken yanından geçtiğin ağaç
bir başkasının alnını dayadığı şarkı
mayıslar ağustoslar

mehmet nejat

Benim Kafka'm

Karanlığın hakim olduğu merdivenlerden yukarıya doğru bakıldığında ışıklar "Ben buradayım" diyordu. Bu aydınlık ve sıcak hüzme yine de her yeri ışıldatamıyordu. Hem her yeri sıcaklığıyla selamlamış olsa da henüz karşılaştığı kimsecikler yoktu.Sabahın kimsesizliği ve soğukluğu güneşin kaldırım taşlarında hissedildiği gibi hissediliyordu. Belki de bu yüzden insanlardan yoksundu.Ya da belki de insanların yataklarıyla olan tembel ilişkisiyle alakalıydı. Merdivenlerden aşağıya,karanlığa inildikçe daha fazla kimsesizlik,daha fazla sessizlik hakim oluyordu bu terk edilmiş metro istasyonuna. Burası eskimiş artık miladı geçmiş olan bir metro durağının merdivenleriydi. Kullanılmadığının anlaşıldığı daha fazla karanlığın hücumu ile fark edilebileceği gibi yürüyen merdivenlerin de durağanlaşmasından anlaşılıyordu. Tembel insanlar yataktaki ilişkilerini elektronik merdivene yüklemiş onunla mekandan çalarak zamana yükleniyordu. Modern insan böyleydi. Her daim yenisini kullanma çılgınlığı bu derece ilerlemiş ve eskimeyenleri eskitip yenileri de eskitmeye çabalıyordu. Sabahın bu erken saatinde sokakların bu en uzun en kısa yalnızlığında üstünde paltosu ve elinde feneriyle genç bir adam merdivenlerin başına geldi. Aşağıya inmeden tırabzanlara dayandı ve yeni boyanmış ucu sivri kundura ayakkabısını taşa hafif hafif vurarak ritim tutmaya başladı. Düşünceli gözüküyordu. Bir karar aşamasındaydı sanki. Birini ya da bir şeyi bekliyordu. Derin bir solukla kararını verdi ve feneri yakıp merdivenlerden inmeye başladı."Olmamam gereken bir yerdeyim bari biraz daha ışık olsaydı" dedi. Farelerin ve içkilerin o güzel hoş kokusunu aldı ve artık yanlış yer tezini güçlendirerek yoluna devam etti. Raylara doğru ilerledikçe loş bir ışığın fenerinin ışığına cevap verdiğini gördü. Bu ışığa biraz temkinli ama yine de merakla ilerledi. Bunu yapmasının bir sebebi olmalıydı. Buraya kim gelirdi eğer bir amacı yoksa?" Ama benim amacım nedir? Böyle bir yerde ne bulabilirim?"diye düşünürken ışığa biraz daha yaklaşmıştı. Duvarı döndükten sonra gördükleri onu biraz şaşırtmıştı. Açıkçası biraz da rahatlamıştı. Çünkü sıradan bir durum ve olayla karşılaşmıştı ama ya mekan?

Neden burası? Yuvarlak bir masanın üstüne koyu yeşil bir örtü serilmişti. Masada içki şişeleri biraz fıstık ve çekirdek vardı.Ve masanın varlığının amacı oyun kartları sürekli bir devinim yaşayarak ellerden masaya atılıyor sonra tekrar çekilip tekrar atılıyordu. Bu kartları oynayan dört adam vardı. İkisi iri yapılı esmerdi. Daha iri olanın ağzında puro vardı ve purosunun üstünde İtalyanları hatırlatan bir bıyık... Belki de İtalyan’dı ama ne kadar alakasız bir sahne olurdu. İncelemeye devam etti. Puro içen bıyıklı adam tam karşısında oturuyordu. Sağında ondan daha az iri olan parlak, düz, renkli kumaşlarla çok şık duran esmer adam oturuyordu. Solunda ise bir yazarı hatırlatan üstü başı pek dağınık kısa kıvırcık saçları düzensiz biri oturuyordu. Sürekli güldüğünden iyi bir izlenim bırakmıştı. Fakat daha sonra onu hatırlamayacaktı nedense. Çünkü kendisine sırtı dönük olan kişinin yüzünü daha görmemişti. O da esmer biriydi gördüğü kadarıyla.Eğlence ışığın ve insanların azlığına rağmen çoktu. Gülüşmeler, kahkahalar, şakalar birbirini izliyor ve masanın ciddi yeşil örtüsüne rağmen ortalığı şenlendiriyordu. Oyun kartları etrafta sürekli fır dönüyor bir rahata kavuşamıyordu. Birden kağıt atan elleri havada kaldı ve karanlıktan elinde feneriyle gelen bu paltolu adama baktılar. Bu bakışmalarla birlikte ona sırtı dönük adam da başını çevirdi, ince kaşını kaldırdı ve beklentisinin karşılandığını görünce mutlu bir sırıtışla yüz ifadesini değiştirdi. Bu gülen esmer surat Kafka'nınkiydi. Zaten ondan başkası olmazdı. Yeni tıraşlı kısa saçları, zayıf, esmer suratı ile evet kesinlikle oydu. Kafka elini uzattı ve ona "Hoş geldin biz de seni bekliyorduk" dedi. Paltolu adam gülümseyip bir anlam veremezken “Hoş buldum" dedi ve elini uzatıp Kafka'nın elini sıktı. Paltolu adam Kafka'nın gülümsemesindeki samimiyeti görünce kendine şaşırarak sorgulamayı kesti ve masadaki yerini alıp oyuna katıldı. Puro içen bıyıklı adamın yanına oturdu. Bu arada Kafka'nın da puro içtiğini gördü. Puro onu daha olgun göstermişti. Sanki yıllardır ahbaptılar ve sanki hep beş kişi olarak varmışlar gibi bir ortam oluşmuştu. Bu arada buraya nerelerden geldiklerini de öğrenmişti paltolu adam. İri yapılı, bıyıklı adam gerçekten de İtalyan’dı. Kafka Çek olmasına rağmen Almanya'da yaşıyordu ve buraya Fransa'ya gidip yanındaki dağınık görünüşlü Fransız yazarı alarak gelmişti. Diğer iri adam ise İspanyol’du ve esmerliğinin bu denli çekiciliğini de açıklamış oluyordu. Yeryüzünde güneşin ısıttığı kaldırımlarda tüm dünyanın gülüşmelerini birbiriyle paylaşması gerekirken onlar yeraltında kendilerine verilmiş bir görevi yerine getirir gibi sürekli gülüşüyor şakalaşıyorlardı. Bu bu kadar zor muydu gerçekten? Beş adam bir araya gelebiliyorsa bunun beş katı on katı insan neden kaynaşmıyordu birbirleriyle? Kendi sokak kaldırımlarında, güneşin ısıttığı taşlarda yürüyebiliyorsa insan bunu neden Fransa'da, Almanya'da, İspanya'da yapamasın? Güneş aynı güneş ve surat ifadesinin alacağı şekil aynı... Hala neden bu inat neden bu korku?Güneş öğleyi vurduğunda metro hala karanlıktı. Ne paltolu adam dışarı çıkıyor ne de ışık içeri girebiliyordu. Çünkü burasının sahipleri vardı. Farelerin evleri bu lüks kocaman terk edilmiş metroydu. Evsizler ısınmak için içmeye gelirdi. Bu yüzden bu kadar çok içki kokuyordu. Dört kişi için bir gülme, bir oyun oynama yeriydi. Ve son olarak bir kişi sadece bir kişi için bir rüyanın mekanıydı. Kafka, paltolu adama baktı. Yine ince kaşlarını kaldırarak büyük ön dişlerini göstererek güldü ve paltolu adam üzerinde birçok çağrışımlar bırakarak kayboldu. Bu, galiba vedaydı. Çünkü paltolu adam metro istasyonunu mekan olarak tasvir etmeyi, düşlemeyi bırakmıştı. Belki o dört dünya vatandaşı eylemdaş hala orada gülme işine devam ediyordu ve belki yine güneş orada kaldırım taşlarını ısıtıyordu. Ancak Kafka'nın o büyük dişleriyle gülüşü paltolu adamın üzerinde ta içten gelen bir samimiyet bırakarak onu tatlı uykusundan uyandırmıştı. Ve uyanmak, paltolu adam için, hayatının güneşin kaldırım taşlarını ısıttığının farkına bile varamayacak kadar monotonlaşması demekti.


ramazan

biz ağaçlarla bölüşürdük kuşları

kaldırımın üstünde duruyordun
gözlerin bakılmayacak kadar güzel

derhal bir şarkı çöktü yanıma
sen de ben de hiç beklemiyorduk
bir ressam gökyüzünü çiziyordu

karanlığın ortasında masmavi bir cigara yaktın
biliyordun kimse senin gibi gidemez

akşamlar süpürdü bulutları
seni öpecektim hiç bırakmayacaktım
utanmasam bir şarkı söylerdim / bağırarak

hem biliyordun kimse senin gibi gidemez

mehmet nejat

Gemi

Sen benim geceleri ne çektiğimi biliyor musun diye sorarak başladı söze. Kendisinden konuşmayı sevmez. Demek sorulunca bir kere… Bir ay oldu yaşamıyor. Acıkmasa ve sigara alması gerekmese dışarı çıkmayacak. Şimdi uzaklara giden bir gemide olabilse… Belki tekrar yaşar o zaman. Kimse onun geceleri ne çektiğini bilmiyor.Yatağın yanındaki sandalyeye oturdu. Pencereden dışarı baktı. Dar bir sokağa bakar evinin penceresi, sokağın sonunda yol ikiye bölünür. O ilk defa fark etti. Üç yıldır oturuyor bu evde halbuki, hem o daha bir aydır yaşamıyor. Nasıl fark etmez?! Düşündü, nereye gideceğini bilmeyen için bir yol ayrımının önemi yok. Bunca sene bilmedi nereye gittiğini. Neyse ki artık yaşamıyor. Şimdi uzaklara, çok uzaklara giden bir gemide olabilse, belki tekrar yaşar o zaman. Kimse onun geceleri ne çektiğini bilmiyor. Bir sigara yakıp sokağı seyretmeye devam etti. 18-20 yaşlarında –bir şeylere sinirlenen- iki adam bağıra çağıra küfrederek geçiyorlar, güpegündüz, yol ortası… Pencereden ne kadar dikkatli bakılabilirse o kadar dikkatli baktı onlara. Yaşamlarının nasıl olduğuna dair fikirler üretmek istedi. Sağdaki –diğerine göre daha uzun boylu, daha esmer ve yaşça daha büyük gözüken- liseyi ikiden bırakmıştır, bir süre boş boş dolaşmıştır. Sonra babası ölünce çalışmaya başlamıştır dedi kendi kendine. İlk defa bir kadınla 17 yaşında karhanede beraber olmuştur, sonra o karhanenin kapısından geçmemiştir bir daha. Saçma diye bağırıp sustu birden. Soldakini düşünmedi. Düşünse de tahmin edemezdi soldakinin yaşamını… Kalktı. Saat üç olmuş. Bu mevsimde hava saat altı gibi kararmaya başlar. Hava kararınca…Kimse onun geceleri ne çektiğini bilmiyor. Tuvalete gitti, işedi. Tuvalet aynasından, uzamış sakallarını gördü. Bir aydır tıraş olduğu yok. Ellerini sakallarına götürdü. Tam bu anda yüzü sanki yadırgadı ellerini. Eskiyi hatırladı. Yüzü sanki ellerini daha önce de yadırgamıştı. Çok düşünmedi. Yatağının yanındaki sandalyeye tekrar oturdu. Bir sigara daha yaktı. Tat alamadı. Bir şeyler yemeli… Dışarı çıkması gerek. Çıktı, sola dönüp yürümeye başladı.


Daha önce gitmediği bir lokanta arıyor. Alışmayı sevmiyor, yaşamadığından beri. Bulabilmek için yarım saate yakın yürüdü. Oturdu dışarıya bakan masalardan birine, bir çorba istedi.


(Bir yandan caddeden geçen insanları seyrediyor. Cadde memur tipli adamlarla dolu. Evlerine dönme saatleri gelmiş olacak. Yarın yine bu saatte bu caddeden yüzlerinde aynı yorgunluk ifadesiyle evlerine yürüyecekler. Ama o yarın bu lokantada olmayacak.) Lokantanın duvarındaki koca gemi resmini gördü. Ah, onun içinde olabilse, belki o zaman yaşar. Belki uzaklarda bilirler onun geceleri neler çektiğini…


Hesabı ödeyip lokantadan çıktı. 5-10 adım yürüdükten sonra bir berber dükkanının içindeki saate baktı. dörtkırkbeş. Havanın kararmasına bir saatten fazla var. Yavaş yavaş evine doğru yürümeye başladı. Sağda büyük bir reklam afişi dikkatini çekti. Afişteki güzel kadına uzunca baktı. Kadın zihninde bir takım çağrışımlar yarattı. “İnsan sadece en sevdiğiyle birlikte olmalı.” deyiverdi farkında olmadan. Kendi sesinden ürperdi. Bir süre sonra kendine geldi. Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Gördüğü ilk büfeden sigara aldı. Aklı afişte, canı sıkkın. Ah şimdi çok, çok uzaklara giden bir gemide olsa. Biraz daha yürüdükten sonra, evinin olduğu sokağa yürüdü. Aklı hala afişteki kadında. Kimi çağrıştırdığını hatırlayamıyor. Köşedeki dilenciye birkaç lira verip eve girdi. Yatağının yanındaki sandalyeye oturdu. Hala afişteki kadının kimi çağrıştırdığını düşünüyor. Bundan iki yıl önce bir kadınla tanışmıştı. O zamana kadar aslında yaşamadığını gösterdi ona kadın. Yaşamanın başka bir şey olduğunu. İnsan sadece en sevdiğiyle birlikte olmalı derdi hep. Bir gün lokantanın birinde oturmuş yemeklerin gelmesini beklerken dışarıdan geçen insanları seyrediyorlardı. “Memur tipli adamlar” dedi kadın. Onlar evlerindeki yabancılara bakabilmek için sabahtan akşama kadar çalışırlar. İstese bunları ve belki daha fazlasını hatırlayabilirdi. İstemedi. Hatırlasa tekrar yaşamak gerekirdi, biliyordu. Çok uzaklara, çok uzaklara giden bir gemide olabilse.Uyandı. Dışarıda

-Yusuf! diye bağıran bir kadının sesine irkildi.

Siz onun geceleri ne çektiğini bilemezsiniz…


r.


suç

ben tek bir adamım sen çift bir kadın
bütün esmerliğine boyadığım göğü yeri ve bütün evreni
belki de kahveyi bu yüzden çok seviyorum
yanaklarına sığındığımda ve sığdırdığımda bütün esmerliğimi
yalnızlığıma fazla ağır geliyorsun

memet

bomonti

zamana içerdik bütün içkileri
ve bu baştan ayağa bütün alacasına dahildi ömrümüzün

-dışarıda bir akşam vardı bir akşam vardı

eskilerden yürüdük biraz
hangi aşk hangi şarkıya mensup düşündük durduk
sen o kadınıydın bizim şiirimizin

nasıl derdi memo şöyle mi
“sen neslinin son örneği olan kadın”

mehmet nejat

şöyle

neslinin son örneği olan kadın
bu kadar güzel susabilmeyi nasıl beceriyorsun
duygularından ördüğü köprüler gibi kırılgan
yalnızlığını bir köprü altında bırakıp kaçan
ilginçtir, ne kadar da bana benziyorsun

gölgesi dahi sarışın olan kadın
boynundan bir zeytin dalı uzatırsın yanaklarıma
göğüslerini başım için beslersin, bilirim

öteden beri sevilesi
kadın

memet