3 Aralık 2011 Cumartesi

Yazmak Üzerine

“Her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır.” ( Dostoyevski)

Yazı yazmayı – beden gücü gerektiren işleri dahil etmezsek – dünyadaki en yorucu işlerden biri olarak görüyorum. En kötüsü de dışarıdan bakıldığında çok kolay görünüyor olması. Ne zaman birisi çıkıp yazı yazmayı; şiiri, romanı, hikayeyi vs. hakir görüyor işte o zaman eline kalemle kağıdı tutuşturmak için can atıyorum. Çünkü eğer şiir söyleyebilme gibi bir yeteneğiniz yoksa, bu iş, eline kalemi alıp beyaz kağıtla baş başa kalındığı an öyle bir değişiyor ki her bir kelime canlanıyor, alelacele bir şekilde sıralanıp sabırsızca birbirlerinin yerine geçmeyi planlıyorlar. Ya da yazar birdenbire beyninde harekete geçmiş kelimeler, bağlaçlar, edatlar vs. olduğunu düşünmeye başlıyor. ( Herkes için böyle olmayabilir tabi hatta sadece benim için böyle oluyor da olabilir ama kalem ve kağıt benim elimde olduğuna göre ey sen okur ya yazının devamını okuma ya da bana itimat et! )

Yazmanın tadını alan insan, yazdıkça kendisini anlamsız bir şekilde değerli hissetmeye başlıyor. Çünkü yazmak kağıtta kendi istediğiniz dünyayı yaratmanız olanağını veriyor. Herkes yazdıklarının bir nevi tanrısı oluyor bir noktadan sonra yazma işi insanı kendi yarattıklarının esiri yapıyor. Yazdıkça daha çok yazıyor insan ve her an – yolda, okulda, işte, yatmadan önce, tam yatarken, yemek yerken vs. – yeni karakterler düşünmeye başlıyor.

“Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz, yazı hariç” diyor Orhan Pamuk. Bu dediğini “Tanrı yarattıklarıyla oynayıp akıl karıştırır, ben karakterlerimle oynayıp akıl karıştırırım.” diye yorumlayamaz mıyız? Bence yorumlarız.

Bu şaşırtma isteği ya da karakterle oyun oynama isteği makul bulunabilir. Ama nesir için en büyük sorun “konu dışına çıkmak”tır

bence. (Onun bir kardeşi olsa, kardeşinin sevdiği bir kız olsun, kızı aslında sadece bir kere görmüş olsun. Bir dakika ne anlatmaya çalışıyorum ben!) Zaten Lord Byron da hemen yetişmiş bana ve “tek kusurum varsa o da konu haricine çıkmaktır.” demiş. Lord Byron yazarken kendisini tanrılaştıranlardan sanırım!

Yazının en önemli özelliklerinden biri de yazarın üslubudur. Nev-i şahsına münhasır bir üsluba sahip olmak ise bir yazarı en çok düşündüren, sıkan konulardan biridir. Çünkü yazarın kendine has bir üslubu yoksa, sadece kendisinin ve karakterlerinin saygı duyduğu birinden öteye gidemez. Üslubu olmayan yazar kendisinin tanrı(!)sı olur ve diğerlerinden farklı olmayan tanrı olmaz. Üslubun ise oluşması tamamıyla çalışmayla alakalıdır. Başlangıçta bütün yazarlar kendilerinden önceki yazarları bilerek yahut bilmeyerek taklit ederler. İmdadıma yetişen Tahir’ül Mevlevi bakın ne demiş:

“Yazı yazmak, mutlaka yazılmış yazıları taklit etmekle başlar. Bu tabii bir haldir. Çocuklar da başkalarını taklitle söze başlamazlar mı?”

Şimdiye kadar ne okudunuz hemen tekrar edeyim! Yazı yazmanın oldukça zor bir şey olduğunu, yazmanın tadını alan insanın içinde oluşan kibri, bu kibrin insanı konu dışına sürüklemesini ve oradan oraya sürüklenen yazarın okur tarafından saygı bekleyebilmesi için mutlaka bir üsluba sahip olması gerekliliği… Ve şimdi en önemli noktaya geldik. Diyelim ki bir yazar var ve o yazar; yazı yazmanın tadını almış, kibrini fark etmiş ve onu kontrol altında tutabiliyor, müthiş bir üslup kullanıyor. İşte en önemli nokta: Bu yazar ne anlatıyor? Bu noktada yazar anlatmak istediği konuyu iyi bilmeli, hitap ettiği kesimi göz ardı etmemelidir. Ya da Coleridge’nin şu paragrafından dersler çıkarmalıdır.

“Evet! (dedi keyiflenen okuyucu) işte bu zekice, işte bu deha. İşte bunu anlıyor ve hayran oluyorum buna. Tam aynı şeyi ben de yüzlerce kez düşünmüştüm. Başka deyişle bu adam bana kendi zekamı hatırlattı ve ona hayranlık duyuyorum.”

Peki bu kadar şey yazdıktan sonra bir çıkar da “ben kendime yazıyorum, kendim yazıp kendim okuyorum” ya da “madem öyle Kafka neden yazdıklarını yaktırmak istedi” derse senin bütün tanrılık hikayelerin çöp oldu diyenler olacaktır. Onlar bir daha düşünsünler.

r.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder