24 Eylül 2011 Cumartesi

Turgut Uyar Üzerine

"kendi öz hüznümüzün ılık tarlasında"

Acı, umutsuzluk ve hüzün üçüz kardeşlerdir. Kısır bir döngü içerisinde birbirlerini doğuran kardeşler. Alabildiğine kuşatmışlardır insanlığı ve yer edebildikleri kadar çok yer edinmişlerdir. Lakin her insan aynı şeye aynı tepkiyi veremeyeceğinden ötürü, kişi yaşantılarına etkileri farklı şekillerde meyvelerini vermiştir. –Her meyve iyi olmak zorunda değildir, unutulmasın.- İşte bu üçlü Turgut Uyar’ın yaşantısında da kendini, şiirinin omurgasını oluşturarak göstermiştir. Kişi karakteriyle organik anlamda ilişki kurabilen bu üç olgudan ötürü Uyar’ın şiiri içerisine ne çok fazla girebilirsiniz ne de uzağında durabilirsiniz, sonuç olarak neresinde olduğunuzu tam olarak kestiremezsiniz. Bu nedenle onun üzerine yazılan bütün yazılar –aynı bu yazıda olduğu gibi- kötü tahlillerden öteye gidemeyecektir. Kendimce şiirleri üzerinden birkaç çıkarım yazarak bir şeyler söylemeye çalışacağım, o kadar.

“ey artık ölmüş olan at! –dediler / ne güzeldi senin çılgınlığın, ne ulaşılırdı! / sen açardın, / … / binlerce kişi, / çocuklar, kadınlar, erkekler görkemli yahut / darmadağın giysileriyle herkes / körler ve cüzamlılar, bütün kutsal kitaplar kalabalığı, / … / senin mutlu ovanı doldurup / haykırırlardı. / büyük sesler içinde sen, geçerdin… /” Evet görüldüğü gibi şiirde kocaman bir at imgesi gözümüze sokuluyor. Peki neden at, at bu toplum için ne ifade ediyor diyerek Uyar’la olan sohbetimize başlayabiliriz. At bir alışkanlıktır bu toplum için. Yüzyıllar öncesinden başlamış olan atlarla yakınlaşma, fetişizme varan boyutlara ulaşmıştır. At sadece sosyal ve ya askeri hayatta değil bütün tarihine mal oluvermiştir toplumun. Öyle ki atı bulamadığımız pek anlatıya rastlayamayız. Çoğu efsanede at karşımızdadır. Efsaneler onunla doludur. Bütün efsanevi kahramanların en iyi dostu attır. Ve bu böyle uzar gider kısaca. Bu alışkanlık gözlere perde indirir dereceye varmış ve Uyar da sanırım bunu eleştirme ihtiyacını hissetmiştir kendisinde. Aslına bakılırsa Uyar’ın eleştirisi bu toplumda somutlanmıştır fakat alışkanlık bu topluma özgü değildir. Bütün insanlığın başına bela olan alışkanlık olgusunun bir eleştirisi olarak görüyorum ben bunu. Kısaca buradaki alıp verememe durumu atla ilgili değildir. Zaten alışkanlık konusunun bu kadar zararlı olması, alışkanlığı edinen tarafın, alışkanlığı edindiği nesneye, kişiye vb. karşı takındığı anormal boyuttaki tutumdur. Bu tutum karşısındakinin kusursuzluğuna olan inanç şeklinde kendini gösterir. Ötesinde alışkanlık edinilenin varlığına kişinin kendi varlığını bağlamasıdır. Oysa ki kişinin yaşaması ancak kendi varlığıyla mümkündür, varlığımızı tükettiğimiz anda yaşamamız konusuz kalır ve anlam tamamen yitik bir hal alır. Alışkanlığın bu uzun tanımından sonra tekrar şiire dönülürse, şiirde bireysel alışkanlığın daha üst seviyesi olan toplumsal alışkanlıkların eleştirisi mevcuttur. Çünkü biz alışkanlıklar ediniriz, onları kullanırız, işe yarar hale getiririz fakat büyük devinim içerisinde alışkanlıklarımız her anlamda bize zarar vermeye başlar ve ondan kurtulup ileri seviyesine konmamız gerekir. Bizim gerçekleştiremediğimiz nokta tam da burasıdır işte. Biz hep “ölmüş olan at”ın yine yaşamasını ve eskisi gibi devam etmesi için çabalarız. Bu bireysel anlamda bir yaşamın çekilmez hale gelmesine sebep oluyorsa toplumsal sonuçları çok daha fena seviyededir diye nitelendirilebilir. “At” dışında bir de “terzi” neden seçilmiştir, o düşünülebilir. Şiirin adı da malum “Terziler Geldiler”. Kötü ya da çirkin gibi kusurlu sıfatlarla nitelendirebildiğimiz durumlar her zaman için üstü örtülemez durumda değillerdir. Aksine insanlık tarih boyu hep bu yanlarını bir şekilde kapatmaya çalışmıştır. İşte terzilik bu gibi durumlarda devreye girer ve kusurların üstünü örtme sanatı olarak tanımlanabilir. Somutlandığında daha rahat anlaşılabilecektir. İyi görünmek için yeni bir elbiseye ihtiyacınız vardır ve bunun yeri terzidir, elbisenizde yırtılan yerleri diktirmeniz sizi daha güzel gösterecektir, bunun da yeri terzidir. Bu “sökük dikme” işlerini beceren insan hep terzidir. Şiirde bu sökük dikmeyi soyut bir düzleme yatırdığımızda karşımıza çıkan terzi imgesi daha rahat anlaşılabilir sanırım. Elbette böyle düşünüldüğünde terzinin her zaman dışarıda olmadığı da görülecektir, terzi kendimiz de olabiliriz. Söküğünü dikmeye çalışan her kimse terzi odur. Şiirdeki bütünlüğe yansıttığımızda ise elimize geçecek olan sanırım insanlığın kusurlarından biri olan alışkanlığın bitirilmesi ve ya üstünün örtülmesi işinin terzilere düşeceği gerçeğidir. Ki şiirde düşmüştür. Yine aynı konu üzerine Uyar’ın “su yorumcuları’na” şiirinden dizeler dökülebilir. “bir sürekli kaşınmadır yaşadığım / törelere ve alışkanlığa karşı” ve yine aynı şiirden “sözde kirlettiğimiz bütün her şey duruyor / bak ne diyorum sana, ele güne karşı” bölümleri Uyar’ın alışkanlık ve saplantı eleştirilerine nokta örnekler olarak verilebilir. Kaşınma, kişiyi rahatsız eden gündelik-sıradan bir durumdur. İşte bu kaşıntı töreler ve alışkanlıkla aynı yere konularak rahatsızlık durumu belirtilmiştir. Bu çok basit gibi duran gündelik bir olayın şiire iyi bir şekilde yedirildiği beyit şiir dersi olarak da okunabilir elbette bir yandan. Bunun devamındaki diğer beyit ise biz ve bizim dışımızda kalanlar şeklinde, daha toplumsal, siyasi ve tarihsel bir bakış açısıyla aynı konuya değindiği düşüncesi uyandırıyor.

“ben de bu dünyaya geldim geleli / ölmezsem, öldürmezsem / kim benim farkıma varır?” Turgut Uyar’ın yaşadığı dönemle de alakalı olarak, Uyar büyük bir kırdan kente göçe tanıklık etmiştir. İlk dönem şiirlerinden itibaren kendisini gösteren “göç eden yalnız birey” konusu bu üç dizeyle özetlenebilir sanırım. O dönem tutulan edebiyatçıların tutulmalarındaki en büyük sebepler bu tip konuları işlemeleri olmuştur kanımca. Biraz gereksiz yere istatistik verecek olursak 1945 yılında köy nüfusu yüzde 75 iken bu oran 1970 yılında yarı yarıya geliyor. O dönem şairlerinin hepsi de bu kente ilk kayan yüzde 25’lik kısımda olduklarından bu çalkantı ve çelişkiyi en somut haliyle yaşamışlardır. Bu da onları, onların bu konularda daha rahat yazabilmelerine götürmüştür. Köylerde veya kasabalarda herkes birbirini tanır, komşuluk fazlasıyla gelişmiştir, herkes birbirine güvenir ve yardım eder. Kişilerin kültürleri olsun, günlük ekonomik uğraşları olsun hep birbiriyle paraleldir. Fakat şehre göçle birlikte kaybolan bu bütün gerçeklikler kişiyi içine alır, bunaltır ve yalnızlaştırır. Diyalektiği yaşamla deneyleyebiliriz burada. Şöyle ki köylerdeki az sayıdaki insan kişiye fazlasıyla bir kalabalık yaratabilirken, metropollerdeki bol sıfırlı insan sayısı bireyi müthiş bir yalnızlık kuyusuna iter. Bugün hala aynı olay dönüp dolaşıp önümüze çıkmaktadır. Birey metropollerde kendini kabul ettirmek için sıra dışı işler yapmak durumundadır yoksa ömrünün sonuna kadar aynı yalnızlığa mahkumdur, oysa köyde sadece o köyde yaşıyor olman senin kabul görmen için yeterlidir. Ölmek ve öldürmek imgeleri ise işin abartı boyutudur. Yok mu dikkat çekmek için ölüp öldüren? Elbette var, fakat bu dikkat çekmenin tek yolunun bundan geçtiğini ifade etmek abartıdır. Zaten sanat abartı olmak zorundadır yoksa dikkat çekemez ve işlevini yerine getiremez. Yukarıda örnek verilen üç mısra “Malatyalı Abdo İçin Bir Konuşma” adlı şiirden. O şiir üzerinden biraz daha bu küçük insan konusuna değinilebilir. Mutsuzluğun hep geniş zaman kipine itilmesi Uyar tarafından dillendirilmiştir. Söz konusu küçük insan kendine kocaman bir mutsuzluk çemberi çizmiş ve kadın-başkaldırı haricinde bu çember dışına kendini çıkaramayacağı yanılgısına sarılmıştır. Ayrıca aşkın mutluluğu araç mutsuzluğuysa amaç olarak kabullendiği gerçeği çıkarımı da yapılabilir diye düşünüyorum. Yine aynı şiirden “biraz islam, biraz yaban ve cünüp / ve batı ve para en güzel kurtuluştu.” bölümü aynı tip insanın hayal dünyasıyla siyasi bir sentez oluşturularak eleştiri halini almış görünüyor. Es geçilmemesi gerektiğini düşündüğüm bir diğer nokta ise fiziksel tasvirde değişmez olan bıyık meselesi. Bıyık hakkındaki o dönem genel kanının erkek olmanın mecburiyeti olarak görülmesinin bunda etkisi olduğu düşünülebilir. Bu şiir dışında Uyar’ın yarattığı en önemli karakter bana göre Akçaburgazlı Yekta’dır. “Dünyanın En Güzel Arabistanı” kitabında kendini sıkça gösterir karakter. Yekta, Uyar’ın yine bu küçük insan üzerinden anlatmak istediklerinin bir aracı olmuştur. Biçim olarak da Uyar’ın ilk iki kitabı sonrası geçirdiği değişimin ifadesi olarak da ele alınabilir Yekta’nın bulunduğu şiirler. Tamamen düzyazıya yaslanmış fakat söyleyiş rahatlığını kaybetmemiş bir şiir ortaya çıkmıştır. Yekta toplumun genelinin suç olarak kabul ettiği eylemleri sırf toplumun geneli böyle kabul etti diye kabul etmeyen, sorgulayan ve karşı çıkması gerektiğinde karşısındaki kalabalığa rağmen devam eden bir karakterdir. Suçlu bulunması durumunda kendini halen yüce olduğu kabulünden vazgeçmeyen bir karakterdir. Karakterin kendini gösterdiği şiirler arasında şüphesiz “Akçaburgazlı Yekta’nın Mahkeme Kararını Aldığında Söylediği Mezmurdur” adlı şiir kendine ayrı bir yer edinir okurda. Sinan-Gülbeyaz ve Yekta arasındaki ilişkinin şiire dökülmesidir bu metin. İlk göze çarpan aile kurumunun eleştirisidir şüphesiz. Cinselliğin evli olanlara mahsus bir eylem olmasının eleştirisidir, bunun böyle dayatılıyor olmasının eleştirisidir. Evli olan Gülbeyaz ve Sinan’ın cinsel anlamda birbirlerine mecbur bırakılmasının eleştirisidir. Ve bu çizilen sınırları Gülbeyaz ve Yekta’nın doğru bildikleri şekilde aşmasıdır. Daha sonrasında yaptıklarının arkasında durmalarıdır. Paragrafın başında belirttiğim gibi Yekta çok şey bilen bir insan değildir, her şeyiyle küçüktür, ama arkasında durması gerektiği eylemin hep farkındadır. Gülbeyaz ile birlikte olması inandığı bir eylemdir, bundan utanmaz. Sinan’ın, toplumun ve ya yasaların ne düşündüğü önemli değildir. Onların Yekta’yı suçlu olarak nitelendirmesi karşısında gücü bunu tersine çevirmeye yetmez belki ama yüceliğini kendinde hep görür. Türkçede söylenmiş belki de en trajik lafı eder sonra Yekta: “Ona, Sinan’a –Bizi kov- dedim. / Onun kovduğu bizi ödeyecekti.” Bu da her yaptığımız işe bir bedel, bir değer biçme hastalığının ifadesidir. Bıraktığımız izlerin hiçbirini silemeyiz hayatta, ama bütün toplumlar bıraktığı izlerin karşılığında karşısından bir şey ister ve ya karşısına bir şey verir. Toplumun bütün kurumlaşmasının bütün örgütlenmesinin temellerinden birini bu alıp-verme olgusu oluşturur. Devamında Yekta ve Gülbeyaz’ın yargılanışı gerçekleştirilecektir elbette. “Yargıçların katına diktiler umudum nerdedir / Bizim inanarak ettiğimizi yerlere çaldılar, ululuğu nerdedir / Biz onu bulmuştuk, tükürdüler / Bizi kirlettiler, yazıklar oldu bize / Benim donumu ve Gülbeyaz’ın donunu / Ve yattığımız yatağın örtüsünü / Yüreksiz kişilere gösterip onları güldürdüler.” Yekta’nın açıkça isyanı vardır, inandıklarının başkaları tarafından ayaklar altına alınmasına karşı bir isyanı vardır. Fakat yalnızdır Yekta bu isyanda. Ve yalnız kalmış bir isyan her zaman törpülenmeye mahkumdur.

“Halbuki acemilik. Efendimiz acemilik. Bir taş alacaksınız, yontmaya başlayacaksınız. Şekillenmeye yüz tutmuşken atacaksınız elinizden. Bir başka taş, bir başka daha. Sonunda bir yığın yarım yamalak biçimler bırakacaksınız. Belki başkaları sever tamamlar. Ama her taşa sarılırken gücünüz, aşkınız, korkunuz yenidir, tazedir. Başaramamak endişesinin zevkiyle çalışacaksınız. Gelin böyle yapın demiyorum. Durduğum yerde kalmaktan korkuyorum. Şiir bir sanat olayı değildir. Bir yaşama çabasıdır önce. Yaşadığımıza tanıklık eder. Her gün yeni bir dünya içinde, her gün yeniden ve başka etkilerle duygulanan insan, her gün bunları yeni biçimlerle söylemelidir." Kendi ağzından dinliyoruz şimdi de Uyar’ı. Bu kadar fazla ve fazla olmasından öte iyi şiir yazabilmesinin ipuçlarını bir paragrafa sığdırabiliyor. Şiirin gerektirdiği bir çocukluk hevesinin olduğu çıkarımında bulunabiliriz sanırım. Kendini her yeni yazımda tazelemek gerekliliği ve en dikkat çekicisi “başaramamak endişesinin zevkiyle çalışmak” bölümü gerçekten bir kenara not etmeye değer. Şiiri de bir “yaşama çabası” olarak görerek onu hak ettiği yüksekliğe eriştiriyor. İnsanlığın düştüğü en büyük yanılgılardan bir tanesi de kesinlikle bir başlangıç ve bir son bulma zorunluluğunu hissetmesidir. Bu elbette ki şiirde de kendisini göstermiş durumdadır. İşte bu paragrafta Uyar’dan bunun eleştirisini de koparabiliriz. Şiir insan yaşamında bir birleştirici görevi görür daima geçmişi ile geleceği arasında. Her zaman yaşantımız ve hayallerimiz arasında bir bağ kurmak çabası içerisindedir. Büyümesi daima bir ağaç gibi bir yandan kökleriyle toprağın dibine, bir yandan gökyüzüne doğrudur. Bu kadar insan olabildiğinden şiir, yüzyıllardır “bir yaşama çabasıdır”.

“üç kere üç dokuz eder / bilirsin / birin karesi birdir / karekökü de / bilirsin / “mutlu aşk yoktur” / bilirsin / … / ama baharda ya da dışarıda / sonsuz göğün altında / aşkın aşkla çarpımı / nedendir bilinmez / garip bir biçimde / hep sonsuzdur” Acı, umutsuzluk ve hüzün olur da aşk olmaz mı ? Elbette olur, olacak. Ama her konuda olduğu gibi aşkın da bir Uyarca’sı olacak. Örneğin bu şiirden, “Sibernetik” adlı şiirden konuşulabilir biraz. Her şey o kadar sıradan, o kadar olduğu gibidir. Her şey matematiğine, coğrafyasına, ve bütün bilimlere uygun ilerler, ilerlemek zorundadır. Her şey bir sebebe, bir sonuca ve önceden bilinebilir bir işleyiş sürecine sahiptir. Aşktaki bilinebilirlik ise, ona sınır çizilememezliğin hakim olduğundan ibarettir. Bu da bir bilinebilirliktir elbette ve yine Uyar’dan dökülen “söylenir ve yarım kalır / bütün aşklar yeryüzünde / bir kaktüs bol sudan nasıl / nasıl çürürse öyle” dizeleri destek çıkar bu yoruma. Bir genelleme yapılabiliniyorsa bir yerde orada bir öngörü mevcuttur, yine bir formüle edilebiliş mevcuttur. Uyar da burada aşkı alır ve herkesin farklı biçimlerde belki ama hep aynı noktaya doğru ilerlediğini ifade eder. Söyleyişteki o rahatlık ve basit bir benzetmeyi araç olarak kullanması asıl dikkat çeken nokta olur burada. Bir diğer örnek ise Turgut Uyar’ın huzursuzluğunu ve değişime duyduğu ihtiyacını aşkla birleştirilerek ortaya koyduğu “denize gidip dönen mavilerin bire indirgenen üçlüğü” adlı şiirin son bölümü: “gidip dönelim / belki bir yerde bir tohumda bir durumda belki / belki o ses o yudum o yumuşak döşekler yeşil yeşiller / ben taş çekerim yılmam çamur kararım yol döşerim / bakarsın göneniriz gidip dönelim / ben yılmam taş çekerim çamur kararım ben / senin de gürül gürül saçların var nasıl olsa” Esasında bu şiiri bütün olarak okuyup değerlendirmek gerekir. Ben de size bu bölümü sunup bütün üzerinden değerlendirmeye çalışacağım. Uyar mevcut bulunana karşı edindiği “kaşıntı” sonrası onu değiştirme, mikro ve makro anlamlarda devrimlere duyduğu ihtiyacı ortaya koymuştur. Bunun gerçekleştirebilmek için bir insanın elinden gelenin en fazlasını verebileceğini, sınırlarını zorlayabileceğini ifade etmiştir. Bunun yanında bir sevgiliye bu değişim sırasında hep ihtiyaç duyacağını es geçmemiştir. Yalnız bu devrimde kendine biçtiği rol elinden gelenin en fazlası, hatta gücünün üstüne çıkma çabasını koyarken ortaya, sevgilinin saçlarının varlığının ona yüklenen rol olarak anlatılması, sevgilinin Uyar’ın hayatında ve elbette ki şiirinde nasıl büyük rol oynadığı hakkında bize büyük ipuçları verir. Şiirin dönüp dolaşıp kilitlendiği kelime ise “gönenmek” kelimesidir. Kelime anlamı olarak, mutluluğu bulmak, huzura ermek gibi açıklanabilir bu kelime. Uyar’ın değişim sonucundaki beklentisidir gönenmek. Bir bakıma hayatını gönenebilmek için yaşar hale gelmiştir. Ve yine son dizeye getirilirse iş, yaşama amacı haline getirdiği bir eylemde Uyar hep sevgiliden bir parça taşıma zorunluluğunu bulundurmuştur içinde. Sevgilinin bir parçası dahi onun yaşam mücadelesinde en büyük yardımcısı olmuştur.

Üstüne bir şeyler söylenebilecek bir diğer konu ise Uyar’ın toplumculuğudur. Aslında bundan önce Uyar’da bir toplumculuk olup olmadığı sorusuna cevap verilmelidir fakat ortada bir “açlık çoğunluktadır” gerçeği olduğu için bu soruya hayır cevabı vermek pek akıllı işi değildir. Esasında hiçbir birey, eğer gerçek anlamda bir bireyse elbette, yaşadığı toplumun ve dünyanın siyasi-toplumsal gerçeklerinden kendini asla soyutlayamaz. Her ne kadar çaba bu yönde olsa dahi bir yerden bu gerçekler sizi yakalar ve istemsiz de olsa belli oranlarda hayatınızda yer edinir. Şiir yazmak da kendinden bir parça bırakmaksa ortaya, elbette bütün şairlerde bir toplumculuk bulunacaktır. Ayrımın olduğu nokta ise bunu ne oranda yansıttığınız ve ne derece iradeniz dahilinde bunun olduğudur. Uyar bu anlamda bize bıraktığı iki farklı şiirle güzel bir karşılaştırma imkanı sunmuştur. Bir kenara “tel cambazının tel üstündeki durumunu anlatır şiirdir” şiirini, bir kenara ise “açlık çoğunluktadır” şiirini koyarak bu karşılaştırmaya başlayabiliriz. Aslında iki şiir de anlatmak istediğini anlatma konusunda pek zorlamıyor insanı. İlk şiirden “sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum” ve “siz ne derseniz deyiniz / benim bir gizli bildiğim var” dizelerinden yola çıkarak temelde bir çevresinden kendini soyutlama ihtiyacı duyduğunu belirtebiliriz Uyar’ın. Bunun sebebini ise Uyar’ın bireysel iradesinin toplumun genel yönelimleriyle paralellik göstermediği ve belli bir zaman içerisinde de göstermeyeceği inancını barındırması olarak nitelendirebiliriz. Uyar her anlamda diğer insanlardan farklı bir yere oturtmuş kendini ve iki farklı düzlemde değerlendirmeye başlamıştır yaşamı. Bunlardan bir tanesi kendi yaşamı, bir tanesi ise geri kalan insanların yaşamıdır. Üzüntüler, mutluluklar, sorunlar, kısacası bütün yaşantı ayrılmıştır. Uyar’ın mutluluğu Uyar’ı ilgilendirir olmuş, toplumun mutluluğu toplumu. Aynı şekilde sorunlar ve üzüntüler de öyle. Fakat bunun kısa bir zamana özgü duygusal bir reaksiyon, bir öfkenin sonucu olduğunu düşünüyorum. Çünkü insanın kendini böyle bir soyutlamaya hapsetmesi imkansızdır. Devamında ikinci şiirdeyse diğer bütün toplumsal sorunlar açlık imgesinde birleştirilip okura sunulmuştur. Charles Fourier’in “Uygarlıkta yoksulluk, bolluğun ta kendisinden gelir.” sözünü doğrularcasını yazılmıştır şiir. Satın alma gücünün azınlığa, açlığınsa çoğunluğa bırakıldığı, sınıf çelişkilerinin şiddetle hissedilmesinin şiiridir. Unutulmasın bugün ve elbette ki dün, insanlar asla kaynakların yetersizliğinden aç kalır olmadı, aç olanlar temel ihtiyaçlarını bile karşılamaya yetersiz olan satın alma güçlerinden dolayı aç kaldılar. Uyar bunun şiirini yazmıştır, bir üstteki şiirin aksine bu sefer yalnızlığından sıyrılmış, kendine çoğunluğun sorunlarını dert edinmiş ve dillendirmiştir. Bütün bunların üstüne söylenebilecek tek şey Uyar’ın yaptığı tek şeyin yaşadığı iç çelişkileri, şiir haline getirerek bize sunduğudur sadece.

Turgut Uyar’ın diğer şairlerden ayıran çok farklı bir nokta vardır. Diğer şairler parçadır, Uyar ise bütündür. Diğer şairler parçalarda bütünlüğü bulur. Bir şiirin kendi içerisinde bütünlük göstermesidir mesela. Fakat Uyar’da bu böyle olmaz. İlk iki kitabını bir kenara bırakırsak, kitaplarını, şiirlerinin başlıklarını atarak okursak pek de bir değişiklik bulamayız. Kısaca Uyar şiir kitapları çıkarıp işte yüzlerce şiir yazmamıştır bana göre. O sözgelimi on bin dizelik bir yaşantı-destan dökmüştür ortaya sadece. İşte bu yaşantı-destanın sahibi mutsuzluklarını biriktirerek yaşadığı hayatını bize yüzlerce iyi şiir bırakarak geçirdi. Şimdi yapılması gereken tek şey, biraz Turgut Uyar okumak.




memet

1 yorum:

  1. korkunç bir haftanın ardından dünyanın en sert ama havaalanında satıldığı için en pahalı simit-çay eşliğinde okudum bu yazıyı. bir gece önce bu şiir üzerine düşünmekten uyuyamamış sonra da bunu konuşabileceğim biri yok diye hüzünlenmiştim. bunları bizimle çok yıllar önce paylaştığınız için teşekkürler.

    YanıtlaSil