24 Eylül 2011 Cumartesi

Benim Kafka'm

Karanlığın hakim olduğu merdivenlerden yukarıya doğru bakıldığında ışıklar "Ben buradayım" diyordu. Bu aydınlık ve sıcak hüzme yine de her yeri ışıldatamıyordu. Hem her yeri sıcaklığıyla selamlamış olsa da henüz karşılaştığı kimsecikler yoktu.Sabahın kimsesizliği ve soğukluğu güneşin kaldırım taşlarında hissedildiği gibi hissediliyordu. Belki de bu yüzden insanlardan yoksundu.Ya da belki de insanların yataklarıyla olan tembel ilişkisiyle alakalıydı. Merdivenlerden aşağıya,karanlığa inildikçe daha fazla kimsesizlik,daha fazla sessizlik hakim oluyordu bu terk edilmiş metro istasyonuna. Burası eskimiş artık miladı geçmiş olan bir metro durağının merdivenleriydi. Kullanılmadığının anlaşıldığı daha fazla karanlığın hücumu ile fark edilebileceği gibi yürüyen merdivenlerin de durağanlaşmasından anlaşılıyordu. Tembel insanlar yataktaki ilişkilerini elektronik merdivene yüklemiş onunla mekandan çalarak zamana yükleniyordu. Modern insan böyleydi. Her daim yenisini kullanma çılgınlığı bu derece ilerlemiş ve eskimeyenleri eskitip yenileri de eskitmeye çabalıyordu. Sabahın bu erken saatinde sokakların bu en uzun en kısa yalnızlığında üstünde paltosu ve elinde feneriyle genç bir adam merdivenlerin başına geldi. Aşağıya inmeden tırabzanlara dayandı ve yeni boyanmış ucu sivri kundura ayakkabısını taşa hafif hafif vurarak ritim tutmaya başladı. Düşünceli gözüküyordu. Bir karar aşamasındaydı sanki. Birini ya da bir şeyi bekliyordu. Derin bir solukla kararını verdi ve feneri yakıp merdivenlerden inmeye başladı."Olmamam gereken bir yerdeyim bari biraz daha ışık olsaydı" dedi. Farelerin ve içkilerin o güzel hoş kokusunu aldı ve artık yanlış yer tezini güçlendirerek yoluna devam etti. Raylara doğru ilerledikçe loş bir ışığın fenerinin ışığına cevap verdiğini gördü. Bu ışığa biraz temkinli ama yine de merakla ilerledi. Bunu yapmasının bir sebebi olmalıydı. Buraya kim gelirdi eğer bir amacı yoksa?" Ama benim amacım nedir? Böyle bir yerde ne bulabilirim?"diye düşünürken ışığa biraz daha yaklaşmıştı. Duvarı döndükten sonra gördükleri onu biraz şaşırtmıştı. Açıkçası biraz da rahatlamıştı. Çünkü sıradan bir durum ve olayla karşılaşmıştı ama ya mekan?

Neden burası? Yuvarlak bir masanın üstüne koyu yeşil bir örtü serilmişti. Masada içki şişeleri biraz fıstık ve çekirdek vardı.Ve masanın varlığının amacı oyun kartları sürekli bir devinim yaşayarak ellerden masaya atılıyor sonra tekrar çekilip tekrar atılıyordu. Bu kartları oynayan dört adam vardı. İkisi iri yapılı esmerdi. Daha iri olanın ağzında puro vardı ve purosunun üstünde İtalyanları hatırlatan bir bıyık... Belki de İtalyan’dı ama ne kadar alakasız bir sahne olurdu. İncelemeye devam etti. Puro içen bıyıklı adam tam karşısında oturuyordu. Sağında ondan daha az iri olan parlak, düz, renkli kumaşlarla çok şık duran esmer adam oturuyordu. Solunda ise bir yazarı hatırlatan üstü başı pek dağınık kısa kıvırcık saçları düzensiz biri oturuyordu. Sürekli güldüğünden iyi bir izlenim bırakmıştı. Fakat daha sonra onu hatırlamayacaktı nedense. Çünkü kendisine sırtı dönük olan kişinin yüzünü daha görmemişti. O da esmer biriydi gördüğü kadarıyla.Eğlence ışığın ve insanların azlığına rağmen çoktu. Gülüşmeler, kahkahalar, şakalar birbirini izliyor ve masanın ciddi yeşil örtüsüne rağmen ortalığı şenlendiriyordu. Oyun kartları etrafta sürekli fır dönüyor bir rahata kavuşamıyordu. Birden kağıt atan elleri havada kaldı ve karanlıktan elinde feneriyle gelen bu paltolu adama baktılar. Bu bakışmalarla birlikte ona sırtı dönük adam da başını çevirdi, ince kaşını kaldırdı ve beklentisinin karşılandığını görünce mutlu bir sırıtışla yüz ifadesini değiştirdi. Bu gülen esmer surat Kafka'nınkiydi. Zaten ondan başkası olmazdı. Yeni tıraşlı kısa saçları, zayıf, esmer suratı ile evet kesinlikle oydu. Kafka elini uzattı ve ona "Hoş geldin biz de seni bekliyorduk" dedi. Paltolu adam gülümseyip bir anlam veremezken “Hoş buldum" dedi ve elini uzatıp Kafka'nın elini sıktı. Paltolu adam Kafka'nın gülümsemesindeki samimiyeti görünce kendine şaşırarak sorgulamayı kesti ve masadaki yerini alıp oyuna katıldı. Puro içen bıyıklı adamın yanına oturdu. Bu arada Kafka'nın da puro içtiğini gördü. Puro onu daha olgun göstermişti. Sanki yıllardır ahbaptılar ve sanki hep beş kişi olarak varmışlar gibi bir ortam oluşmuştu. Bu arada buraya nerelerden geldiklerini de öğrenmişti paltolu adam. İri yapılı, bıyıklı adam gerçekten de İtalyan’dı. Kafka Çek olmasına rağmen Almanya'da yaşıyordu ve buraya Fransa'ya gidip yanındaki dağınık görünüşlü Fransız yazarı alarak gelmişti. Diğer iri adam ise İspanyol’du ve esmerliğinin bu denli çekiciliğini de açıklamış oluyordu. Yeryüzünde güneşin ısıttığı kaldırımlarda tüm dünyanın gülüşmelerini birbiriyle paylaşması gerekirken onlar yeraltında kendilerine verilmiş bir görevi yerine getirir gibi sürekli gülüşüyor şakalaşıyorlardı. Bu bu kadar zor muydu gerçekten? Beş adam bir araya gelebiliyorsa bunun beş katı on katı insan neden kaynaşmıyordu birbirleriyle? Kendi sokak kaldırımlarında, güneşin ısıttığı taşlarda yürüyebiliyorsa insan bunu neden Fransa'da, Almanya'da, İspanya'da yapamasın? Güneş aynı güneş ve surat ifadesinin alacağı şekil aynı... Hala neden bu inat neden bu korku?Güneş öğleyi vurduğunda metro hala karanlıktı. Ne paltolu adam dışarı çıkıyor ne de ışık içeri girebiliyordu. Çünkü burasının sahipleri vardı. Farelerin evleri bu lüks kocaman terk edilmiş metroydu. Evsizler ısınmak için içmeye gelirdi. Bu yüzden bu kadar çok içki kokuyordu. Dört kişi için bir gülme, bir oyun oynama yeriydi. Ve son olarak bir kişi sadece bir kişi için bir rüyanın mekanıydı. Kafka, paltolu adama baktı. Yine ince kaşlarını kaldırarak büyük ön dişlerini göstererek güldü ve paltolu adam üzerinde birçok çağrışımlar bırakarak kayboldu. Bu, galiba vedaydı. Çünkü paltolu adam metro istasyonunu mekan olarak tasvir etmeyi, düşlemeyi bırakmıştı. Belki o dört dünya vatandaşı eylemdaş hala orada gülme işine devam ediyordu ve belki yine güneş orada kaldırım taşlarını ısıtıyordu. Ancak Kafka'nın o büyük dişleriyle gülüşü paltolu adamın üzerinde ta içten gelen bir samimiyet bırakarak onu tatlı uykusundan uyandırmıştı. Ve uyanmak, paltolu adam için, hayatının güneşin kaldırım taşlarını ısıttığının farkına bile varamayacak kadar monotonlaşması demekti.


ramazan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder