15 Ekim 2012 Pazartesi

ekim 2012 / 4

ne söyledimse suyadır


öykündüm de durdum senin gecene 
bir ağacı nasıl çizersin biliyorum artık
biliyorum gemiler nasıl durur suyun üstünde
yazlık sinemalarda gazozlu ağızlarıyla gülümser çocuklar
tüm bunları görüyorum 
akşamları yokuşlar iniliyor yokuşlar çıkılıyor akşamları
bir bardak tuttum muydu soyunasım geliyor hemen
sıcacık bir şenlik sokuluyor içime
o zamandan beridir ağaçlı yolları ısırıyor gözüm

ayın ışığında bir geyik eğilmiş kana kana - inanmışsın
duruyor gölgesiyle resmimizde
sabah olmuş olsun
çıkrıklar dönmüş durmuş
biliyorum bir resmi sabahlara bulayacak olan 
başucunda o sonsuz aydınlık

biz böyle yaşarız sevdayı senle
bir kısacık saçı okşamaz da 
gönlüm bir ucundan sever seni
ne kadar kuşatmış olsak da acıyı

unutma acılar tarih dersleridir
bütün coğrafyaların

mehmet nejat

Bir Roman Tefrikası



III

     Çay bardağı üç şeker için büyük dört şeker içinse küçük gibiydi. Paspal son şekeri kırmaya üşendiğinden üç şekerli çayın içerisinde kaşığı hafifçe döndürmeye başladı. İlk yudum çatlamış dudaklarında bir sızı hissettirdi. İlginç bir haz alıp bu sızıdan, hemen ikinci yuduma davrandı. Bu ayda içlerini ısıtacak bir güneş bulamayan pazarcıların hemen hemen hepsi çaya güneş muamelesi yapıyorlardı. Tezgahlar hazırdı. Paspal savaşmaya hazır bir ordunun kumandanı gibi düzenli dizilmiş iç çamaşırlarının başında duruyordu. Çok değil bir yarım saat sonra yavaş yavaş Fındıkzade’nin bu birbirine çok benzeyen sokakları yağmacıları andıran, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu, bir insan topluluğu tarafından işgal edilecekti. İyi hazırlanılmalıydı. Yağmur bugün pazarcıları yalnız bırakmayacak  gibiydi, çadırları sıkı kurmak gerekirdi. Kış aylarında pazarlarda en çok görülen hadise, yağmur suyunu artık taşıyamayacak hale gelen çadırın bir kenarından boşalan suyun insanları boydan sınamasıydı. Ve ardından hiç beklemediğiniz teyzelerden, kelime anlamlarına uzak kaldığınız orijinal küfürler savrulurdu.
     Paspal saat henüz iki iken artık beşinci kere bozulan çadırına edecek küfür bulamadığından çamaşırları toplamaya başladı. Kazandığı kadar kazanmış, fazlasına ihtiyaç duymamıştı. Bir daha pazara geri dönmemek üzere pazardan ayrıldı. Bağırmayan bir pazarcının eksilişini pazar ahalisinin pek umursamaması çok normaldi. Yanındaki çocuğun cebine yüz lira sıkıştırıp çamaşırları da ona bıraktı. Bir Lark yapıştırıp ağzına yağmurun içine bıraktı kendisini.
     Bir yarım saat kadar sonra Kerem’in yanında aldı soluğu Paspal. Kerem aslında Şükrü’nün arkadaşıydı. Paspal ömründe birkaç kez gördüğü bu adama en fazla üçer beşer kelimelik cümleler kurmuştu ama bu saatte yalnız başına bir şeyler içmek akıllı işi değildi. Şükrü’nün yalnızlıkkırıcı yönü işe yaramışa benziyordu. Meyhaneye girer girmez Kerem’in karşısındaki sandalyeye yöneldi ve bir kural olarak rakı istedi. Kerem gülümseyip, eliyle ve kısılan sağ gözüyle genelde “Hayırdır?” anlamına gelen hareketi yaptı. Paspal’ın umutsuzluğu, sinmişliği ve geri kalan buna benzeyen bütün sıfatları yanaklarından yola çıkarak bütün suratına yayılmıştı. Sadece bir istisna olarak burnu her ne olursa olsun suratındaki genel hakimiyete karşı koyup halini koruyordu. Küçük denebilecek burnu ciddi olmasına izin vermeyecekmiş gibi dursa da Paspal onu da bastırdı ve ne söylemek istediğini tam da tasarlamadan cümlelerine başladı:
     “Zor. Yani ne bileyim ağbi. Sadece zor diyebiliyorsun. İş de değil ki. İş ne ? Bulursun, çalışırsın, bırakırsın. Ama bu değil yani sadece iş değil. Hep böyle.”
     Paspal duraksadı ve sadece iş değil kısmının altını doldurması gerekiyormuş gibi bir zorunluluk hissetti. Oysa Kerem’in hiçbir beklentisi yoktu. Paspal’ın kendini zorladığı karşı taraftan bakınca daha rahat anlaşılıyordu. Kerem ikinci çeyrekliği yuvarladıktan sonra rakı bardağını masaya koydu, gözlerini hazırladı:
    “Kolay ne var ki? Bir yemek yemek, o da çiğnemeden yutulmuyor. Bak ben gözümü ilk açtığımda annem yoktu yanımda bu meyhane vardı. Böyle bakarsın ya arkana, çocukluk dersin, top oynama dersin, kızlara aşık olursun falan. Ben onları bilmedim hiç. Ben bir babamı bildim. Yanında nefes almaya korktuğum babamı. Öyle çok dövmezdi sövmezdi ama bilirdim elinin ağır olduğunu. Daha çocuktum ilkokul çağındayken öğle yemeğine eve giderdim, annem ellerime tutuştururdu kapları, doğru meyhaneye yollardı. Burada babamla yerdik oradan tekrar okula. Akşam çıkardım, hiç dışarı mışarı yok, direk meyhaneye. Öyle öyle geçti yıllar işte. Haftasonu, yaz, yarıyıl bütün tatillerde buradayım. Lisede bütün arkadaşlar haftasonu sevgilileriyle buluştu, ben burada millete rakı dağıttım. Sonra karar verdim, kurtulacağım buradan dedim. Başka bir şehre giderim dedim. Kimseye bahsetmiyorum ama bundan. Babam duysa liseyi bile bitirmeden alır beni. Okul zamanı biraz hayal kuruyorum, ulan diyorum gitsem Ankara’ya, İzmir’e, özgürlük diyorum var mı daha başka şeye gerek? Çocukluğum çalışarak geçmiş zaten, gene çalışırım. Bir yandan çalışırım bir yandan okurum. Bir kıza aşık olurum, belki onunla evlenirim. Bir sürü arkadaş. Karışan eden yok. Hangi saatte gelmişsin, hangi saatte gitmişsin kimin umurunda? Hayaller böyle giderken geldi çattı zaman. Kazandım Ankara’yı. Mecbur açacaksın artık konuyu. Önce anneme söyledim. Annem ne diyecek kadın, o da babamdan korkuyor. Bir gün topladım cesareti, artık kayda gidilecek. Dedim böyle böyle. Konuşuyorum ama bacaklarımı kollarımı sıkmışım öyle konuşuyorum. Bekliyorum bağırsın çağırsın. Milletin babaları çocukları okusun isterdi, biz kazandık bizimki bakalım ne diyecek? Lan bizimkinde öyle bir zihniyet var ki, hazırda meyhane, gelirsin gene burada çalışırsın. Kendisi de emekli olacak güya. Ben bakacağım onlara. Neyse bu bir durdu, ağzını dudaklarını falan bir oynattı sonra bir bağırdı bana, hala kulaklarımda. Lan, dedi, ben yıllarca niye baktım sana dedi. Küfür falan ediyor ama art arda artık ne dediğini anlamıyorum. Sanki terk ediyorum bir daha gelmem geri. Okurum iş sahibi olurum bir daha bunları küçük görürüm. Bizim baba öyleydi, çocuk kendi başına aman bir şey yapmasın. Kendi yaparsa babadan büyük görür kendini saygısızlık olur. Çocuk babanın lafını dinlemez sonra. Neyse en son siktir git, dedi. Siktir git. Gelme daha da. Gözlerim doldu, annem yalvar yakar bir babamın yanına gidiyor salona, bir yanıma odama geliyor. Bavula koydum eşyaları, tamam dedim gidiyorum ben. Annem ağlıyor, ben ağladım ağlayacağım, bizim babada tık yok. Baktı annem olacak gibi değil, gitti içerden artık ne zaman attıysa kenara biraz para verdi. Elime de bir telefon numarası sıkıştırdı. Dayımın oğlununmuş. Hayatımız evle meyhane arasında geçmiş tanımıyoruz ki doğru düzgün akrabaları da. Çıktım, otogara gittim gece. Bulduğum ilk otobüse de atladım geldik Ankara. Kayıt için belgeleri de hazırlamışım. Yanımda bir valiz sadece. Sabahın körü, dedim arasak mı şimdi, olmaz daha erken. Yürüyorum ama nerdeyim, nereye yürüyorum ben de bilmiyorum. Bir çorbacı gördüm, sıcak sıcak indirdim mideye. Çıktım tekrar öylesine yürüyorum. Aslında pek arayasım da yok dayıoğlunu. Özgürlük geldi ya bana. Ama mecbur arayacaksın tabi. Neyse konuştuk, buluştuk. Birkaç gün orada kaldım ama onların da yatacak yeri yok zaten. Kaydı yaptırdım okula bir de iş bulduk bana, bir de pansiyon. Yalnızım ilk zamanlar tabi, daha okul da açılmamış. En büyük eğlence yürümek, yürüyorum ama nasıl, bir yandan diyorum oğlum Kerem al işte istediğin gibi yaşa, bir yandan özlüyorum. Ulan insan arada kalıyor. Babamı bile özlüyorum arada. Neyse okul başladı. Akşamcıydım ben okulda. Gündüz çalış, akşam okula git. 8’de kalk işe git. İş dediğim bizim dayıoğlunun tanıdığı bir muhasebeci varmış, onun yanına soktu. İlk baş temizlik yapıyorum, çay getir götür takılıyorum, yavaştan da işi kapayım diye adamın yanında çalışan bir harbi eleman var onun yaptıklarını gözlüyorum. Okula gidiyorum, birkaç arkadaş da edindim. Oturuyoruz konuşuyoruz falan ama ben sönük bir tipim. Lisede falan da yoktu zaten öyle çok arkadaşım. Arkadaşlar konuşuyor, ben çayımı yudumluyorum sürekli. Arkadaşlar da oldu mu böylece, o da tamam. Bir de bir kız var fakülteden, akşam dersten çıkınca direk evine yollanıyor. Ben de vuruyorum peşinden. Sanıyorum ki hiç bilmiyor takip ettiğimi. Ulan insan birini takip eder de öndeki bilmez mi arkasında biri olduğunu. Bir gün değil beş gün değil. Evine kadar takip ediyorum daha sorsan adını bilmiyorum, o haldeyim. Neyse günler geçti, derken haftalar geçti. Arada annemle konuşuyorum telefonda. Birer birer olmuş oluyor işte istediklerim. Para desen var az çok cepte, zaten çok harcamıyorum. Arada arkadaşlarla bira içtiğimiz oluyor, bir de pansiyon, başka gider yok. İçimde bir his var, kötüyüm. Belki de öyle bir his yoktu da onu ben sonradan uydurdum da ben de inandım. Bilmiyorum işte. Dedim kıza söyleme vakti artık. Okuldan çıktık biraz yürüdük, yaklaştım arkadan, çevirdim kızı. Ulan çevirdin de insan bir düşünür değil mi, bir der ki çeviriyorsun da ne diyeceksin, bilmiyorum. Kalakaldım. Ne var, dedi, bilmiyor muyum peşimden geldiğini, dedi. Ben bir şey diyemiyorum. Gördüm orada cesareti. Kötü bir niyetim yok dedim, aynı fakültedeyiz, bir çay içsek olmaz mı falan ama dizler boşaldı. Babamın karşısında böyle olmadım. Yok, dedi, belki okulda, dedi. Döndü gitti. Aynı akşam telefon geldi. Babam gitmiş. Gitmiş dediğim ölmüş yani. Kimseye haber vermeden döndüm aynı gün İstanbul’a. Bir daha ne okul, ne arkadaşlar, ne dayıoğlu, ne muhasebeci ne de o kız. Bir daha Ankara’ya hiç gitmedim. Geldik neyse babamın cenazesi falan uğraştık. Daha 19-20 yaşındayım. Kaldı mı aile senin eline. Bir annem olsa tamam, bir ablam, iki de bacım var. Döndük dolaştık gene düştük meyhaneye. O gün bugün buradan çıkamadık işte. Hayatımın bir 6 ayı dışarıda geçti, geri kalanı hep meyhane. Önce ablamı evlendirdik, sonra iki bacımı. Ama eşek gibi çalışıyorum işte. Kalkıyorum, geliyorum açıyorum, kapatıyorum gidip yatıyorum. Bütün masraflar bende. Memur değilsin ki saatlerin belli olsun. Memur değilsin ki tatil günün olsun gidip uyuyasın. Milletin ne zaman rakı içesi kalmaz, sen o zaman gider yatarsın, milletin ne zaman rakı içesi gelir, sen gelir burayı açarsın. Öyle işte abla da bacılar da evlenince rahatladık, 5 boğaza bakmak kolay değil tabi 2 boğazın yanında. Annem bu sefer dedi seni de evlendireceğim. Hayır desem de evlendirecek sonuçta, iyi dedim. Evlendik, çocuk da olmadı. Hanım geldi, annem gitti bu sefer. Ona üzüldük, ağladık. Derken işte yıllar geçti. Ben hala aynı sandalyede aynı rakıyı yudumluyorum. Sevdiğimden değil, sadece mesleğimin gereği. Öyle işte Paspal efendi, dediğim gibi kolay bir yemek yemek var, o da çiğnemeden yutulmuyor.”
     Paspal bu koca adama baktı. Kerem sanki yıllardır konuşmuyordu ve yıllarca da konuşmayacaktı. Hayatı boyunca ne kadar konuşması gerekiyorsa sanki hepsini şimdi söylemişti. Kerem tanımadığı bu adama daha önceden hiç konuşmadığı ne varsa söylemişti. Bardağında kalan yarımı yuvarladı. Paspal elini kaldırıp garsondan bir mendil istedi. Bu defa Kerem için.

memet meşe

Açık Atlas


Hayattan ders veriyor diye öğretmenleri kızdıran
Tuzu bir bulmuş çocukları saklamadan güldüren dünyaya
Su kaçırmaz bir eşeğin sesine açıktır penceresi
Bir sınıfın, batı son dersinde, kuşluk vakti

Meşeler yapraklanınca bir tuhaf olurlar işte
Koparılmış kürt çiçekleri, hatırlayarak amcalarını
Azınlıkta oldukları bir okulda bile, sorarlar soru
Neden feriklerin ve eşeklerin memeleri vardır?

En arka sırada çift dikişliler, sınavda en öne
İntihara ve denizde nasıl boğulmaya çalışırlar
Yalnız Orta Doğu'da el altında satılan bir atlas
Kim demiş on sekiz yaşından küçükler okuyamaz

Bakıldı ki kum saati, ters çevrilmiş, çıt, usul isa asi olmuş
İkinci karnede babası yarısını silahıyla dışarda bırakıp
Öyle öğretildiği için saygılı, sınıfa giren parmak çocuğun
Boş yerine, girilmeyen bir dersin denizi, gelip oturmuş

Açık kalmış atlası, deniz taşmıştır, darılmasın Fırat ama

Hayatın orta öğretmeni sustu, dondu gülmeleri çocukların
Bir cenaze töreninde daha ölümü karşılamaya götürüleceğiz

Efendiler! Eşekler susabilirler
Ne yani çocuklar hiç gülmeyecekler mi?
ece ayhan

Anlamsızlığa İthaf



Güneşin hüzünlü batışındaki pembelik, küçük bir kızın tombul yanaklarındaki pembe renk kadar güzel... Hoşça kal derken ardında bıraktığı bu güzellik batışına olan hüznün yerine doğduğunu, doğacağını ve belki de hep doğacağını getirir gözler önüne. Ve bu, yoksul düşmüş insanların hayal bile edemediği, aklının ucuna dahi getirip düşünemediği umudu doğurur karanlığa, güneşsiz kalmış geceye. Ama buna rağmen güneş yine de dost mudur? Güvenilir midir? Umut hep iyi midir? Umutlanmak aptallığa girişin ilk dersidir. Çünkü umutlanmak hareketsizliği doğurur; sadece soyutluğun sıcak bir yuvasıdır o. Soğuk kış günü insanın üstüne çektiği battaniyesidir. Güneşin görülebilen bir gerçeklik olması, umudun ise somut bir olayın oluşturduğu boş bir inanç, fikir olması aralarındaki farktır. Ama bu fark yine de değişik midir birbirinden? İkisi de insanın bir yalana kanması gibi inandığı bir aldatmaca, kurmacadır. Tek gerçeklik ne dış dünyada asılı duran bir gezegen ne onu orada tutan çekim ne de insanlardan sürü yaratan fikirler... Tek gerçek insanın öznel ve bencil kendi aklıdır. Akıl, sahip olduğu insanı dahi yönetebilir, onu kandırabilir olabilir. O, gelişmiş bir asalaktır ve insandan beslenir fakat ona hiçbir şey vermez. Ama buna rağmen insan bu kandırmacaya alışamaz. Onu yine kendisini kandıran aklıyla çözer. Bu çoklu organizma hayal ederek yalnızlığı da oluşturabilir; kendi en mükemmel ütopyasını da. Mükemmelin bir somutluk olarak var olmaması veya olamaması aklın insanı hayal bataklığından çıkarmamasındadır belki de. Orada kendi uygarlığında akıl, baskın bir güç olarak ister iyi ister kötü yöneticidir. Orada kaçış ,orada saklanma yoktur. Çünkü yaratıcı bilinçli bir şekilde o'dur. Çünkü orada her yeri, her şeyi aydınlatan güneş aklın kendisinden başkası değildir. Onun tek hesap edemediği onu etkileyen faktörlerin de dış çevrede olduğudur. Bu çoklu organizma hareket etmek, görebilmek, duyabilmek ve bilmek için yemeye ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacı insan tam olarak karşılayamaz bu yüzden dış çevre de işe karıştırılır. Yine bu ihtiyacı, ihtiyaç adı altında dahi düşünemez, bilemez. Çünkü nasıl canlılığını düşünmüyorsa veya gerekli görmüyorsa bu da öyledir. İnsanın psikolojisi organlarıyla ne kadar kendini dış dünyadan soyutlasa da, dış dünya onu içine hapseder. Kendini soyutladığını düşünmesi dahi dış dünyayla alakalıdır çünkü olmayan bir şeyden hiçbir şey oluşmaz. Aklın ölümü kendini dış dünyadan soyutlayıp (ya da en azından öyle sanıp) kendi kendine kendisi için düşünmesiyle hastalıklı, ağır, renksiz, pis kokulu, darp yemiş bir canlının hücrelerinin tamir telaşı gibi heyecanlı, terli, kendisinden geçmiş bir şekilde olur. Cenazeye katılanlar ki eğer gelen varsa saygı veya sevginin dürtüklediği bir hareketten değil; böyle çoklu bir organizmanın gövdesini araştırma merakındandır.

ramazan

Suzan Aranıyor


Suzan güzel bir kadın, elinde çantası var
Bin tane yarası var, her an gitmeye hazır.
Her an gitmeye hazır, bir tane çantası var.
Az gelir her yolculuk, önce döner sonra gider.
Suzan içli bir kadın, görünce yüzüm düşer
Belinde çift gamzesiyle, bir sıkımlık canı var.
Ah ölesi gelmiş, vuranı çok, yıkanı tek.
Suzan izini belli et bir düşümlük canım var.
Suzan düşünü belli et, bir vakitlik uykum var.
Kadehi sol elinde, tek tabanca bir kadın
Tetikte hep dudağı, öpüşüyle katleder.
Üstüne basar gider, Suzan kal-leş bir kadın
Suzan kime gücendin, bir öfkeni belli et.
Gümüş sözün paslanır, altından mı sükutun.
Allahtan yoksun Suzan, ya gerçekten olsaydın?

Adil Buğra

İyiye Ağırlaşmış



“Biliyorum ki senin de saçların nasibini soluğumdan alacaktı. Ve karanlıkta gördüğümüz rüyaları anlatacaktık kule dibindeki çiçeklere. Bir kez daha öpecektim pişmanlıklarını fakat bu defa yepyeni pişmanlık isteyerek.” böyle demişti telefonun başındaki ses veya ben bunları anlamıştım. Hattın diğer ucundaki bakışlarını görmüştüm sanki. Ortada ne güven vardı ne de aşk, ama bir o kadar da gerçeklik vardı.   

                Gerçeklik öylesine özlediğim biri gibiydi ve devam ettim yalan söylememeye. Attığım adımlar birer ikişer hızlanıveriyordu ama vakit adımlarımın gerisinde kalıyordu. Telefonu kapattıktan sonra güzelce uyumak istiyordum çünkü ertesi günün kalabalığından ve onların gürültüsünden arınabileceğim bir gün olmasını istiyordum.

                Uyandığımda kulağımda unuttuğum küpem iyiden iyiye ağırlaşmış ve varlığını hissettiriyordu. Banyoya doğru yöneldim. Kısa bir duş aldım. Daha sonrasında biraz atıştırmak için mutfağa girdim. Birkaç yıldır hiçbir sabah olmadığı gibi bu sabah da doğru dürüst kahvaltı etmedim. Üzerimi giyinirken hala nereye gideceğim hakkında fikir sahibi değildim. İnsanlardan ne kadar uzak olmak isterseniz onlara yaklaşmaya o kadar mecbur kalırsınız. Toplu taşımalar tanışsalar birbirlerinden nefret edecek insanları belirli bir zaman aralığında yan yana tutmayı başaran bir sistemin araçlarıdır. Ancak yine de toplu taşıma araçları olmasa kendini yalnız hissedecek veya yalnızlığının farkına varacak pek çok insan vardır. Bu insanlar otobüste, trende, vapurda gördüğü karşı cinse 15-20 dakikalığına aşık olur ve o esnada ilginç hayallerle bu kısacak dakikaları belki de yıllara dökerler.

                Ne yapacağıma, nereye gideceğime karar veremeden çıktım dışarıya. Kimsenin bilmediği, yalnızca belirli satırlarımın işittiği adımlarım vardı beyaz kilisenin önünde. Hala hoşuma gider ara sıra onların yanına uğramak. Ama ben bugün onları da görmek istemiyordum. Geçmişte yaşanan birçok güzel şey o adımlardan ibaretti benim evvelimde. Ben onları taze tutmaya çalıştıkça onlar beni bırakıp gitmeye yüz tutuyorlardı. Ben izin vermedikçe zaman yardım etti onlara.

İster istemez karıştığım kalabalık beni sana yaklaştırdı. Yine insanların yüzlerini inceledim. Öyle belirgin anıları vardı ki kaşlarında sana baktığımda da aynılarını görüyordum. Belki de kendime bakıyormuş hissi verdiğinden. Dün gece söylediklerini anımsadım. Birini aşık olmak ne kadar zorsa o kadar hızlı yaşlanıyorduk. Seninle yaşadığım her şey güzel kalmalıydı. Ama sen benimle yaşlanmayı seçiyorsun. Kavgaları, üzülmeleri, ağlamaları ve tatlılığını kaybeden gülüşleri… Olsun, dünyaya bir daha gelmeyeceğiz nasıl olsa.

 Etrafa iyice bakındıktan sonra eve geldim. Yatağa uzandım, derin bir nefes aldım.

serkan dalton

ovaya bu göç


yanlış dedikçe siz bütün bunlara
doğrular daha anlamlanıyor
yoksa ne anlamı vardır karanlığın
perçinlenmiş bir karanlıksa yalnızlık
yalnız olmadıktan sonra ne anlamı vardır karanlığın
sularınızdan içtim, kaymaklarınızdan yedim
yeni ve sıcak
hepsini soğutana kadar tükettim
hepsini eskitene kadar içtim
hakkınız var hepinize borcum var bir miktar
ama beni iyi dinlesin karaköy’den ilerisi
karanlığa çabuk alışıyorum

beni iyi dinlesin karaköy'den ilerisi
hurdacılar, eski olta kullanıcıları
yazları çatlayan topraklar ve en kan alıcısı hemşirelerin
beni iyi dinlesin
yılgınım ben, uykusuzum, yararsızım
en kötüsü karanlığa çabuk alışıyorum
yavaşça olsa gene dayanılır
yavaşça açlığa, yavaşça kadınsızlığa
yavaşça her bir kırgınlığa dayanılır
ama beni iyi dinlesin karaköy'den ilerisi
karanlığa çabuk alışıyorum

yeni bir göç ilan ediyorum 
istenmeyenler için ve
kılavuzlarını reddedenler için
bir göçü çarpıtarak geliyorum
bu göç ne bir kıtaya varır ne bir ovaya
bu göç varsa varsa bir silah sesine varır
varsa varsa bir darbeye, olmadık bir yasağa 
oluk oluk kanayan bir yaranın yaratıcısına varır
varsa varsa o yaratıcı pençeye varır

çığlıklar belki zamana düşer
belki zamana düşünce anlarsınız
çünkü bilirsiniz zaman eşitlikçidir
sonu belki de ölüme varacak olan uykulardan
uykulardan hemen önceki dakikalardan bahsederim
erken ya da geç evlenmek zorunda kalan kadınlardan bahsederim
zorundalık ne demektir anlar mısınız
bir balkonu özgürlük belleyen ihtiyarlardan bahsederim
anlamayız mı dediniz belki de haklısınız
belki anlamazsınız ama ben yine bahsederim

ihlal edilen şeritler adına, bütün ikazlar adına
kollarını, ayaklarını, duyma yetisini
ve aklınıza gelebilecek bütün yetilerini
bütün yetilerini mayınlara armağan eden askerler adına
beni burada bırakın ve devam edin
siz devam edin
beni yağmur götürür nasıl olsa


bilmediğim şeyleri öğretmeyin bana
bildiklerimi tekrarlasanız yeter
enflasyondan bahsedin mesela
gazete manşetlerinden, barikatlardan
ya da bunları bırakın en iyisi
aşktan bahsedin siz en iyisi
anneme ikame ettiğim aşktan bahsedin
ayak sesleri bir düşünceyi yaran aşktan
umduğumuz, aç kaldığımız aşktan
dilim dilim bahsedin
unutmayın, karanlığa çabuk alışıyorum

ıslık çalınır mezarlıklarda
bir bulvarın en acayip noktasında, otobüs duraklarında
karanlıklarda
gidenlerin ve yeni bir şehrin kıyısında
ıslık çalınır içinde ölü olsun olmasın 
bütün mezarlıklarda
siz ne sanmaktasınız bilmem ama
ses çıkarmak korktuğunu söylemektir yaşamamaya
ses çıkarmak korktuğunu söylemektir yaşamamaya

ben hep siz uzaktayken iyiyim
karanlık iyi, geçmiş biraz
ben iyiyim, iyiyiz biz
kan alıcı hemşireler, yazları çatlayan topraklar
bir balkonu özgürlük belleyen ihtiyarlar
hepinizin suçlarını üstleniyorum
karanlığa çabuk alışıyorum

memet meşe

Pıtrak-ı Bî-idrak


ellerimi silkeledim ve bu eylemi, omuzlarımın silkinmekten ağrıdığı bir ana denk getirmeye çalışırken hiç zorlanmadım. aldım bir ağacı kökünden kopardım. en sevdiğim kitabımın arasında kurumak üzre unuttum. bir akordeonun körüğüne saklandım, yaylanıverdim ansızın ve ağlamak gibi olurken sıyrıldım. kulağımın arkasına taktım, lazım olur anı’nda çekinmeden al diye ustura takımını. ben bir ustura ağzına benzettim kendi ağzımı. uzun vakit geçti üstümden hassas bir yer kesilmesin diye çıkmadım kabımdan. çizilmesin diye yanlışlıkla bir göz kenarı bilenmedim yıllarca, bilinmedim zatınca.
  zannımca yaşanmadı birkaç sene dünyada. bazı anlar, bazı anlamaz kişilerce tahrip edildi. üstüne su döküldü yanıklarımın; oksijenini aldım kendime daha çok yandım. yanaklarımın tadına vardım her gece yarısı. her rüyaya bir inanmak lazım geldi. kendimi ısırdım. kendimden yola çıktım. kendi bilincinden öteye geçtim ve vardım olmayana. olmayanda sabahladım. güpegündüzken geceledim. tozunu attım kalabalığın ve bir alabalığın pullarında aksimi görmeye çalışırken yuttum zokanı. tokandan çıkardım tüm hıncımı. saçını kopardım tokandan. tokanı bileğime sürdüm. geceleri bileğimi kestim, sonra üşenmeden kalkıp diktim. bir singer makineden ölen bayan yarattım.
 sanki dünyaca ünlü bir fenomenoloji deviyim. sanki üstün alman melankolisiyim. özüme döndüm baktım, güzellerin kirlenmemek niyetiyle kaçtığı iğreti bir koli basiliyim. elimde mavi bayrakla yalancı çobanın kirvesiyim. gitme şimdi bu ellerden. bakma şimdi ibaretmiş gibi gözlerden. fransızca üzerine yemin ederim; non, je ne regretterien.
  satır atladım, dört ayak üstünde sana düştüm, her uzvun paragraf başı. öğrendim, her dirhemini ayrı bir tanrı yaratmış. dirime karşı gelmekmiş seni bilmek. dilimi sergilemekmiş bir kasap vitirninde sana dair yazmak. oysa herkes yaslandığına yıkılırmış.

esefle kanadım seni.                                                        
 anıl vatandaş

Sıradan Bir Gün


Sarmaşık beni yakaladı. “Gidemezsin.” dedi. Dallarından kurtulmaya çalıştım ama iyice dolandı bana. “Gidemezsin, daha tohum ekilmesi lazım. Bahar geldi bak, hava sıcakladı biraz. Hadi şu tohumları al da ileride uygun bir yere gömüver.” Bezgin bezgin kollarımı indirdim. Holden geçip mutfak tezgahının üzerindeki kırmızı, küçük kavanozdan biraz tohum aldım. “Menekşe falandır herhalde bunlar.” diye düşündüm. Avcuma alıp geri salona döndüm. Sarmaşık kapının önüne boylu boyunca uzanmıştı. Yanından geçip pencerenin önüne gittim. Mavi ahşap pervazı huysuzlandırmadan açtım camı. Arada bir mızıldıyordu açılmak istemediğinde. Önümdeki saksılardan birini gözüme kestirdim. Menekşe için uygun, orta genişlikte, koyu yeşil bir saksı. Plastik. Toprağı eşeleyip içine ittirmeye başladım tohumları. Çok da anlamam bu tohum işinden ama sarmaşık ve sardunyalar pek iyi geçinemiyor. Evin içinde yaşam alanlarını kısıtlayan koca meşenin uzuvları da cabası. Zaten yeterince kargaşa çekiyorum bir de onlar olmasın. Tüm tohumları ittirip toprağı geri kapattıktan sonra başımı kaldırıp koyu sarı güneşe baktım. Hali yoktu bugün. Biraz yorgun gibi geldi bana. Hatice Teyze yandaki balkondan “Bugün küskün biraz. Boynu bükük bakıyor sanki.” dedi. Zoraki bir gülümsemeyle “Aman Hatice Teyze her zamanki hali işte.” dedim. Değildi, ben de biliyordum. Ama şimdi uzun uzun güneşin neye kırılmış olabileceğini tartışmak istemedim. Biri bir şey yapmıştır elbet. Hatice Teyze içini çekip bana bir baktı, gözlerini kısıp mahallenin girişindeki sütçünün çanağına baktı, karşı dairesindeki İdris Beylerin balkonuna asılı pembe havlulara baktı sonra tekrar bana döndü. “Ayol bugün de ne kadar aynı dünle.” dedi. Omuz silktim. Aynıydı yani, ben ne yapabilirdim? Hatice Teyze sessiz muhabbetimden sıkılıp “Hadi ben içeri giriyorum. Zeliha var ya yan apartmandan, o gelecek bugün. Kızı Nurten evleniyormuş. Hazırlık lazım kızım.” dedi içeri girerken. Balkonun kapanma sesini duyunca derin bir nefes alıp camı ardımdan kapadım. Sarmaşık bana gözünü dikmiş bakıyordu. “Ektim ektim menekşeleri.” dedim. Şöyle bir kımıldandı, başıyla onay verdi. Ardından tekrar aşağı doğru eğildi. Mutfağa gidip kendime bir çay aldım. Menkıbe teyzeler getirmişti bu çayı da. Özel kokuluymuş, içimi daha keyifliymiş. Ona da oğlu Mustafa getirmiş. Pek bir değişikliği yok bence normal çaydan. Bildiğin çay işte. Tam salona geçecektim ki, meşenin körpe dallarından biri önüme çıkıp “Bugün sobayı yaksana biraz, güneş tam yetmiyor azıcık üşüyoruz.” dedi. “Tamam güzelim hallederiz şimdi.” dedim çayı sehpaya bırakıp. Sobanın içine dünkü gazetenin 4-5 sayfasını attım. Marketten aldığım kibritlerden birkaçını yakıp attım Cumhurbaşkanının yüzünün olduğu manşete. Bir güzel yanmaya başladı gazeteler. Birkaç kömür attım tutuşunca da. Meşenin dalları hemen gidip sarıldı sobaya. “Çok iyi geldi valla, sağol abla.” dedi körpe olan. Gülümsedim. Çayımı alıp televizyonu açtım. Gene trafik kazaları sergiye çıkmıştı sanki. Bir tane arabanın ağzı burnu dağılmıştı, çok üzüldüm. Gözleri kapalı yatıyordu öyle yolun kenarında. Sürücüyü ambulansa bindirip götürürlerken son nefesini vermiş araba da. Acıdım haline, pek de yaşlı değildi hani. Başka bir kanala geçtim. Bir mobilya fabrikasının günlük rutinini anlatan bir belgesel buldum. Meşe izlerken bir buruklaştı, sonradan fark ettim. “Tanıdığın mıydı yoksa?” dedim panikle. “Bakma sen bana kızım. Ölü görünce içim bir fena oldu. Zamanında selvi anlatmıştı bana, hatırlarsın birkaç sene önce yıldırım düşmüştü de kestiydiler, onun da akrabasını alıp götürmüşler böyle. Artık nereye gitti, ne oldu zavallıcık kim bilir.” dedi hüzünle. Sesi titreyince ben de üzüldüm. Meşe de dayanıklıdır hani. Son 3 yıldır birlikte yaşıyoruz. Arka bahçenin camından girmişti eve. Kıyamadım, kabul ettim. Soğuklarda perişan olmasın, yazık. Şimdi sobanın çevresine dolandı mı iyi geliyor. Holden geçişi biraz zorlaştırdı tabii ama olabildiğince engel olmamaya çalışıyor aslında. Çekingen biraz, elini ayağını nereye koyacağını bilemiyor. Yatak odasına girmiyor asla. Salon ve holde yaşıyor. Son 3 aydır holün sonundaki arka odanın camını da açık bırakıyorum, oradan dışarı uzatıyor kollarını. Körpe dalları dışarı çıkartmıyorum tabii henüz. Salonda, sobanın yakınında oturuyorlar. Hele bir yaz gelsin, bakarız. “Ayliiinn! Ayliin!” Bakkal Hasan Amca bana sesleniyor. Cama çıkıyorum hemen. “Efendim Hasan Amca?” “Kızım sen zeytinyağlı sabun istemiştin, geldi. Göndereyim mi?” “Gönder Hasan Amca.” Çantamdan cüzdanımı alıp geri döndüm. Bakkal çırağı Osman zetinyağlı iki sabunu uzattı. “Nasılsın abla? Bir yaramazlık yok inşallah?” dedi. “Yok Osmancığım sağol. Annen nasıl? Geçti mi beli?” “İyi abla çok şükür. Haftada bir Ebru abla geliyor, masajını yapıyor.” “İyi iyi aman dikkat etsin. Soğuklar yavaş yavaş geçiyor ama güven olmaz.” “Evet abla haklısın.” Sabunların parasını verip içeri giriyorum. Hazır sabunlar yeni gelmişken bir an önce halledeyim. Alıyorum narları elime. Biri de kocaman olmuş. Maşallah. Onu bir güzel yıkıyorum. Suyu da sıcağa çeviriyorum ki üşümesinler. Hasta olsalar daha mı iyi?
                                                                                                                                                                       su

ve bıyık bırakıyorum ve sigarayı da





- şimdi ben bir sıkıntıdan geçiyorum
istanbul’dayım edirnekapı’sında

büyük meydanları hatırlıyorum berber dükkanlarını 
eyvah gözlü kadınlar geçiyor kaldırımlardan
cep telefonlarını kemerlerine tutturan adamlar
gündüzler topluyorum sana

''yakışır her şehre seyyar satıcılar''

avucunda her zaman yer vardır bilirim
oysa bakır tellerde kuşlar
en hüzünlüsüdür utanmaların

ufalır sesine doğru düştükçe gölgem

arar durur kendi terzisini
bir tohumdur kiraz ağaçlarına 
dudağımda bir 
ilmektir kelimelerin

buluyorum mavisini bütün renklerin
bütün uykuları uyuyorum dünyadaki
ölçüyorum biçiyorum 
en çok sana yakıştırıyorum küpeleri

bir uzun sokak devriliyor ayaklarıma
sıra sıra lambalar efil efil gökyüzleri
ağzımda tadıyla bir dilim elmanın
yürüyorum geçtiğim yeri evin belleyerek

bütün günlerimi akşamlarına saklıyorum
                                                        mehmet nejat

İlhan Sokağı



İlhan Sokağı’nda sarmaşıkların savrulduğu bir gece. Küçük, mavi sokak tabelaları, tek boğumluk sarmaşıklar, maç günü insan sesleri. Balık pazarının önündeki kedi Boncuk buraların en eski balıkçısı Hikmet abinin peşinde. Bütün günü ona buna bağırmakla, balık sulamakla, yanındaki manav Hüsnü’ye sataşmakla geçer. Adamın lahanalarının çürümüş olduğunu, maydanozlarının az olduğunu söyler durur müşterilerini kaçırmak için. Pos bıyıklarına ve kanındaki alkol oranına rağmen iyi kalpli bir adam. Her gece barbunlardan ve hamsilerden arta kalanı Boncuk’a verir. Boncuk’un birinci ekmek kapısı.

Tam çaprazımda Ahtapot var. Buranın en eski meyhanelerinden. Erhan Bey sahibidir. Kaç gece aynı masada balık yemişliğimiz var. Karısı Nurseli Hanım geçen yıl vefat etti rahim kanserinden. Oğulları Hikmet hiç uğramaz eve. Erhan Bey bile en son ne zaman gördüğünü bilmez. “Pek iyi bir evlat değil” der bizimkiler. Erhan Bey her gidişimde en güzel masayı verir. Zerzavatlardan olmadığım için gelen bir ayrıcalık. Gece yarısını geçince çalgıcılar gider, çiçekçiler gider, rakılar biter, müşteriler dağılır. Erhan Bey çöpleri Boncuk’un tabağına koyar. Boncuk Hikmet abinin balıklarını bitirince buraya dadanır. Boncuk’un ikinci ekmek kapısı.

İlhan Sokağı’nın çantacıları. Sokağın iki yanında kocaman standlar renk renk çantalarla dolu. Sarmaşıkları da sayarsak iki oda bir salon bir sokak. Bihter çantasından, On İki Dev Adam bavuluna her şey var. Kışın eldiven ve atkıyla ürün yelpazesi genişler. İki tıfıl çocuk bakar buraya. Anneleri Selma Hanım üzerinde siyah şalıyla duvara yaslanıp oturur, çay içer. Bütün gün çay ve kurabiyeyle beslenir. Sokak hayvanları için her zaman bir plastik kap su doldurur. Yanına da birkaç parça sütlü ekmek koyar. Boncuk’un günlük düzeninin bir parçası. Boncuk’ın üçüncü ekmek kapısı.

İlhan Sokağı’nın kardeşi Keperi Sokak. Arnavut kaldırımları yüzünden geçen yıl Burcu bileğini burktu. Herkes bu sokakta topuklu ayakkabının giyilmeyeceğini bilir. Sarı saçlı kadınlarınsa nedense her zaman topuklu ayakkabı olur ayaklarında. Burcu Esmer apartmanın prensesi. Ayten teyze ve küçük Nilay her gün ona ziyarete giderler. Zemin kattaki kapıcı Yasin her gün ona sıcak ekmek getirir. Burcu her akşam yemek artıklarını apartmanın önüne koyar. Nilay da edindi bu alışkanlığı artık. Bol yemek çıkıyor. Keperi sokağın fertlerine. Boncuk’un kardeşi Çat sürekli apartmanı gözler. Çat’ın birinci ekmek kapısı.

Keperi sokağın deli yaşlısı Nazan teyze her sabah gidip Kasap Ahmet’ten et alır, parka çıkar, sokak hayvanlarına yemek hazırlar. Çat artık onu tanıyor, evden çıktığı an takılıyor peşine. Çat yemeğini yerken Nazan teyze mutlu mutlu onu seyreder. Parkta başka bir yaşlı kadın varsa ona bakar, içinden küfür eder, başını çevirir. Çat’ın ikinci yemek kapısı.

Mahallenin genç kızı Tuğba her geçişte Çat’ın başını okşar. Çat onun eteğine tırmanır, bacaklarına dolanır. Kapının önüne gelene kadar ona eşlik eder. Tuğba hayvan derneğinde çalışır. Yanında hayvan krakerleri, bisküvileri olur. Her geçişte Çat’a 1-2 tane verir. Çat o apartmandan girene kadar bekler, öyle başlar yemeye. Başının üstündeki yara izi de, o krakeri mahallenin irisi Sarman’a kaptırmamak için yaptığı kavgadan kalma. Yara alsa da vermedi Tuğba’nın hediyesi krakeri. Çat’ın üçüncü ekmek kapısı.

Parkın içinde kuytu bir kısım vardır. Mahallenin köpekleri Ponçik, Kübra ve Karabaş orada geçirir günü. Kübra cüssesiyle avantaj sağlarken, Ponçik hızına güvenir. Parkın yerel sakinleri her geçişte başlarını bir okşar da geçer. Küçük çocuklar Karabaş’la oynamak için erken çıkar. Karabaş sopa getirip götürür çocuklarla. Kübra sıkkın bakışlarla onları izler. Ponçik o sırada uyur, araba sesi duyunca uyanır, koşup havlar, sonra tekrar geri gelir. Kediler asla girmez parka. Çat ve Boncuk’un annesi isimsiz bir sarı kediydi. Ponçik ve Karabaş onu parçalayıp kuytu kısımda bırakana kadar yaşadı yıllarca. Babası ondan 2 yıl önce paylaştı aynı kaderi. Kimse fark etmedi ve durdurmadı. Ponçik ve Karabaş katil olduklarıyla kaldılar. Yavrular yetim ve öksüz kaldı. Boncuk ve Çat’ın aile mezarlığı.

                                                                                                                                                         su

azığa güven



bizim için bir sevinçtir

bir dağın damarlarından inip
gebe olman bir ovaya
fotoğraflar, çobanlar ve nehirler için
nehirler için
bir büyük sevinçtir 
inan, bir sığınağa benzersin
bir tırpancının belindeki azığa
güven duygusudur bu, az değil
bir sevinçtir

üşüyen insanlar, tekerlekler ve fabrika bacaları

ve özellikle zebralar bir huzursuzluktur
senin burada olmayışın da bir huzursuzluktur
ama bu ne bir parasızlığı andırır, ne bir annenin ölümünü
iyi huylu bir huzursuzluktur
huzursuzluğumuzu zebraları anladığımız gün kovacağız

koklamayı öğretsen yeter, geri kalanını unuttur

bir bebeği, kitapları ve boynunu
bana boynunu uzat, geri kalanını unuttur
sen bir kitabın ilk baskısısındır
koklamaktan başka ne gelir elden

bizim için bir sevinçtir

senin bir bankta gülmeye başlaman 
bir tavus kuşundan salınmış gibi bütün çimenlere
                                                                                          memet meşe