19 Şubat 2012 Pazar

şubat 2012 / 3

usulca sular içerdim sesinden

yürürken fark eder miyiz hiç
bir martı uçar ayaklarımızı
sürreal olarak elbet

gömleğin bir bir düğmeli senin
hemen ucunda yüzünün işaret parmağın
bir anıyı iliştir yakamıza
elbet şaşılacak bir fotoğraf makinasının icadına

aldırma yürüyelim biz onları
yürüdükçe genişler caddeler
benimse bir karanfil var cebimde
koparılmış hem de koparıldığından haberdar

eski bir şiiri anımsarım
işte tam bu vakitler
yollarda afişler çiçekçi dükkanları ağzına kadar dolu

haydi sevelim bu vakitleri
şehre doyasıya yağmur yağmasını
pazaryerlerini bir de
sabah ezanlarını

- bir sigara daha yakalım

bak dilediğin şarkıyı da çalıyor şehir radyosu
sonra bir sabah usulca sulara bakıp
kimbilir neler düşünüyorsun
bir çocuk büyüyor uzaklarda
bu bazıları için mutluluk bile oluyor
senle ben bunun farkında değiliz
olsun yaşadığımızdan bir şey eksiltmiyor / nasılsa

nasılsa kamaştırır yüzünü bir çocuk
umut’a benziyor diye azıcık

mehmet nejat

Bir Roman Tefrikası

II

Cebinden çıkan birkaç 5 liralık banknota rağmen Paspal 20’liği çıkarıp adama uzattı ve bir kez daha mecburiyetten kola kutusunu aldı. Tünel tarafından İstiklal’e giren Paspal, Tarık Zafer’in olduğu tarafa kendini yaslayarak yürümeye başladı. Kalabalık diğer tarafta toplanmış ve sokak müzisyenlerini dinlemeye koyulmuştu. Paspal müzisyenlerin çaldığı aletlerin isimlerini pek bilmiyordu fakat onların yaptıkları müzikler hoşuna gidiyordu. Buna rağmen kalabalığın arasına girmeye çekindi çünkü müzik bittiği anda müzisyenlere para vermek gerekirdi. Paspal eğer para vermeyecekse orada bulunmaktan utanırdı. Müzik biter bitmez kalabalık yavaş yavaş her iki tarafa doğru yayılmaya başladı. Bu yayılan kalabalığın büyük çoğunluğu Paspal’ın gözünde utanmazlar ordusunun bireyleriydi. Kendisini garip bir bilmişliğin ortasında bulan Paspal bir an kafasını sağa sola sallayarak kendine geldiğini hissetti. Aslında hiç konuşmadığı, tanımadığı insanlar hakkında olumsuz fikirler üretip onları en azından kendi dünyasında kötü bireyler olarak ilan etmek belki o insanlar için hiç önemli değildi ama Paspal bu alışkanlığından ötürü utandı. Belki de oradaki insanlar da uzaktan kendisini süzüp onun pantolonu, ayakkabıları ya da saçları ile dalga geçmişlerdi. Bu fikir aklına gelir gelmez az önceki utangaçlığını üzerinden fırlattı ve az da olsa o insanlara karşı ufak bir sinir biriktirdi. Rahatlamak için Santa Maria’nın caddeye bakan iki merdiveninden yukarı tarafta olana oturup bir Lark çıkarmak istedi. Hemen kola kutusunu az önce çöpe atıp yenisini aldığını fark edip paketi cebine geri soktu. Boğazını yakmasa kolayı tek dikişte bitirebilecek bir güç hissetse de kendinde duraklaya duraklaya iki dakikada anca kutunun dibini görebildi. Lark’ı ağzına koyar koymaz tam da İstiklal’in en kalabalık gününün en kalabalık saatinde bu merdivene oturduğu fark etti. Aslında bunu bilerek buraya gelmişti ve şimdi kendine ufak bir şaka yaptığını düşünüyordu. En ufak hareketlerini dahi bir on saniye kadar öncesinden düşünüyor, hesaplıyor ve ondan sonra uygulamaya başlıyordu. Önünden bu akşam binlerce insan geçecekti ve bunlardan onu süzen bir kişi bile olsa o insana hazırlıksız yakalanmak istemiyordu. Tek kişilik bir tiyatro oyununun kahramanı olarak Paspal sol elini saçlarında hafifçe gezdiriyordu. Gözleri ise sağ elinin, daha önceden belirlediği gibi, işaret parmağıyla orta parmağının tam ortasına yerleştirdiği Lark’a sahip oluşunu takip ediyordu. Paspal hareketlerini özenle seçişinin meyvesini aldığına emindi çünkü önünden geçen neredeyse on kişiden bir tanesi gözlerini üzerinde gezdiriyordu. Ve bir zirve noktası olarak ondan ateş isteyenler bile oldu. Hatırı sayılır bir mutlulukla birlikte oturduğu merdivenden kalkıp İstiklal’i baştan sona yürümeye başladı. İşte tam Galatasaray Lisesi’nin önüne geldiğinde az önce kazandığı zamanlı mutluluğu Paspal’ı terk etti ve genel mutsuzluğu bir ahtapot gibi ellerini bacaklarını oynatamayacakmışçasına sarıldı. Evet hala adım atabiliyordu, evet hala ellerini yürürken istemsiz de olsa ileri geri götürebiliyordu fakat zihnini açıp karşısına koyduğunda siyah fonun üzerinde gözlerini ve dişlerini sıkmaktan bir daha açılmayacakmış gibi kilitlenmiş bir Paspal hemen beliriyordu. Paspal bir sebep bulmak istedi. Çünkü sebebi bulduğu an rahatlayacaktı. Bir yandan bir sebebin varlığından emin olmanın verdiği rahatlık bir yandan ise o sebebi hatırlayamayacağına dair hissettiği karamsarlık Paspal’ı müthiş bir çelişkiye itmişti. Paspal düşündü, kendini zorladı ama bir sebep bulamadı. Genel mutsuzluğu o kadar uzun süredir onunlaydı ki sebebini bilmese de mutsuzdu. Tıpkı onu süzen hatta ondan ateş isteyen insanların olduğu gibi.

Tek kişilik bir oyunun kahramanı olarak Paspal, bu halde dahi hareketlerini hesaplıyordu. Tam bu sırada oyun sona ermek zorunda kaldı çünkü omzuna bir el dokundu. Onu on saniye kadar birkaç metre öteden seyreden adamın dokunuşuna Paspal gözlerini kısıp bakarak karşılık verdi. Adamın adı Şükrü’ydü ve Paspal’ın hayatta en çok birlikte vakit geçirdiği insandı. Şükrü Paspal’a sarıldı, Paspal ise sol elini boş bir halde sarkık bırakırken sağ eliyle Şükrü’nün sırtını sıvazladı. Aslında Paspal’a hayatta en çok sevdiği insan sorulsa bu soruyu boş bırakmak isterdi fakat illa bir cevap verilmesi istense Şükrü cevabını verirdi. Buna rağmen şu an onunla karşılaştığına zerre sevinmiyordu. Şükrü çelişkilerle dolu bir tek kişilik oyunun, Paspal’ın içi boş mutsuzluğunun ortasına izinsiz girmişti. Bu akşam Şükrü ne isterse o yapılacaktı belliydi. Hatta Şükrü’nün ne isteyeceği bile belliydi. Rota hemen Kerem’in meyhaneye çevrildi. Paspal’ın aksine Şükrü devamlı gülümseyen sıfatların temsilcisi gibi, güzel olan ne varsa ondan bahsetmeye çalışıyor ve Paspal’a cevap hakkı vermeden, kendisi de pek soluk almadan sorular sorup cevaplar veriyor kendisinden bahsediyordu. Paspal yarım yamalak dinlediği arkadaşının bu kadar konuşmasını istemiyordu bir taraftan ama bir taraftan da susmasını hiç istemiyordu. Sokakta yürüyen insanlardan duyduğu kelimeleri zorla kendisine yöneltmektense bu şekilde başkasının direk olarak kelimelerini ona yöneltmesi biraz hoşuna gidiyordu. Buna alışmadığından zorlanıyordu biraz. Şükrü’ye rastladığınaysa yavaş yavaş seviniyordu. Bir yalnızlıkkırıcı olarak Şükrü uzaktan herkesin sevebileceği bir insandı.

Kerem rakısının son yudumunu mideye yolladıktan sonra bardağı masaya hafifçe vurdu. Rakıyı üç yudumda bitiren bir adam olarak Kerem ilk yudumda bir çeyreklik, ikinci yudumda da bir çeyreklik alır ve bir süre sonra da kalan yarımı yutardı. Rakı içmesi kurulmuş bir saat gibi olan bu adam pek büyük olmayan bu meyhanenin mecburi sahibiydi. Rakı içmeyi bir yaşam biçimi haline getirmiş olan Kerem’e sorsanız rakı içmekten pek de hoşlanmazdı aslında. Rakı içmek onun mesleğinin bir getirisiydi. Bu bir doktorun ameliyattan pek hoşlanmamasıyla eşdeğerdi. Paspal ve Şükrü meyhaneye adım attılar fakat Kerem onları fark edemedi. Paspal bir an çırakla yaşadıkları hatırladı ve Kerem’e bir şaplak indirmek istedi. Bu elbette asla olmayacak bir hayaldi fakat hayal kendini bitirmemek için uğraşıyordu. Paspal bir anda kafası pek de yerinde olmayan Kerem’in dönüp ona karşılık verdiğini, kavganın büyüdüğünü, Şükrü’nün olaya müdahale etmeye çalıştığını, kendisinin bir yumruk attığını ve en sonunda Kerem’in kafasında rakı şişesini kırdığını canlandırdı. Bu abes durum hayali söndürdü ve Paspal dünyaya dönüş yaptı. Kalp atışlarının hızlandığını hissetti, bu sırada gözleri tokalaşan Şükrü ve Kerem’e yöneldi. Şükrü aynı kendisiyle karşılaştığında yaptığı gibi sürekli gülümseyerek hal hatır sordu ve cevapladı. Paspal da Kerem ile selamlaştı ve masalarına geçtiler. Bir kural olarak rakı söylediler ve hala çenesi yorulmamış olan Şükrü yine kendisinden bahsetti. Paspal arada sıkılıp etrafta gözleri dolan ya da fazlasıyla gülen insanlara bakıp şaşırmaya çalışıyordu. Aynı derecede alkol alsalar da aynı türküyü dinleseler de insanlar ne kadar da zıt yönlere kayabiliyorlardı. Paspal bildiği bir şeye bir kez daha şaşırmaya zorladı kendini. Yaş belli bir seviyenin üstüne çıkınca şaşıracak şey bulmak seyrek yaşanan bir olaya dönüşüyordu, oysa insan olmanın en iyi yanı belki de bir şeye şaşırmaktı.

Dakikalar durmadan ilerliyordu, saatler her zamanki gibi dakikaları sinsice takip ediyordu fakat ortalıkta en beklendik şey bunlardan öte Şükrü’nün attığı 5 dubleye rağmen hala konuşabiliyor oluşuydu. Konu en sonunda olması gereken yere, kadınlara geldi. Ya da tek bir kadına geldi. Her insanın hayatında o ve ya bu şekilde sağlam bir karaktere dönüşen kadına. Evlenmiş bir adam olarak Şükrü bu karakteri sindirmişe benziyordu. Paspal bunu hınzır bir gülümsemeyle karşıladı. Çünkü bir karakter eninde sonunda sindirilemeyip kusulmaya mahkumdu. Şükrü evliliğinden, evliliğinin ne kadar iyi gittiğinden ve evliliğinin ne kadar olası iyi yönü varsa onlardan bahsetmeye devam etti. Paspal konuşmamayışını sürdürmekte yine kararlıydı, dinlemek gerçekten hoşuna gidiyordu. Bu karşısındaki insanın saçmalamasıyla, abartmasıyla, yalan söylemesiyle ya da gerçekten hoş şeylerden bahsediyor oluşuyla değişen bir şey değildi. Paspal gerçekten Şükrü’nün karşısında oturmaktan hoşlanıyordu.

Duble sayısını ikiye katlayan Şükrü’ye birisinin eve kadar eşlik etmesi gerekiyordu. Ve bu iyi sarhoşun arkadaşı Paspal bu görevi layıkıyla yerine getirdi. Kapıyı Esin açtı. Esin malum olarak Şükrü’nün sindirdiği ya da sindirdiğini sandığı kadın. Paspal kollarındaki Şükrü’yü yatağına bırakıp dönmek istedi. Esin ısrar etti. Paspal belki bir kahve deyip salona geçti. Bir on dakika sonra gecenin ilerleyen saatine rağmen Esin tepsideki iki güzel kokulu fincanla salona girdi. Paspal on dakikadır düzenli bir salonun iyi bir şey olduğuna kanaat getirmeye uğraşmıştı. Kendi kafasının da biraz bulanık oluşu hem kelimelerini hem düşlerini bir depremin içine itiyordu. Söze girmek isteyip vazgeçti. Esin’i süzmeye çalıştı. Daha önce defalarca gördüğü kadında bir şeylere şaşırmaya uğraştı. Göğüsleri her kadın kadar, yüzü her kadından biraz daha güzel, elleri her kadından biraz daha çirkin bir kadın olarak Esin sağ bacağını sol bacağının üstüne attı. Paspal şu an Esin’in de kendisi hakkında düşünceler ürettiğine emindi. Ve deli gibi Esin’in kafasındaki düşünceleri öğrenmek istiyordu fakat kurması gereken soru cümlesinin tam olarak ne olması gerektiğini saptayamıyordu. Bu sırada Şükrü’nün horlaması kendini hissettirdi. Esin bunun üzerinden bir espri üretmeye çalışıyordu, belki başarıyordu da ama bu Paspal’ın şu an hiç umurunda değildi. Paspal farkında olmadan gibi ama isteyerek ağzını açtı:

“Ne düşünüyorsun Esin?”
“Hiç.”
“Yani, benim hakkımda.”
“Hiç.”
“Yani benim hakkımda hiç düşünmedin mi?”

Paspal ne kadar iyi şeyler duymak umuduyla cümlelerini git gide uzatacak olsa da, Esin karşısındaki adamın sarhoş olduğundan emindi. Paspal olabildiğine sıradan bir adam olsa da, Esin’in verdiği cevaplar sıradan bile sayılamayacak sıradanlıktaydı. Haksızlık ediyordu. Paspal gözlerinin dolduğuna inanmak istemedi. Bu Esin’in onun hakkında hiçbir şey düşünmüyor olmasıyla çok da alakalı değildi. Bu hiç kimsenin onun hakkında bir şey düşünmediğini düşünmesiyle alakalıydı. Tek kişilik bir oyunun kahramanı olarak Paspal bu oyunu fark edilmek için oynuyordu. Başaramadığını
düşündü. Esin bir mendil getirdi.

memet

Konuşma

-aman, kendini asmış yüz kiloluk bir zenci,
üstelik gece inmiş, ses gelmiyor kümesten;
ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci?
hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.

iyi nişan alırdı kendini asan zenci,
bira içmez ağlardı, babası değirmenci,
sizden iyi olmasın, boşanmada birinci…
-çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen.

ülkü tamer

Bir Kasım Diyelim Bugüne

Üç gün önceydi, fakülteden arkadaşım Sait beni kolumdan tuttuğu gibi Genç Şairler Derneği’ne götürmüştü. Bu dar kapılı yerden ilk defa giriyordum, içeride güler yüzlü, başlarının üstü beyazlamış, her boydan, kravatlı ve gömlekli genç şairler elimi sıkıyorlardı. ( Henüz ölememiş her şairin genç sayıldığını bildiğim için, karşılaştığım bu manzara beni şaşırtmış sayılmazdı. ) Yuvarlak masaların birine oturduk. Kürsüye gelen her insanla beraber ışıklar biraz daha parlıyordu. Sait etrafa gülücükler dağıtmakla meşguldü. Ben burada ne işim olduğunu anlamaya çalışıyordum. Sait hiçbir zaman kaybına mahal vermeden ağzındaki baklayı çıkardı. “Cumartesi” diyordu, “burada bir konuşma yapmak istemez misin?” Cevabımı beklemeden yanımızda durmadan sigara içen genç şaire benim meziyetlerimi anlatıyor ve benim bu iş için biçilmiş kaftan olduğumu söylüyordu. (Niçin yapıyordu bunu, Sait hiç değişmeyecek miydi? ) Genç şair her cümlenin sonunda bir nokta gibi beliriyor, kafasını bir aşağı bir yukarı oynatıyordu. Sait bana dönüp: “Bu iş tamam” dedi, bu iş tamamdı tamam olmasına da. Allah aşkına neydi bu iş?

Sonunda anlaşıldı ki, her hafta burada bir cenaze töreni düzenleniyordu. Eskiden yuğ adı verilen bu törenlere genç şairler şimdilerde anma töreni diyor, bu törenlerde konuşmacılar uzun ve sıkıcı sagular söylüyordu. Feryatlar yerine, şairin veya yazarın hayata dair sözleriyle birlikte dinleyenlerin gözlerinden birkaç damla da yaş düştü mü, her şey tamamdı. Benim görevim, bu haftaki merhum Yahya Kemal’i, bilmiyorlarmış gibi onlara uzun uzun anlatıp, konuşmanın sonunda belki de dünyada cevabı hiç değişmeyecek olan tek soruyu sormaktı. - Merhum Yahya Kemali nasıl bilirsiniz ?

Sait fakültede sevdiğim tek arkadaşımdı. Onu kıramazdım. Başka başka insanları da seviyordum ama onlara olan sevgim yalnızca Yunus Emre'den ötürüydü. Uzun ve sıkıcı fakülte yıllarımı Sait’le geçiriyordum. Tanıdığım başka başka insanların aksine, Sait bana güvenebilme yetisini kaybetmiyordu. Bense onunla tanıştığım günden beri, yüzünü kara çıkartmakla meşhurdum. Sait'i kıramazdım, zaten benim bu hayatta hiç kimseyi kırmaya lüksüm de yoktu. Bu işin üstesinden gelip, hayattan Sait'e yaşattığım tüm hayal kırıklıklarının öcünü almayı düşündüm. Hem böylece üç gün boyunca benim de hazırlanacak bir işim olacaktı.( Olmaz olaydı )

Ve benim için yoğun bir çalışma temposu başlamıştı, Hiç durmadan Yahya Kemal okuyordum, çok okumaktan mı artık neden bilmem, bir süre sonra kendimi, Seine nehrine bakan bir evin odasında buluyordum, karşımda Mallarme anlamadığım bir dilde “ Aheste çek kürekleri mehtap uyanmasın” diyordu. ( Mallarme Salı geceleri uyumazdı. ) İşi öyle abarttım ki, bir ara kürsüye Yahya Kemal kılığında gitmeyi bile tahayyül ettim. Konuşmalarım bir anda değişmişti. Kullandığım sözcükler naftalin kokulu, gayet ciddi görünümlüydüler. Okuyacağım metni ezberlemiştim bile...

Uyandığımda saatin üç olduğunu saymazsak, her şey sıradandı. Hatta cumartesi günü için hiç fena olmayan bir gök vardı dışarıda. Gözümü açar açmaz üç gündür hazırladığım konuşma metnini aramaya koyuldum. Kağıtlar, müsveddeler, dergiler, sigara paketleri, boş küllükler arasında beklenildiği gibi metni bulamıyordum. Heyecana kapılmama lüzum yoktu, beyaz bir kağıt bulup ezberimdeki her şeyi kağıda bir bir yazdım. “Bu akşam burada, şiirimizin en büyük gemisinin, son limanına yolculuğunun ardından geçen bunca yıl sonra...” Bu konuşmayı bırakın yapmayı, Sait olmasa dinlemeye bile katlanamayacağıma emindim. Ama bugün günlerdir beni perişan eden Yahya Kemal'i sonunda toprağa veriyordum. Bu mutluluğun verdiği utançla, kendimle baş başa kalmak bana dayanılmaz geliyordu. Tören başlayana kadar, içimden

- Artık kendimi kalabalığın ortasına bırakmalıyım diye geçirdim.

Dışarı çıkar çıkmaz, ince bir rüzgar beni karşıladı. Hava hafifçe kararmıştı, caddelerin birbirine geçmiş uğultusu, yol ayrımlarıyla dinleniyordu. Her yerde bolca insan vardı. Aralarına karışmak için sabırsızlanıyordum. Böylece suçu kalabalığa atıp, yani kendimi onların arasında bırakıp, usulca Genç Şairler Derneği'ne sıvışabilirdim. Kendimi birkaç saatliğine bırakacak bir yer ararken, gözlerim otobüs beklemekte olan kadına ilişmekte geç kalmamıştı, gözlerim zaten bu tür fırsatları hiç kaçırmazdı sağolsun. Kadın, yüzüne adam akıllı bakılınca sarışın bile sayılabilirdi. Bilinçaltım zamanında hortumla öyle bir dövülmüş olacak ki, zihnimde hemen “Ismarlama Pantoloncu Metin” tabelası peyda oldu ( Hep şişman ve gözlüklü bir adam olarak düşünüyordum ısmarlama pantoloncu Metin'i, bakalım gerçeği ne zaman öğreneceğim ) Ben şişman ve gözlüklü Metin Abiyle meşgulken, sarışın, ilk gelen otobüse atlamıştı bile. Karar vermekte zorlandım, sonunda kendimi onun üç koltuk arkasında içsel bir yolculuk yaparken buldum. Otobüs yolculuklarının en tuhaf yanı, bana yalnızlığımı daha bir hissettirmesiydi, otobüsün hareket etmesiyle birlikte ben de beynimde bir paralel evren yaratır, ruhumu o evrende kendimin en karmaşık sokaklarına yollardım. Fren takımlarıma zeval gelsin de bu yolculuk beni çok uzaklara götürmeden son bulsun diye, telefonumu açık tutardım hep...

Bu insan yığının içinde sarışının peşinden yürümem oldukça zordu. Bir yandan beni fark etmemesini sağlamak, diğer yandan da yüzünü her zaman görebileceğim bir açıda tutmak, kendimi Medrano Sirkinde incecik bir telin üstünde ayakta durmaya çalışan bir cambaz gibi hissetmeme neden oluyordu. Fakat ne yalan söyleyeyim beceriyordum. Eğer sırat dedikleri köprüden de bu sarışınla geçme ihtimalim olsa, şimdi en güzel günahları işleyebilirdim. Sarışının adımları birden hızlandı, kendini bu yürüyen insan yığınından kurtarıp, şu küçük masalı, hasır sandalyelerle dolu avluya bıraktı. Buradaki kalabalık yalnızca oturan insanlardan oluşuyordu. İnsanlar aynı hikayeden art arda farklı cümleler söylüyorlarmış gibi konuşuyorlardı. Sarışın oturmuştu bile, ortada müthiş bir ahenk vardı, ben altta kalamazdım. Onu görebileceğim bir yere heyecanla eğildim. Şimdi her şey daha kolaydı, gözlerim insanların üzerinde geziniyor, hemen hemen yirmi saniyede bir sarışına çarpıyordu. Yüzü çok güzeldi, dudakları minicik, istisnasız, dünyadaki bütün işaret parmaklarının çeyreği kadardı. Avucunda çay bardağı sıkı sıkı duruyordu. İçim tıka basa Yahya Kemal ile doluyken dudaklarımdan dökülen mısralara ben bile şaşırmıştım:

“Ceylanı kurtardım avcının elinden
ama daha baygın yatar ayılamadı.
Kopardım portakalı dalından
ama kabuğu soyulamadı.
Oldum yıldızlarla haşır neşir
ama sayısı bir tamam sayılamadı.”

Nesri nazma yaklaştırmanın sırası değildi, saat kaçtı? Sarışın bana gülümsediğine göre yedi olmalıydı ve günlerdir beklediğim Yahya Kemal anmasını kaçırmıştım. Peki ama niçin gülümsüyordu bana? Yanına gidip, “Senin yüzünden” dedim. “Bir cenaze törenini kaçırdım.” Saatine bakıp şaşırdı, işin aslını öğrendiğinde, beraber üç bardak çay içmiş, babasının terzi olduğunu öğrenmiştim bile. Bana uzun uzun Eyüp Sultan'dan, halktan ve seksten bahsetti. Ona Ece Ayhan okumaması gerektiğini söyledim, öyle ya ne dediği anlaşılıyor muydu, belki bilmediğimiz bir dilden küfürler savuruyordu bize. Gülümsedi, kuşlar uçtu dünyanın bilmem neresinde.

Bu güzel anlar elbette ki son bulacaktı, ve teknoloji bütün trajedisiyle olaya el koyuyordu. Sarışının telefonu saat tam on iki dermişçesine çaldı. “Nereye gideceğini bilmeyen için yol ayrımının bir önemi yok.” diyordu bir yazar. Okuduğumda da sevmiştim ama şimdi nedense bu söz daha bir etten kemikten geliyor bana. Yahya Kemal için üzgünüm, Sait için de…

mehmet nejat

ak akçe kara gün içindir

- bir susuşun vardı senin
kaybolmuşluğun

ben bir yokuş çıkıyorum gözlerinle beraber
sen önce beni sonra bütün geceyi öpüyorsun
böyle huyların vardı senin

uzaktan bir şarkıya çıkacak gibiyim
senin sesinle ilişiyor bana

arkandaki çınarın hemen yanında
eksik bir gökyüzü çatıyorlar
bulutsuz

sen bir şehir meydanı gibi gülüyor
ve boynunu hiç sevmiyorsun

-burada her kadın sana benziyor
sen hiçkimseye benzemiyorsun

mehmet nejat

BURADA

“oğuz'cuğum atay'a“

"Beni anlamalısın. Çünkü ben kitap değilim" diye tamamladı cümleyi içinden. Arkasındaki iki çocuk tam o sırada bu aforizmadan ve Oğuz Atay'dan konuşuyorlardı. Hatta biri Oğuz Atay üzerinden para kazanan günümüz yazarlarından birine okkalı küfürler de edecekti ama o bunları duymayacaktı.

Çünkü tam o an, biraz önce içinden tamamladığı aforizmanın devamını hatırlamaya çalışıyordu. Hatırlamaya çalıştıkça oluşan çağrışımlar, zihninde yıllardır girmediği mahallelere, sokaklara girmesine, yıllardır konuşmadığı, görmediği insanlarla muhatap olmasına sebep olacaktı. Zihnini kurcalamayalı çok olmuştu.

(Bu sırada oturduğu çayhanede çalan şarkının bir bölümüne arkasında oturan iki çocuk eşlik etti. Onun aklı aforizmada ve istediği çayın hâlâ gelmeyişindeydi.)

"Korkular salıyorsun üstüme korkular"

Bütünüyle, baştan ayağa, hiçbir şey olarak oturuyordu çayhanede. O, hayatı boyunca olduğu her yerde hiçbir şey olarak bulunmuştu. Öyle ya bazı adamlar hiçbir şeydir. Bazı adamların yaşamı ya da ölümü dünyadaki kimse için hiçbir şey ifade etmez. Bulundukları her yerde diğer insanların tamamlayıcısı rolündedirler. Olmasalar yerlerinde olacak bir "hiçbir şey" muhakkak bulunur. Müşterisi oldukları çaycı bile zor fark eder onları.

Bu seferki hiçbir şeyliği aforizma vesilesiyle zihninde çıktığı yolculuktandı. Bunu fark edecek durumda değildi. Hiçbir şeyliği daha çocukken adını kaybetmesiyle başlamıştı. Daha çocukken, diğer insanların onu, 3 harfli adının yerine "ısmarlama pantoloncu Metin'in oğlu" diyerek çağırmasıyla başlamıştı. 3 harfli bir isim yerine 4 kelimelik bir tamlamayı seçen insanlar yüzünden. Zihnindeki yolculukta ilk karşısına çıkan Metin oldu haliyle. Terzihanesinde bir pantolonu basenlerinden daraltmaya çalışan ve yanındaki çocuğa "cinsini siktiğim" diye bağıran Metin. Gidip o çocuğu kurtarmak ve babasının burnundan getirmek istedi. Babasını öldürmek istedi. Metin hiç dinlememişti onu. Hiç dinlemediğiniz birini nasıl anlayabilirsiniz? Üstelik ismini kaybetmesinin de birinci sebebiydi. Ufaklığından beri hep bir geç kalmışlık hissiyle beraber görmüştü babasını. Babası onu anlamamıştı, anlayamazdı.

Zihnindeki o sokaktan, o adam ve çocuktan olabildiğince uzaklaşmaya çalıştı. Koştu, koştu, koştu. Öyle ki oturduğu yerde nefes nefes kaldı.

(Bu sırada çayhanede şarkılar çalmaya devam ediyordu. İlk geldiği anda orada olan bütün insanlar gitmiş, yerine yenileri gelmişti. Anlaşılan insanlar ne kadar "bir şey" olursa olsunlar yerleri dolamayacak bir şey olamıyorlardı. Belki onların bir şey olmaları da bunu bilmeyişlerindeydi.)

Yeni bir şarkı çalıyordu ve şarkının şurasında irkildi.

"Dost yüzlü, dost gülücüklü"

İrkilmesiyle zihninde oradan oraya koşuşturması kesildi ve kendisini bir mezarlıktı buldu. Selim'i gördü bir mezarı kazarken. Selim, hayatı boyunca ailesi ve devlet daireleri dışında ona ismiyle hitap eden iki kişiden biriydi. Galatasaray'lıydı ve beraber seyrettikleri bir maçta tanışmışlardı. Dost olmuşlardı. Selim her hafta o kahvede maçları canlı izleyebilmek için çalışıyor, mezar kazıyordu. (Soranlara inşaat işiyle uğraşıyorum diyordu.) Dostlukları Selim'den öğrendikleriyle gelişti hep. En çok da ölümle ilgili öğrendikleriyle... Ölümü bir mezar kazıcısından daha çok kim düşünebilirdi ki? Selim'e göre ölüler anlaşılmayı beklemeden tek anlayanlardı. Bir mezar kazıcısını ölülerden başka kim anlayabilirdi?

Zihnindeki o mezarlıkta, mezar kazan Selim'in yanına yaklaşan birini gördü. 4-5 yıl önceki haline ne çok benziyordu. Dikkatli baktı. Hayır benzemiyordu bizzat O'ydu! O zaman babasının yanındaki ufak çocuk da kendisiydi. Nasıl anlayamamıştı? Onlara görünmeyecek şekilde yanlarına yaklaştı. Ayağına çalılar dolandı, düşecek gibi oldu ama sessiz kalmayı becerdi. Konuştuklarını dinlemeye koyuldu. Yine ölüler... Sonrasında konu Galatasaray'ın haftasonu Ankara'da yapacağı maça geldi. Selim Ankara doğumlu olduğunu ama Ankara'nın yaşanacak bir yer olmamasından dolayı ailesinin kaçarcasına İstanbul'a geldiğini söyledi. Tam o anda Ankara'ya gitme sebebini hatırladı. Yıllar önce Selim ona bunları söylediğinde herkesin kaçtığı yere gitmek istemişti. Ankara'ya...

(Çayhanede insanlar koyu bir muhabbete dalmışlardı. Şarkılara kimse eşlik etmiyordu. Çayı hâlâ gelmemişti.)

"Bir kız vardı, güzeldi sanki ve senindi"

Zihni birdenbire Ankara oluverdi. Kendini birdenbire Cebeci'de sloganı "1 ayda çıkmazsa paranız iade" olan Kafala KAFE'nin önünde yürür buldu. Kendini birdenbire O'nun adıyla uyanmaya başladığı ilk günlerde buldu. Kimdi o? Bir mali müşavirin biricik kızıydı. Sahi adı neydi? "B. ile başlıyordu sanırım" diye geçirdi içinden. 4 yıldır her sabah söyleyerek uyandığı ismi tabii ki unutmamıştı. Sadece o an bir kez daha tekrarlamak istememişti. Dört yıldır olmayan biriydi ama aslında dört yıl öncesinden daha çok vardı.

Kafenin ve fakültelerin önünden hızlı hızlı geçti. Ankara'da tuttuğu evi hatırladı. Oraya gitmeliydi. Sonra bir an duraksadı. Yıllar öncesinde her gün geçtiği yolları bir an hatırlayamadı. Sonra tekrar yürümeye başladı. Yürüdü, hızlandı, koştu. O zamana kadar yaşadığı bütün hayal kırıklıkları bütün geç kalınmış hisleri için koştu. Oturduğu evin kapısına gitmesi çok sürmedi. Kapının önünde iki kişi konuşuyordu. Dikkatlice baktı. Biri kendisiydi, şaşırmadı bu sefer. Diğeri de 4 yıldır her sabah adıyla uyandığıydı. 4 yıldır her sabah olmayandı. Koşup sarılmak istedi kıza. Koşup 4 yıldır niye yoksun diye kızmak istedi. Koşup dört yıldır niye her gün bu kadar varsın diye ağlamak istedi karşısında. Çocuk gibi ağlamak istedi.

Yapamadı.

Yanlarına yaklaştı yine gizlenerek. "Sen benim yalnızlık kırıcımsın, sen olmazsan yalnızlığımdan kurtulamam. Beni anlamalısın" dedi çocuk. Kız adını söyledi devamında bir şey söylemek istercesine. Sonra sustu. Kız öylesine sustu ki dünyadaki her şey bitmez bir sessizliğe sahip oldu. Ve orda öylece büyük bir hayal kırıklığı olarak durdu. Sadece karşısındakinin değil, birçoklarının hayal kırıklığı olarak...

Kendine geldiğinde Oğuz Atay'ın aforizmasını tamamlayabiliyordu artık. Babası, Selim ve O yeterince yardımcı olmuşlardı zihninin sokaklarında.

"Çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz. Yaşarken anlaşılmaya mecburum"

Tam bu sırada çayı da geldi. Oturduğu sandalyeye yaslandı iyice ve bir hikaye kahramanı olmadığının farkına varıp rahatladı hiçbir şey olan herkes adına...

r.

bütün dokuz şubatları / seviniz

- şubat’taydık sanırım
ama göğe bir türlü inanmadım

sen vardın sonra: gözlerinle vardın
sabahlar büyüdü trenler istasyonlar
biliyorsun
gerçekten çiçekli bir yol var senin yurdunda

oturduk uzunca martılardan bahsettik
demek bir gök saklıymış sağ kolunda
gülüşünde en eskilerden bir akdeniz

bildiğim en güzel şarkıyı söyledim
senin omuzların vardı parmakların vardı
sen vardın sonra: gözlerinle vardın

- bana kalırsa biz bütün bir şehri sevebiliriz
akşamlar zaten kıyısında ömrümüzün

mehmet nejat

Sığınak

Her şeyin her an olabileceği ihtimalinin varlığı beni artık korkutmuyordu. Çünkü neredeyse 30 yıldır hayattaydım ve olağan akışın dışında başıma hiçbir şey gelmemişti. 30 yıl boyunca hep bir tedbir oldu bir tarafımda. Koşarken hep arkama baktım mesela ya da gidecek bir ikinci sığınağı tuttum kenarda. Hiç yeterince sarhoş olamadım bu yüzden. Saçmalayamadım, hiç çok ağlamadım. Gereğinden fazla hiçbir şey olmadı hayatımda. 3. sayfalarda yazılanlara hep hayretle baktım ama git gide onlara inancımı kaybettim. Sanki ölenler gerçek hayatta yoklardı, 3. sayfalarda yaşayıp 3. sayfalarda cinayete kurban gidiyorlardı. Hapishaneler cinnet geçirip karısını, çocuğunu doğrayanlarla dolu değildi sanki. İşin aslı hiç hapishane de görmedim. Filmler sanki tamamen hayalle yaratılmışlardı.

İyi para kazanan bir adam olarak her yaz en azından bir iki hafta deniz kenarında tatil yapabiliyordum. Tatillerde hep yalnızdım tabi, orası ayrı. İlginç bir insan olmadığımdan pek arkadaşım olamadı. Lisede edindiğim arkadaşlarla sadece lisede, üniversitede edindiğim arkadaşlarla sadece üniversitede görüştüm. Üniversitede arkadaşlarım ceplerindeki paranın yetmeyeceğini bile bile otostopla Anadolu’yu gezmeye çıktığında ben evde param olmasına rağmen belki bir şey çıkar, daha önemli olur ona harcarım, diye paramı saklamakla yetindim. Sonradan öğrendim, bir şeyin harcanması gerekiyorsa harcanması gerektiğini. Biraz geçti. Ama benim de 30 yaşında bir evim ve arabam vardı. Bunlarla avundum. Avunmanın aslında eksik bir duyguyu ifade ettiğini daha geç kavradım.

Geçen yaz yine tek başına bir haftalığına tatile çıktım. Barlara damsız almadıklarından, ben de kapıda dam kovalayacak bir adam olmadığımdan, bazı akşamlar kaldığım yerde, bazı akşamlar kumsalda bira içiyordum. Bir Salı akşamıydı, 3. biramın son yudumlarının da tükenişini izliyordum. Ucuz olsun diye Eylül’ü bekleyenlerden olduğumdan kumsal boş sayılırdı. Hatta tamamen kumsalın en ucunu mesken tuttuğumdan bana en yakın ikiliyle aramızda bir yüz metre vardı. Sarhoş değildim ama çakırkeyif olduğum da ortadaydı. Rüzgar o saatte ve o ayda ayılman için elinden geleni yapar, denizin görünmeyen ucundan hızla gelir yüzüne çarpardı. Bense hiç ayılmak istemiyordum. Tam son biramı açmaya yeltenirken gerideki yıkık kilisenin bahçesinden bir çocuk gülmesi yükseldi. Çocuk sesini hiç indirmeden benim olduğum yere doğru koşmaya başladı. Yakınlarda bir sokak lambası olmadığından hiçbir şey tam belli olmuyordu. Aslında bir şeyin tam belli olması imkansız bir şeydi. Bana yaklaştıkça gelenin bir çocuk değil bir kadın olduğunu fark ettim. İyice yaklaştı ve tam denize gireceği anda yere çakıldı. Bacakları, kolları ve suratı kuma bulanmıştı. O kadar şaşırmıştım ki, kalkıp kadına yardım edeceğim yerde, olduğum yerde bir şeye şaşırmanın tadını çıkarıyordum. “Yardım et” diye bağırdığında kendime anca gelebildim. Canı acımış olabilirdi, bana biraz kızmış olabilirdi ama o hala gülüyordu. Yerden kaldırdım, yanıma oturttum. Birbirimizin yüzüne bakıyor olsak da pek bir şey belli olmuyordu. Ama o hala gülüyordu. Biramı alıp dikti, o kadar uzun süre bira ağzına yapışık kaldı ki bıraktığında biranın neredeyse yarısını içmişti. Bir şey sormak istedim ama soracak hiçbir şey bulamadım. Çünkü bu sefer sanırım ilk defa hazırlıksız yakalanmıştım. Gülüşünü seyretmeye koyuldum. Acaba sarhoş olmasa da bu kadar çok gülüyor mudur diye düşündüm. Ellerini boynuma atıp “Kötü adam peşimde.” deyip gülmeye devam etti. Ne dediğini bilmiyordu, sarhoştu. Ben de gülmeye başladım. “Adın ne?” dedi. Tanımadığım birine adımı söylemek çok saçma diye düşündüm. Yanlış bir ad söylemek istedim. Tedbiri elden bırakmamak lazımdı. Sonra saçmaladığımı fark ettim. “Haydar.” dedim “Ya seninki?”. Benim sorumu hiç duymamış gibiydi. Sıkıca sarıldı, ağlamaya başladı. İçimde bir huzur belirdi. O ağlıyordu ama ben gülümsüyordum. Kendimi güvenilecek biriymiş gibi hissettim. Bir anda ağlaması durdu. Geriye çekti kendini. Tekrar güldü. Üstümdekileri çıkarmaya çalıştı. Sevişeceğimizi düşündüm. Bir çırpıda çıkardım. Tam onu öpecekken “Yüzelim mi?” diye sordu. Meğer sevişme yokmuş. Korktum. Bu saatte denize girsek sanki kesin boğulacaktık. Elimden tutup koşmaya başladı. Su buz gibiydi ama mutluydum. Gülüyordu. Üşüdük, çok üşüdük. 2-3 dakika geçmeden tekrar kumsala çıktık. Onu öptüm, güldü. Sonra o da beni öptü. “Çok güzelsin.” dedim halbuki böyle olup olmadığını görmüyordum bile. Belki gerçekten çok güzeldi. Bu kadar güzel gülen bir kadının çirkin olmasına imkan yoktu. Öpüşmeye başladık.

Sert bir haykırışla bir adam olduğumuz yere doğru koşuyordu. Küfür sesleri yüksele yüksele yanımıza kadar geldi. Beni öldüresiye dövmeye başladı. Sanırım babasıydı, sanki kızını öldürdüm, sadece öpüşüyorduk diye düşündüm. Beni dövmekten gücü kalmayınca anca bıraktı. Yerden kalkacak halim kalmamıştı. Sonradan öğrendim, adı Yağmur’muş, kendini 8 yaşında zannediyormuş. Hastalığın adını tam anlayamadım. Çok utandım. Ama Yağmur bana güvenip sarılmıştı deyip avundum.

memet

Hafıza

İçi kirken insanın konuşan sen değilsin. Başgardiyana kalsa konuşulur. Az bile. Önce bir mahkûmlar için düşünürdüm. Yok. Yediğinden içtiğine… “ Beton dökeceksin zemine; çocuğun ellerine de yün çorap geçireceksin. Sıkı bir istavroz düğümü: İş tamam.” Nerden duydu… Akıl soran mı oldu adama?! Et yağına bulanmış ağzını titreterek dalgasını da geçiyor. “ İnanma ihtiyarın söylediğine –ondan kurtulamadın ya ayrı mesele, bizim kadın anlatır, bir o bilir. İstediği otları yedirsin çocuğa, gör o vakit sen. Ele yabancıya saldırır. Benden söylemesi, olur ya, bunun sonu ortada, cinnetin yakın. Dediğime çıkarsın gene. Yalnız bir otuz santim dökersin betonu, bol bol. Fena mı boyunuz bir tabure daha yaklaşır tavana.” Gülmesi minibüsü devirecekti. Susmasını bilecekti. Yeri adabı değildi. O kadar adam içinde. Onaylıyor her biri. Kasabalının uğraşı biz olmuşuz. – Gece vardiyasından İbrahim anlattıydı– alışmışlar, gece karılarından işittikleri, susan bir benim, kadın çocuğu taşırken, sırtına yapışmışım, imanı gevrer adamın. Daha neler… Bir gülünecek yerde durdular, irkildi hepsi… Kafa doz. Düşünmeyi bırak. Kan. Siniklik. Akrabalığı batsın onun.

Tozu yutan bozkır. Hava boşluktan sayılır. Karartıyı kendine yön belle. Bataklık olmalı. Beş kilometre tutar; iyi hesap yirmi dakika.

Kin tutan birisiyim. Apaçık söyle. Demediğinden, olmadığından daha serbest kılıyor —suya damlattığı zehir. Gardiyanlıktan anladığım... Düşünürüm, duyduklarım az buçuk öğrendiğim, /bu kulağın, kulak bu göz, burnun dilin parmakların, yüz?/ akıl sır ermez söylenenleri düşün –eklendikçe bulanan, doğrucu. Gökte boğuntulu, siyah bulutların belirginleştiği geceler, denedin, ilk ıslanmalar, tanrının yüzünü düşündün, anneni elbisesiz gördüğün. Başgardiyana hepsini anlattıydın, çocukken.

Kekeme mahkûmu bulduğun yer burası. Kimse anlamadı. Hapishanenin yaslandığı dağlarda bir kovukta saklanmak varken, burada düzlükte, yerde secde. Titrediği koyuluktan almak, aramaktan zordu. Jandarma dağlarda ararken, düzlüğe biz. Sonrası malum, üç gün harç bidonuna kapatıldı. Çıkardığımızda beli şişmiş, böbrekler. Üstüne iç kanama, kaçmamış meğer tuvaletin kırık camından ölmeye atlamış. Tutanak yok. Jandarma bulmayınca kaçmış da sayılmaz! Su içemez artık. Bulununca, akıllılığı başgardiyan yapar. Hastane yolunda, bulduğumuz yerde araçtan indirmiş. Tembihlemiş kasabadan uzak dursun, sonrası şehir (yakındır büyüyor yan kasaba). Hoş başgardiyanı biraz sonra müdür odasına çağırır, (başgardiyanın hesabı, uyanık müdür) iki aylığından olur. Dördüncü akşam bozkırı anlatan kekeme mahkûm öldü. Revirde başında durdum. “Düzlükte, esen gün rüzgârlarından korktum.” Teni ölümken insanın gören sen değilsin. Kokusuz ne güzel, böbrekleri bitince demek.

Şakayıkları sökmek de var şimdi. İki kök, biri mutlaka haç şeklinde olacak, unutma! Kıyafetlerin çamura bulanacak gel de sıyrıl! Bir halta yarasa. Şakayıklar bataklıkta yetişmez bir burada biter. Başka da yok, az aramadım. Bana da kalsa hurafe bunların. İlaçlar dediğin, otların toplanması –televizyondan. İhtiyara uğraş gerek, o kadar.

Peşine takılmış. İhtimal hemen ardından inmiştir. Nasıl fark etmedin. Elinde bir süngü bıçağı. “ Söylenme içinden Sait, demin çenem düştüyse de seni düşündüğümden. Neyle sökecektin kökleri. Yanına bir sapsız kazma alacaktın. Bu parça, işimizi görür artık. Minibüsü de beklettim.”

Ayrılacağı yok. Çamurunu çıkardığı kökleri taşıyor. İkisi de haç şeklinde. Ellerini cebinden çıkar. Geldik. Kolların tok karanlıkta belirginleşsin. Anahtar kullanma. Zili çal. Kadın kapıda. Ses vermeni bekliyor. Ses çıkar. Kapı ağzını geçti. Başgardiyanın varlığını anladı.

Makarna yemeğinde fasulye tadı, dünden kalan yağ. Soğumuş. Katı. Başgardiyanın dikkatini dağıt. Tez canlıdır. Yemeğini iğreti yavaşça ye. Yok çay ister. Çabuk ye. Çatallar, uçlarının sivriltilmesi gerek. Bakınıyor, yeni görmüş gibi. Duvarlar yok. Sezdirmedi daha. Köşelerde biriken eşyaları tanıdı, duvarlardan sökülen. Uzun süre takılmadı. Gözlerini tavana dikti. Çocuklar ihtiyarın etrafında kümelenmiş, kökün üstkabuğunu tıraş etmesini izliyor.

Bira çekiyormuş canı. Çay istemez. İhtiyarın da işine geldi. Köklerden birini kaynatıyor şimdi. Ocak ona lâzım. Parasını ortancaya uzattı. Leblebi de öğütledi. Üstüne gofret. Çabuk gelmez şimdi. Birlikte gidiyoruz. İki adımlık yol yahu. Hava da alırım.

“Konuşmak hoş, devamını getirmek de var ama. Biliriz birbirimizi.” “Yok ihtiyar endişelenme arkasında durmak değil. Ben işte hapishanenin mahkumu, müdürü, karılarımız…. ardısı yığılanlar, yardım edeyim dedim, nasılsa kendime.” anlat ihtiyar çıkar mı çocuk bundan. Erimiş yavrucağız” “ Dinleme sen kimseyi, düzelir durumu, büyür.” “öyledir çocuk aklı işte, bizim oğlana anlatamadım daha darağacı diye ağaç yoktur.” İhtiyarın yakınlaşmasıyla O da çocuğa yöneldi. Elini kaldırdı, dişlerini gösteriyor bir yandan. Saçını okşayacak belli. Çocuk koyulaşan tırnaklarını Başgardiyanın yüzüne geçirdi. Keskin bir ah çıktı. Yüzünü kurtardığında, çocuk görünürde yoktu. Hıncını alamadı. İhtiyarın, elindeki konserve kutusunu yüzüne çarptı, kaynar köksuyu…

Çiziklere kan dolmaması Sait’i ürpertti. Başgardiyan idam görmüş.

iskender

hatırlatarak bir hırsız

gittiler büyük rüzgarlarla gittiler
tütün kolonyalarını burunlarımıza sunan
önce mutsuz sonra mutlu
ve ondan sonra hep mutsuz olan
sakalları jilet görmekten beyazlayan yazık adamlar
en önden en büyük rüzgarlarla gittiler

soğuklar çökerken zorlanmadı hiç
yarımkürelere bölünmüş olunduğundan
dünyaya benzemek benzetilmek iyiydi de
unuttular yasaklara bağırmaktan sınırları

gittiler ışıklar söyleyerek gittiler
çekmecelerin içindeki her ayrıntıyı hatırlatarak
bir hırsız ne ararsa onu hatırlatarak
havluları ıslak bırakıp gittiler

koyup zamanı ceketlerinin iç ceplerine
bizi öyle pencere başlarında bırakıp gittiler
başka dillerin türkülerine uzanıp

gülümsemelerini yarım bırakıp gittiler
oyunlarını günlüklerinde kaybederek

gitmek büyük asalettir, gidenler bilir
geri dönmenin bir adım gerisindedir belki, kim bilir

memet