21 Aralık 2012 Cuma






















aralık 2012 / 5

çav bella


ben bir baharı söylerim
yetişsin diye bir kuşun ilk göçüne
bilirim dünyayı orasında burasında bir orman

öyleyse sakınalım umudumuzu
sen de bunu bir çağ belle

getir en yeni biçimini atların ve arabalarının
bir başından dolaşalım dünyayı
eskimesin öylece dursun hatırımızda
henüz tutuşturmuş bir ağıt olarak

söyle öyküsünü bir yaz günü
nehirler büyük sulara akmadan
daha büyük gemiler yapmalıyız
bir yağmur falan yağmalı
- böyle olmalı bir çağın ilk gününe hazırlık

şimdi uzunca bir gündüzün kıyısında
bir türkü tekrarlıyor beni
duysam hepimizin yerine ben söyleyeceğim
bir ağacın sesiyle hem de
bir çocuğun ilk hüznüyle

artık kiremitlere yağmasın diye kar
sen de bunu bir çağ belle

hatırla denize vardığımda şaşkınlığı
çünkü nehirlerimiz ve küçük taşlarımız yerli yerinde
daha beyazlamamış sakallarımız

bir gülün keşfinde bulunuyorum
hani bir anıyı diğerinden damıtan zaman nerede

mehmet nejat

Bir Başka Roman Tefrikası


1.

Otobüs yolculukları hep birbirine benzer zaten. Hele bu mevsimde. Daha hissedilir bir ayrılık tadı vardır, daha sert bir tat. Rüzgar çok üşütmez ama hırka giymek zorunda bırakır insanı. Zaten hırka geçiş mevsimlerini saptayan bir ayraçtır. Güz geldiğini de hırkalardan anlarsınız, bahar geldiğini de. Yanıldığı pek görülmemiştir. Ayrılığın kokusu sinmiştir, çıkmaz hırkaların üzerinden. Bu yolculukları iyi bilenler, ne zaman bir hırka görseler sevdikleri bir şeyden ayrılacaklarını düşünürler. Korkarlar.
             
   Çalışmayan kadınlar bütün bir yazı köylerinde geçirmişlerdir. Kış yiyecekleri hazırlamışlar, neredeyse hiç para harcamamışlar ve çocukların biraz olsun topun nereye gideceğini düşünmeden topa vurabileceği yerlerde top oynamalarını sağlamışlardır. Şimdi ise ellerinde birkaç çuvalla birlikte muavinle bagaj tartışması yapmaktadırlar. Kesinlikle galip gelecekleri bir tartışmadır bu. Ve genelde iki çocuğuyla birlikte iki otobüs bileti almıştır. Aklından geçen ise sağ salim İstanbul’a varmak ve kendisi ile cam arasına sıkıştıracağı iki çocuğunun yol boyu mızmızlanmamasıdır. Garip bir insan tipidir bu kadın. Evrende bu tip kadınlardan daha kolay memnun olabilecek başka bir cins bulamazsınız. Çünkü ona istediğini verdiğinizde asla bir istekte daha bulunmaz. Sizden isteyecekleri de zaten asla ortalamanın üstüne çıkmaz. Çok bulaşık çıkmamışsa makinede biriktirmez onları, elinde yıkar. Gidip eteği hazır almaz, mümkünse kumaşını bulur kendi diker. Kendi bir lokma yediyse, çocuklarına iki lokma yedirmeden rahat edemez. Velhasıl modern insana terstir her yönüyle. Bir insan tipi daha vardır bu otobüslerde. Onlar erkektir genelde. Çocukluğundan beri hep birilerinin onun emri altında olmasını istemiş ama hiç başaramamıştır. Ona saygı duymaz kimse, ki duyması için de hiç sebep yoktur. Sırf bu yüzden fırsatını bulduğunda emir vermekten asla geri kalmaz. Muavin onun için bir avdır bu anlamda. Olabildiğince hizmetinde tutmaya çalışır onu. Mola yerlerinde de garsonlara aynı şekilde davranır. İnsanları yargılamak, bir insana göstermeniz gereken son silahınızdır aslında. Ama ille de bu silahınızı kullanmanız gerekirse, insanların size karşı davranışlarını değil, diğer insanlara karşı davranışlarını yargılamalısınızdır. Çünkü en doğru sonucu ancak böyle alabilirsiniz. Bu durum, yargılamaların olabilecek en tarafsız ve en akılcı yoludur. Bu tip insanlara karşı çoğunluk, o son silahınızı kullanmanız gerekir ve dakikalarca istemeden de olsa maruz kaldığınız o bütün diyalog ve tavırları yargılarsınız. Kaçınılmaz olarak da onları aptal statüsüne mahkum edersiniz.
             
   Eren, sigarasını yayvan tabla üzerinde yumuşakça ezdikten sonra saatine baktı. Henüz hareket saatine on dakika vardı. Gözleri kalabalık arasında muavini aradı, beyaz gömleği ve bordo yeleği sayesinde muavini bulmak zor olmadı. Birinci tip kadınla elbette ki bagaj tartışmasındaydı. Alamayacağını bile bile ekstra yük için kadından para istiyordu. Eren, bir sigara daha yakma tereddütünü çabuk aştı, sigarayı yaktı ve etrafını gözlemeye devam etti. Hissettiği hafif ürperiş vücudunda bir haz yarattı. Bunun üzerine hırkasının önünü kapattı. Sol avcunun içine sıkıştırdığı hırkasının ucunu da tutup sağ koltukaltının altına sokuşturdu. Sağ eli ise iki parmağının arasına sıkıştırılmış sigarayla birlikte dudaklarının tam karşısında duruyor ve o el asla inmiyordu. Sigara içen birinin sağ eli her zaman üşümeye mahkumdur zaten, Eren de bu kuralı bozmuyordu. Çevrede aslında oldukça büyük bir gürültü kendini hissettiriyordu fakat Eren bunları hiç önemsemediğini kendine ispatlamak istercesine kafasını çok yavaş şekilde çeviriyordu, hiçbir şeye tepki vermiyordu. Devamlı olarak otobüsler geliyor ve gidiyorlardı. İnsanlar da öyle. Herkesi yolcu etmeye gelmiş akrabalar ve arkadaşlar yüzünden gardaki toplam insan sayısı yolcu sayısının üç dört katı kadardı. Eren’in bu orana hiçbir katkısı yoktu. Hareket saatinin geldiğini anonslardan anlamak mümkün değildi. O boğuk sesin arasında, tümü birbirine benzeyen anonsların kendi seferine ait olup olmadığını ayırt etmek neredeyse imkansızdı. Eren tekrar saatini kontrol etti ve sigarasını yayvan tabla üzerinde yumuşakça ezerek orta kapıya doğru hareketlendi. 
            
    Otobüs, gardakilerin şoföre geri gelmede yardım amaçlı “Gel, gel, dur!” bağırışlarıyla birlikte hareket etmeye başladı. Bu hareket tanıdıklarını yolcu etmeye gelenlerin oluşturduğu koridorun arasından çok yavaş ve dikkatli bir şekilde oluyordu. Çevredekiler ellerini sallıyordu. El sallama hareketi herkeste aynıydı ama herkes bu harekete farklı anlamlar yüklüyordu. Dolan gözlerini saklamayanlar, göstermek istemeyenler, bir yolculuğun heyecanıyla mutlu olanlar, umutlular, yalnızlığa ilerleyenler… Hepsi ama hepsi el sallıyordu. Eren ise ne hissettiğini kendisi de saptayamıyordu. El sallayanlardan gözlerini kaçırıyordu. Hep böyle oluyordu Eren için yer değiştirmeler. Bir adımını eşiğin bu yanına, diğer adımını öte yanına koyuyordu. Ama hiçbir zaman tamamıyla bir tarafta tutamıyordu kendini. İnsanlar koşarlarken ayaklarının ikisinin de havada olduğu anlar olur. Bir isyandır bu yerküreye bir anlamda. Ona güven duymayabileceğinin bir göstergesidir. Ama atlar koşarlarken ya arka ayakları ya da ön ayakları yere illa değer. Bu kendini, kendinden daha büyük bir güce yaslamadır, güven duyup düşünmemektir, isyan güdüsünün bastırılmasıdır. Eren bu yönüyle insanlardan hayli ayrılıyordu. Daha kopamayan bir tip, daha noksan. Noksanlığını tamamlamak yerine, ona arkasını dönmeyi tercih eden bir tip. Noksanlığını aşı vurulmuş sol kolu gibi sakınan bir tip.
        
     Otobüs bir süre sonra düz yola düştü. Hız arttı, yolcular koltuklara iyice yerleşip gevşediler. Eren, otobüsün en arkasının yalnızca iki koltuk önünde sol tarafta cam kenarında oturuyordu. Kafasını kaldırmasıyla aksi yöne saçaklanan eller gördü. Bu eller çalışmaya başlayan klimalar sonrası kafalarının tam üstlerindeki dört beş düğmenin ne işe yaradığının çözmek için havaya kalkmıştı. Eren ne kafasına doğru gelen havayla ne de üstündeki düğmelerle ilgilenmedi. Hafifçe ayaklarının önüne doğru eğilip çantasından müzikçalarını çıkardı ve bir insanın uzun gece yolculuğunda ne dinlemesi gerekiyorsa onları dinlemeye başladı. Yani onlar, biraz Veysel, biraz Mahzuni, biraz Neşet. Bir ölüme üzülmek için sebebe ihtiyacınız yoktur. Karşılaşılan her ölüm, ölenden ziyade bize henüz kimsenin kaçmayı başaramadığı sonu bir kez daha hatırlattığı için üzülmeyi hak eder. Ama bir ölüme daha çok üzülmeniz ancak ölenle aranızdaki paylaşımın fazlalığıyla mümkündür. Hayatınız boyunca sırf amcanız ya da dayınız olduğu için yan yana gelmek zorunda kaldığınız insanların ölümüne, yıllarca alışveriş yaptığınız ve size her akşam bir tane ekmek ayıran bakkalın ölümünden daha az gözyaşı ayırmanızın yalnız sebebi budur. Bir müzisyenin, hatta bir müzisyenin ötesinde sanki yazdığı bütün türküleri yalnızca siz dinleyesiniz diye yazmış olan bir adamın ölümüne daha üzülmenin de yalnız sebebi budur. Eren hazır yapacak hiçbir şeyi yokken,  kendisine yazılmış gibi duran bütün türkülerle birlikte biraz daha Neşet’e üzüldü. 
        
    Otobüsün ışıkları birkaç yalpalamadan sonra tamamen yandı. Muavinin sesi otobüsün içine yayıldı. Eren’in kulaklarında yalnızca Frigya dinlenme tesislerine geldikleri ve yarım saatlik bir mola verildiği kaldı. Zaten bu kadarı yeterliydi. Otobüsüm ışıkları ilk yaktığındaki homurdanmalar yerini yavaşça fren seslerine bıraktı. Eren saatine baktı, üçü on geçiyordu. Otobüsün arka koltukları, kapıların açılmasıyla hızla boşaldı. Genelini ön koltuklarda bulunanların oluşturduğu bir kısım yolcu tekrar gözlerini kapadılar. Bazıları hiç uyanmamıştı bile. Eren otobüsten indikten sonra önce tuvalete ardından da lokanta bölümüne geçti. Sulu yemeklerin olduğu bölümün hemen sonunda, soğuk ve lezzetli olmadıkları görünüşlerinden belli olan gözlemeler vardı. Patatesli, patlıcanlı, peynirli… Tadı güzel olmasa da gözleme gözlemeydi. Fakat bir beş dakika sonra Eren kendini çok zorlasa da gözlemenin tamamını bitiremedi. Otobüse geçti. Biraz sonra boğuk anonsların arasında, kendi otobüsününki geçti. Birkaç dakika sonra da otobüsün ışıkları tekrar söndü.
   
   Güneşin hafifçe yükselmesiyle birlikte Eren’in yarım saatte bir bölünen uykusu tamamen uzaklaştı. Hala açık olan müzikçaları bir şeyler fısıldamaya devam ediyordu. Etrafı izlemeye koyuldu. Etraf uçsuz bucaksız çıplak topraktı. Doğanın insana verdiği en terk edilmez hediye olan topraklar, yeniden ekilip bire beş vermeden önce dinlenmesinin son demlerini yaşıyordu. Tarihte yanılsamaya çalmayan tek mutluluğun toprak olduğunu Eren henüz bilmiyordu. Fakat o da her insan gibi, eğer ömrü çok kısa sürmezse, bunu öğrenecekti.
  
     Otobüsün İstanbul’a yaklaştığı havanın renginden anlaşıyordu. Gebze taraflarına geldikten sonra daha kasvetli, daha isli, daha karamsar bir renge bürünüyordu çünkü hava. Bu durum kuşkusuz buralarda yaşamak zorunda kalan insanların tamamının karakterine yansıyordu. Bu ufak ama sıkışmış bölgenin insanları, diğer insanlara göre hep daha mutsuz, hep daha muhtaç insanlar oluyorlardı git gide. Kuşaktan kuşağa çoğalan bu durum gelecek nesiller açısından ciddi bir kaygı oluşturuyordu. Eren de tıpkı bu milyonlar gibi daha muhtaç bir insandı. Güneşin yükselmesine rağmen hava henüz pek de ısınmış sayılmazdı. Etrafta gözüken arabaların sayısı da otobüsün içindeki gözünü açmış insanların sayısı da artmıştı. Çocuklarını camla kendisi arasına sıkıştırmış iki biletli kadın amacına ulaşmak üzere mutluydu. Eren ise ne hissettiğini hala kestirememişti. Esenler, bu ne hissettiğini hala kestirememiş insanı karşılamaya hazırdı. Zaten Esenler günün her saati, her türden insanı karşılamaya hazırdı. Bu otogar, dünyada görüp görebileceğiniz en garip yerdi belki de. Aklınızın alabileceğinin daha üstünde hikayelere sahip olan bütün insanlar, İstanbul’a kaçmak için de, İstanbul’dan kaçmak için de burayı kullanıyordu çünkü. Çünkü İstanbul sıradan insanlar için değil, kaçan insanlar için yüzyıllarca hazırlanmış bir şehirdi.
            
    Eren otomatik kapıya asılıp açmaya çalıştı. Var olan tüm gücünü boşaltsa da kapı açılmadı. Arkadan sert bir ses Eren’e yöneldi. Eren’in muhtemelen uykusuzluğu ve yorgunluğu bu otomatik kapı savaşına sebep olmuştu ama bu bağırtı onu kendine getirdi. Bir anda kalp atışları hızlandı. Arkasına dönmesi yalnızca bir saniyesini alsa da, o bir saniyede türlü senaryolar içinde şoförle kavga etti. Vurdu, vuruldu, kalabalık geldi, zor yatıştı ortalık. Kısaca her şey oldu ama bir tek gerçekte yaşanacak şey olmamıştı. Eren döndüğü gibi durumu çaktı. Hata etmenin verdiği utangaçlığı çekip yüzüne özür diledi. İkinci tip insanlardan olması muhtemel bu şoför bir-iki bilmişlik koyup ortaya, tespihiyle Eren’e binmesini işaret etti. Servis hareket etti. Eren, her kış haberlere “su basılmış” evleriyle çıkıp meşhur olan Alibeyköy’ü izliyordu. Buradaki tüm apartmanlar yamaca yapılmış olduğundan, bir tarafta giriş katı olan daire, diğer yanda üçüncü kat olabiliyordu. Bu her gördüğünüzde bir kez daha şaşırmanız gereken ve insanların gülüncüne giden bir şeydi. Eren de hafif gülümsedi. Esasında bu durum, sonuçlarına bakarsak, insanların üzülmesi gereken bir durumdu. Fakat İstanbul insanı, nerede gülüp nerede üzüleceğini pek bilmediğinden buna da gülüp geçiyordu. Burada yetişen çocukların oyunları da diğer semtlerin çocuklarına göre oldukça farklıydı. Yüz metrelik rampanın tepesinden aşağı, bisiklet üzerinde ellerini bırakıp yarışırlar mesela. Bu yarışlar ya beş saniyelik bir korna sesiyle, ya acı frenle ya da kolu üç yerinden kırılmış bir çocuğun ağlama sesiyle noktalanır.
             
   Eren iki ay önce servise bindiği yerde, bu sefer servisten indi. Sağına baktı, sonra arkasına döndü. Boş giden Eminönü tramvayı imrendi biraz. Bir sigara çıkarıp kaldırımın arkasına doğru oturdu. Gözüne görme engelliler için yapılmış özel yol çarptı. Bu durumda hiçbir payı olmasa da çok mutlu oldu. Bu yolun görme engelliler için olduğunu öğrenmeden önceki hali geldi aklına, güldü.  “Düz bir kaldırımın ortasına bir mühendis niye çatallı sarı bir şerit çizer ki?” sorusunu sorup, utandığı günü hatırladı. Sigarasını iyice çekti içine, kalktı. Dayısının ölümünden daha çok üzüldüğü tekele uğradı. Artık orası Kamil Ağbi’nin oğlunundu. Kamil Ağbi ki Saray Meydanı’nın en güzel insanı. Tek geçtiği atların hepsi gelen, her akşam tanıdıklara birer ekmek ayıran, biranın yanına çerezi, şarabın yanına kaşarı hediye veren Kamil Ağbi. Meydan üçüncü kalp krizine karşı gelemeyen bu adamın eksikliğine hala alışamamış görünüyordu. İdris Amca’nın ganyan bayisi o günden beri daha boş mesela. Eren bozuk gülümsemesiyle birlikte bir ekmek alıp ayrıldı tekelden. On metre ötedeki kahvaltıcıdan bal-kaymak ikilisini de doldurup poşetini üç dakika ötedeki eve yollandı. Kimseyi rahatsız etmeyeyim diye zile basmadı, anahtarla girdi içeri. Tam dört numaranın önüne geldiğinde durdu. İçerden her zamanki Gülşen Abla’nın bağırışları yükseliyordu.
         
       “Gerizekalı Berk, ben sana o sütün hepsi bitecek demedim mi? Yumurtanı da bitirmemişsin, boşuna mı yaptım ben o yumurtayı? Çoraplarını çıkar, kaç kere dedim aynı çorabı iki gün giymeyeceksin diye?”
            
    Eren en azından dört numarada pek bir şeyin değişmediğini anlayıp sevindi. Yalnızca bir kat daha çıktıktan sonra kendi oturdukları eve, yani yedi numaraya geldi. İçerden gelen sesleri dinlerken Eren, bir insan bir şeyi ne kadar özleyebilirse, bu evdekileri de o kadar özlediğini fark etti. Kapıyı açtı. “Ağbiiii.” bağırışları eşliğinde Mert kucağına atladı. Öpüştüler, sarıldılar. Eren, kucağında Mertle birlikte güzel kokular duyduğu mutfağa doğru yürüdü. Farkında olmadan yanaklarına kadar açılmış dudaklarıyla birlikte Cemil’i gördü. Tam ben de uyuyorsunuz diye düşünmüştüm şeklinde açıklamalara girişecekti ki Cemil hemen araya girdi, Eren’e sarılıp konuştu:
             
   “Ne uyuması oğlum senin geleceğin gün uyunur mu? Geç otur, kızartma yaptım. En altta patatesler, yanına doğru patlıcanla kabak. Üstüne de domatesle biber.”
memet meşe

Gül


gülün tam ortasında ağlıyorum
her akşam sokak ortasında öldükçe
önümü arkamı bilmiyorum
azaldığını duyup duyup karanlıkta
beni ayakta tutan gözlerinin

ellerini alıyorum sabah kadar seviyorum
ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz
ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum
istasyonda tiren oluyor biraz
ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım

gülü alıyorum yüzüme sürüyorum
her nasılsa sokağa düşmüş
kolumu kanadımı kırıyorum
bir kan oluyor bir kıyamet bir çalgı
ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene
cemal süreya

suç duyurusu


binlerce mil… 
tavan kokusu eşliğinde
bir şenliğin tepe taklak
olduğu avuç içlerinden
bağırıyorum
 …
**********
Sırtın dönük,
yaslandığın duvarın
döküldüğü,
bastığın çalıların
alev aldığı,
hangi kasabada var
çakalların kuzuları
bekledikleri…
**********
Tüllerin tül,
ağaçların ağaç,
kesiğin acıdan
yaraya dönüştüğü,
suyun damladığı
toprağa yemiş olarak
geldiği gibi gel…
***********
Ağzımızı her açtığımızda
kuşlar sesleniyor
ormanlara…
attığınız kırıntılara
geliyoruz
her seferinde…
***********
Soğuklara saplanan
kelebeklerin üzerinden
damlar zarafetin…
sen ki isteyemediğim
yerlerin saklandığı,
azdığım topraklardan
fışkıran yemişlerin
adını aldın…
kuruldun soframıza,
sonra seyir ettik karanlığa yasını…
jean pierre fabien

Koca Bey ve Titrek Fincan Hanım


"Sana sivrisinekleri neden sevmen gerektiğini söyleyeceğim. Böylece her gün onlarca cinayet işlemene gerek kalmayacak."

"Mantıklı açıklaması mı olurmuş canım bunun. Kanımı çok seviyor meretler, sana birse bana beş. Hadi söyle bakayım, neyden bu kadar eminsin?"

"Kanımı taşıyan bir şeyi nasıl sevmezsin?"

Sinekler, sinekler. Belki yüz tane. Oda küçük, boğucu. Ama sinekler bin tane. O gülüyor. "Uçun yavrularım uçun, siz uçtukça ben özgür!"

" Neden korkuyorsun ki şu ağaçlardan, sana ne zarar verebilirler?"

Sustum, yuttum.

Anlamadılar. Korkular sebepsiz, korkular doğuştan, korkular öteki taraftan.

Sustum.
"- Tut elimi, çabuk hızlıca geçelim şunların altından.

 Hala bitmediler mi?

 Çok büyükler, çok yüksek.

Sen de mi anlamayacaksın yoksa beni? Bari sen anla, korkuyorum işte. Bu yine geçmiş hali, çocukken ince gövdelilerin bile altından geçerken kulaklarımı tıkardım. Sanırım korktuğum şey ses, aniden gelen."

"Yoo, ben anlıyorum ki seni. Hatta bu özelliklerin çok ilgimi çekiyor. Aslında, diğerleri gibi olmadığını görmek hoşuma gidiyor."

Elini sıktım.

Sımsıkı.

Çınarlar, onlarca. Bir bahçeye bakıyor oda. Bahçe ki kabus ona, bahçe ki adına şanına, bahçe ki artık veda.

İnsanoğlu çok konuşurmuş, çok saçmalarmış. Her ağızdan çıkan mantığa yatmaz ya. Mesela insan sevdiğini çok yaralarmış, çünkü nazı en çok onaymış. Kanatırmış da zevkinden ağlarmış sonunda.

Korktum. Onu ilk gördüğümde korkuma aşık oldum. Ona aşık olduğumda aşkımdan korktum. Onun aşkını görünce;
yine korktum.

İlkin gider diyeydi,

sonra,

Allah ayırır diye korktum.

Korka korka yaşadım. Korkulara doğmuştum. Belki o yüzden titrekti vücudum.

Önce günleri saydım, sonra ayları derken acaba yılları sayabilecek miyim diye düşündüm. Şimdi sandığımın üstündeyim ve eteklerimde tavşan yapabileceğim kadar çok yıl var. Cici tavşan.

Küçük elleri vardı. Her bir kırışığına bir gününü sığdırdığı küçücük elleri. Dünyaya elleriyle tutunmaya çalışsaydı eğer kaybeden olurdu. O hamlesini yüreğiyle oynadı, büyük oynadı.

Sevdiği bir ressam vardı, hayatına kalbini kattıkça, aklını kaybettiğini söyleyen. Şimdi onu doğrular gibi gülüyordu. Gülmek belirtisiyse bazı şeylerin, etraf deli doluydu. Ama yok, o bir de ağlıyordu hemen ardından. Yıllar boyu bu böyle olmuştu.

Küçük bir kadındı o hayatının akıl almaz büyüklüğüne inat. Büyük diyorum çünkü hiçbir kadın koca bir adamı hayatına buyur edecek kadar 'ana yiğit' değildir. Ya korkaktır, ya korkak.

Adam mı? Büyüktü tabi ya. Olmaz olur muydu. Yüreği gibi heybetliydi endamı. İki yoldaştılar onlar ayakları karyolada bir türlü denk gelmeyen. Varsın denk gelmeyen ayakları olsundu. Gerisi lâf. Bir sürü şey söylenebilirdi onlar için, yıllar boyu söylendi de. Dillerdeydiler. Sona değin. Sondan da öte.

Uzun kısa. Kahve yeşil. Suskun geveze. İnat inat. İnat sakin. Genç genç. Aşık aşık. Zeki çalışkan. Yetenekli başarılı. Şen şakrak. Olgun olgun. Aşık aşık. Güçsüz güçlü. Güçlü güçsüz. Yorgun argın. Mutlu mesut. Yaşlı yaşlı. Aşık aşık. Durgun Deli. Ölü diri.

Sandığın üstünde şimdi. Ayakları değmiyor yere. Sallıyor, salladıkça gülüyor. Güldükçe ağlıyor.

"Ben sevmem ayrılıkları. On kere söyledim sana, gideceksen alıştırma kendine, diye. İyi mi oldu şimdi? Bok mu vardı da daldın bi' derin uykuya? Rüyanda kimleri görüyorsun söylesene. O genç komşu kızı di mi ? Biliyorum ki, gözlerimle gördüm ona baktığını pencereden gizlice. Ama uyan, tamam bak çok sinirliyim ama söz çok kızmayacağım, belki biraz çimdiririm kolunu. O da olsun o kadar. Üç gece oldu başındayım, bekliyorum belki uyanırsın diye. Saatin üstünde görmediğim sayılar görür oldum. Ben on altıyı bilirdim bey, dördü değil! Bak üstümde de mor entarim, başımda hasır şapkam, bileklerim doldu da taşıyor verdiğin bileziklerle. Ta on dokuzumda almıştın bunu bak, fildişi olan. Ne günlerdi, ah ne günler. Ne güzeldim o zamanlar şimdi bak ütüsüz gömlek gibi kırış kırış suratım. Artık taşıdığım tepsiler dolu, kahveyle.  Zaten taşıyamazdım hiç şu bardakları. Tamam söz ben yapacağım çayları hadi kalk. Ne diyordum ben? Ne güzeldi o günler di mi? Sen fidan gibiydin, şimdi hale bak boyunu bilemez oldum, yataktan çıktığın mı var. Kanımız kaynardı o zamanlar. Ödüm kopardı ya beni terk edersen diye. Yalan mıymış sanki? Ey evlat duy beni, duy da beni bağlanma bu herife. Bak yarı yolda kodu seni. Ben o kadar seneyi ne yapayım şimdi, tavşan yapacaktım sahi. Ama nolur kalk, nolur, söz kızmayacağım. Belki öperim bile, hem de dudaktan. Nolur, uyan..."

"Allah'ım önce beni al yanına, o daha güçlü dayanır buna. Ben ne kadınlar gördüm güçleri bedenlerini aşan, ben öyle miyim sanki, yedimde yetmişimde korkağın teki. Ben dayanamam, ben göremem, ben onu gömemem. Ben deliririm."
Ölümün kokusunu burnunda hissettiğin zamanlar vardır, seni almaması için ölümün eteğini öptüğün zamanlar, ölümün seni öldürmemesi için neredeyse kendini öldürebildiğin...

Ben sendim,

Sen ben,

ötesi yoktu.

Hastaydı, dayanamıyordu. Hasta olan değildi bu dayanamayan, kadındı, hastalığa dayanamıyordu. Çünkü korkuyordu anilikten, sesten, hareketten,

ani gelen ölümden.

Adam iki sene vardı ki yatalaktı. Öksürüyordu, kan aktı, zayıftı, eriyordu, ölüm kokuyordu, ölüm geliyordu. Kadın "Gelmesin" dedi, "nolur, yeter ki aniden gelmesin, ben getiririm."

İçirdiği bir fincandı sadece. Yandaki kocakarıdan doldurduğu kaynatılmış zehr-i zakkumlarla, titrek bir fincan. Alnını öpe öpe içirdi, fincana ağladı, gözyaşını içirdi.

Adam yatalaktı, ama zihni delikanlı. On dokuzundan beri dillerindeydi "Öyle seviyorum ki bir gün içime sığmayacak bu sevgi ve öldüreceğim seni." Düşünür müydü ki doğruya çıkacağını. Ondan beklerdi. Kadın kuruntulu, histerik ve 'korkak' yapısına ayıp etmeden gördü işini. Adam öyle seviyordu ki onu, alnını öptüre öptüre öldürttü kendini. Zaten hissediyordu sonunu, varsın onun elinden olsundu. Koynuna ağladı, son kez koklamaya can attığı deli kadınının cennet koynuna.

Şimdi kadın çeyiz sandığının üzerinde, ve o, yatağında. Kadın izliyor güle, ağlaya. Titriyor bir de, yaptıklarının farkında.

"Pişman oldum ki ben, uyan. Söz sırf kendime kızacağım, sen de kız hem, küfret bile, deli de, hiç konuşma, bütün gün televizyon izle. Çaylar yaparım ben sana kekler, börekler. Yeni bi' salata tarifi de öğrendim komşudan, maydanozsuz yaparım kolayca yersin. Gel nolur gel! Kimim var ki benim senden gayrı şu kurak beden bana yazılmışken. Bak hem artık korkmuyorum da ölümden. Gel!"

Güldü, ağladı.

İşte böyleydi hikayeleri,

Koca Bey ve Titrek Fincan Hanımı.
irem kulaber

Suzan Bulunmuyor


Tütünsüz bir gecedir Suzan yine uykusuz
Şarabı yeni bitmiş,üzümleri pek küskün.
O zaman mitralyözler bağları hedef alsın
Suzan biraz dağılsın,dağılmak çoğalmaktır.
Sesin  kere gülmektir, gözün kere artmaktır.

Bilirsin ki sesler çarpışarak yok olur.
Çarpışarak yok olan her şeyi çok sevesin.
Suzan içli bir kadın bunu ilk ben söyledim
Bunu ilk ben söyledim, hepiniz sağırdınız.
Şimdi bir baş kaldırı ortasından yarılsın
Bunlar hassas konular,boş-ver mezar kazalım!

O zaman ben bir taşın sırtına yosunurum
Ölürüm belki biraz sonra kömür olurum.
Suzan sobayı yakar, üstüne demlik koyar
Çayın ısısı kadar ciğerine dolarım
Allahtan yoksun Suzan,ya gerçekten olsaydın.
Olsan şimdi kömürdüm, muhtemelen yanmıştım
Adil Buğra

Kapı Kolu


Uyandı; kıyafetleri yine üzerindeydi. Son birkaç haftada olduğu gibi, yine “neresinde” uyuduğunu hatırlamıyordu; ama etraflıca planlanmasına rağmen savaş alanını andıran bir düşünce yığınını uykuya karıştırıp ziyan etmişti. Yapması gerekenleri düşündü. Adeta, yatarken omuzlarından alıp kenara koyduğu yüklerini yüklendi. Saate bakmayı hiç sevmezdi. İlkel yöntemlerle gündelik programını düzenliyordu. Perdeyi sıyırdı; gözleri kamaştı. En azından güneş henüz batmamıştı.

Hayat hiçbir zaman onu asıl istediği yere getirmemişti. 36 yaşındaydı ve bunun tek suçlusu kendisiydi. Sistemin bir parçası olmayı üniversiteye girdiği anda zımnen kabul etmişti. Tıp fakültesi kazanmıştı bir kere, okumalıydı. Zeki olması belki değil, ancak çalışkan olması onun suçuydu. Sistemin bir parçası olmak konusunda hızla ilerlemişti. Ta ki, ameliyat masasında ilk hastasını bırakana kadar… Bu yükü kaldıramamış, sistemin işleyen parçası olmayı reddetmiş ve kenara atılmış bir dişli çarkına dönüşmüştü. Tek yaptığı şey düşünmekti.

Cihangir’de oturuyordu. Geceleri etrafına baktığı, merdivenlerde içen, sokak kenarlarında zincir sallayan delikanlılardan; gelen geçene laf atan travestilere kadar, gençliğinde yanından geçemeyeceği bir insan topluluğuyla aynı muhiti paylaşıyordu. Burada yaşamayı da kendisi istemişti, her zaman Cihangir’den Karaköy sahilini gören bir dairede yaşamayı hayal etmişti. Ancak dairesinden Karaköy sahiline hiç bakmamıştı. Bazense modern sanatlar müzesinin yanındaki lokantadan evini seyrediyordu.

Hayatından çok fazla kadın geçmiş, hiçbirisi çok uzun kalmamıştı. Bu durumdan nadiren memnun oluyordu. Hayatını bir kadının toparlayacağına yüksek bir inancı vardı. Ancak karşısına çıkan hiçbir kadın, kendinde bu ışığı göremiyordu.

Akşam, uzun zaman sonra tekrar bir şeyler yazmaya çalışacaktı. Bu yüzden olsa gerek, sur içini baştan sona gezdi. Çocukluğunun geçtiği bu yerleri hep ilham kaynağı olarak görmüştü. Balat’ta bir işkembe içti. O gün kimseyle konuşmamayı tercih etti. Zaten telefonunu yanına almamıştı. Eve gittiğinde onlarca çağrı almayı bekliyordu.     (Ancak muhtemelen Mehmet veya Nejat’tan başka arayan olmayacaktı.) Beyhude beklediğini fark etti, gülümsedi. Çorbanın sarımsağından kendi dahi rahatsız olmuş olacak ki, eve yürümeye karar verdi. Geç olmuştu. Birkaç haftadır, en verimli gününü geçirdiği gerçeğini düşününce acı bir gülümseme aldı yüzünü. Toparlanmalıydı.

Saat 2 olmuştu. Kalemini eline aldı, önünde üniversite günlerinde müsvedde olarak kullandığı türden sarı saman kâğıt, doldurulmayı bekliyordu. Günlerdir, haftalardır hatta aylardır zihninin çok ötesinde çok fazla şey birikmişti. Sol elinde tuttuğu kalem her an infilak edip bütün duvarları batırmaya yetecek mürekkebe sahipti. Zihnindekiler kelimelere dökülebilse, ciltlerce yazı çıkardı. Ancak O, yazamıyordu.

Her gece yattıktan sonra uyuyana kadar saatlerce düşünüp, gün içerisinde yaşadıklarına teatral bir nitelik kazandırmak konusunda usta olduğunu zannediyordu. Aslında öyleydi, rutin hayatına rağmen, zihninin içinde dönen oyun, 365 perde olsa soluksuz izlenirdi. Onu dinleyen kişi, yaşayarak elde etmediğine emin olduğu bu tecrübesini neye borçlu olduğuna bir anlam veremezdi. O’na göre ise hayat, hem yaşayıp hem de düşünmek için yeterince uzun, vakit olağanca boldu. Kendi keyif anlayışı da ona bu özelliği kazandırıyordu.

Hiçbir zaman bir yere yetişmek için acele etmedi. Yetişilmesi gereken bir kişi varsa, o da kendisiydi. O’nun için kendisi, beşer olmanın doğal sonucu olarak, dünyanın merkezinde yaşıyordu. İnsanların ne düşündükleri, belki biraz dikkatini çekebilirdi, ancak ne yaptıklarının pek de önemi yoktu. Zaten yazdıkları da kendisinden ibaretti. Ancak kalemi kitlenmiş, yazamıyordu. Beyninin içinde bulunan karman çorman bilgileri bir araya getirip bir kurgu içerisinde verebilmenin çözümlemesini yapmaya çalışıyordu. İnsan beyni tuhaftı. Onca bilgi ve anıyı biriktiriyor, yeri geldiğinde hepsini hatırlayabiliyordu. Ancak O, bildiklerini arka arkaya dizemiyordu. Bir gece boyunca bilimsel bir çıkarım yapmaya çalıştı. Fakat ne O bilim adamıydı; ne de bunun bilimsel bir açıklaması vardı.

İki gün önce, Hazzo Pulo pasajında tanıştığı kadını düşündü. Kadınla, şiddetli bir konuşmayı yarım bırakmıştı. Konuşma, içeriği değil, karşı tarafı etkileyiciliği açısından şiddetliydi. Uzun zamandır, yazı konusunda karşısında ciddi birisini bulamamaktan kendi kendine yakınıyordu. Ciddi bir kadın arıyordu. Hayatına giren son kadın, tamamen doğaçlama bir şekilde bu konuda konuşurken O’nu etkilemeyi başarmıştı. Ancak O, bütün bunların rolden ibaret olduğunu çok sonra anlamıştı.

Yazılardan konuştular uzunca, bıraksalar sonsuza kadar konuşabilirlerdi. Çok fazla ortak yönleri vardı. Ama O ilk defa, bir kadını tanımak için ortak olmayan yönlerden başlamıştı. Bu sefer kolaya kaçmak istemiyordu. Tam zihninden bunlar geçerken, kadın çantasından “Sarı Kar Kitabevi” tarafından basılan kitabını çıkardı ve O’na uzattı. Tam kitap üzerine sığ bir muhabbet açmaya girişirken, kadın acil bir işi çıktığını iddia ederek gitmişti. O’na göre ise o an hayatta o konuşmanın sonsuza kadar sürmesinden daha acil bir şey olamazdı.

Hazzo Pulo pasajında kitabı okumaya başladı. Birkaç öykü deneme karışımı girişimlerden, kadının da tıpkı onun gibi kendisini yazmak gibi bir alışkanlığı olduğunu anladı. Herkes kendi hikâyesinin başkarakteridir neticede. Yazıların, O’nun hoşuna gitmesini bir kenara bırakıp O, az önce yarıda kesilen muhabbetinin sıcaklığını artırdı. Bu kadına en azından bu konuda güvenebileceğini düşündü. Ancak kafasındaki tek soru işareti, artık bir nebze daha samimi geçecek olan bu sohbetinin devam edip etmeyeceğiydi. Bunu öğrenmek için pasajda oldukça fazla vakit geçirmeliydi. Zira numarasını almak gibi bir klişeye girmekten kaçınmıştı. Son zamanlarda büyük ihtimalle O’nu en çok korkutan şeyler klişelerdi. Bu yüzden ki, istediğini elde etmesi için, kendisine hayatta yüklenebilecek en büyük külfet olduğunu düşündüğü şeyi yapmak zorundaydı: Beklemek.

Derince düşündü. Kendisi için belki de hiçbir şey ifade etmeyen bu kadının zihninde kapladığı yer hoşuna gitmiş olacak ki, gülümsedi. Bir kadını kendisinde ilk etkileyen şeyin güzellik olmadığına sevindi. Yazacak ne kadar çok şeyi olduğunu hatırladı. Tek yapması gereken, birisini seçmekti. Kolaya kaçtı. Kalemi tekrar eline aldı:

“Beklemek, insanoğlunun zamana ilişkin en çetin imtihanı…”
yavuz şahin şen

incinir kurdelemin düğümleri


korkmuyorum ya ben bekliyorum uzatsınlar akşamı
bir kibrit gibi sıcacık bir avuçta
kalkın şapkanızı çıkarın siz de
kalkın karşılayın hüznü
ayışığında tahta köprüleri selamlayın

gittikçe büyüyor olacak unutulmuş ve art arda
sökülsün ağzının kenarından incirin tadı
ilk ışıyışı günün
sonradan kadeh sesleri
cep defterimde birkaç satır:

bu yüzden midir bir aşktan geriye üç şey kalır
kış çiçekleri vapur düdükleri-

kalıyoruz biz de böyle en dar basamağında
gittikçe genişleyen bir merdivenin

biliyorum yüzün bir daha bir ovanın şeklini alamayacak
işte tam da yeridir burda hüznü kucaklamanın
iki paralık akşamlarımız başımızda
nerenden başlarsam sevmeye orandan kanayacak

böyle böyle kurtuluruz ancak bir güvercinin sesinden
o güvercin ki ekmeğini bir lokmada sevmekte
işte bu bir yaşamaktır sabahleyin

bu yüzden her aşktan geriye mutlaka kalır
-dünyanın en mutlu çocukları
mehmet nejat

Berceste



sessiz bir ara sokaktan geçerken

çayevi hüznüne bürünüyorum
bardacık, incir demek diyor babam
bunu da kat literatürüne.
ben ceplerimdeki elmasları
kristal bilinciyle avizeme takıyorum.

sen kadın, altın yangın yeri,

ağzında mayhoş bir ıslaklık,
gözünde çayır çimen...
bir yaprak düşüyor yere,
ben tüm dallarımdan sana kanıyorum.
bak, bir yaprak düşüyor yere
ben tüm dallarımla sana kanıyorum.

albay yeşili gözlerin karşısında

esas duruşta bekliyorum
ulu'l-emre itaat hamurumda,
ben orada mayalanıyorum.

açık yaraya kudret narı, diyor babam

bir de sarı kantaron iyi gelir.
ben tüm kudretimi yollara,
tüm sarıları dallara,
ve yaralarımı allaha bırakıp gidiyorum.

ama örtmemeliydik kaşığı

yararcasına ince beli tam ortasından bardağa.
daha çay içerdik, daha şekeri yığardık
daha dur, daha söylerdik bir sözü
tavşanlar alınırdı:
çaya rengini biz verdik!

tüm kelime dağarcığımı sana yitiriyorum.

boğazına kurulmuş darağacına çıkıp
gözümü kırpmadan atlıyorum.
şimdi kalbimi kararan gümüşler gibi
sigaranın külüyle ovuyorum.

ben hiç geleni olmayan yolun gelini olmaya meyyalim

hiç umuru olmamış dünyanın tasası olmayı yeğledim
hiç seveni olmamış kurbağanın bakanı olmayı istedim.

ama sen beni ölü ele geçirdin kadın.


uyuyunca geçmeyen şeyler var, bilirdim

sabah olunca bitmeyen gecelerin varlığını
ben seninle öğrendim.

diyeceğim o ki kadın;


sen,

kestiğim en güzel kurban
ettiğim en içten dua
verdiğim en büyük yemin
ve lanettin, amin.
anıl vatandaş

öldüklerimizden sesin


sen geldin ya artık her şey temiz
biliyoruz artık bir sokak daha var hep arkamızda
bir sokak daha, bir kez daha gidilecek, hep gidilecek
anlam sunamadığımız bir türlü sunamadığımız
anlayamadığımız ama güzel olan bir adın var ya senin
senin adınla birlikte artık her şey temiz

akdeniz’e doğru saldığın saçların var ya
uzak anadolu’dan gelen soğuk
hiçbir ölçeğin bir arada tutamadığı
haritaların çok üstünde bir yerlerde
yalan gibi biraz, anlatı gibi
kanayarak uzayan, uzadıkça kanayan
soğuk saçların var ya artık her şey temiz

bu kadar güzel olduğuna memnunuz
eksiğine, fazlasına değil bu kadarına
senden ve yanın sıra gelenlerden
acısı alınmış patlıcanlardan ve sıcak çorbalardan
bir karnavalın ev sahibi olan sigara tutuşlarından
bir ağlama yöntemi bildiğin kitap tutuşlarından
yeterince biriktiremediğin kötülüklerin var ya senin
biriktiremediğin kötülüklerinle birlikte artık her şey temiz

kırdığımız zamanlardan, tırnaklarından
yaşadıklarımızdan ve öldüklerimizden
sesin tüm bunlardan uç verir gibidir
bilirsin önden gidenler ilk ölenlerdir
başka yer buldum kendimize ben, bırak
bizim olan yerlerle birlikte her şey temiz

ben seni tanımıyorum aslında yalnızca hatırlıyorum
ben seni hatırlıyorum ya artık her şey temiz
memet meşe

15 Ekim 2012 Pazartesi

ekim 2012 / 4

ne söyledimse suyadır


öykündüm de durdum senin gecene 
bir ağacı nasıl çizersin biliyorum artık
biliyorum gemiler nasıl durur suyun üstünde
yazlık sinemalarda gazozlu ağızlarıyla gülümser çocuklar
tüm bunları görüyorum 
akşamları yokuşlar iniliyor yokuşlar çıkılıyor akşamları
bir bardak tuttum muydu soyunasım geliyor hemen
sıcacık bir şenlik sokuluyor içime
o zamandan beridir ağaçlı yolları ısırıyor gözüm

ayın ışığında bir geyik eğilmiş kana kana - inanmışsın
duruyor gölgesiyle resmimizde
sabah olmuş olsun
çıkrıklar dönmüş durmuş
biliyorum bir resmi sabahlara bulayacak olan 
başucunda o sonsuz aydınlık

biz böyle yaşarız sevdayı senle
bir kısacık saçı okşamaz da 
gönlüm bir ucundan sever seni
ne kadar kuşatmış olsak da acıyı

unutma acılar tarih dersleridir
bütün coğrafyaların

mehmet nejat

Bir Roman Tefrikası



III

     Çay bardağı üç şeker için büyük dört şeker içinse küçük gibiydi. Paspal son şekeri kırmaya üşendiğinden üç şekerli çayın içerisinde kaşığı hafifçe döndürmeye başladı. İlk yudum çatlamış dudaklarında bir sızı hissettirdi. İlginç bir haz alıp bu sızıdan, hemen ikinci yuduma davrandı. Bu ayda içlerini ısıtacak bir güneş bulamayan pazarcıların hemen hemen hepsi çaya güneş muamelesi yapıyorlardı. Tezgahlar hazırdı. Paspal savaşmaya hazır bir ordunun kumandanı gibi düzenli dizilmiş iç çamaşırlarının başında duruyordu. Çok değil bir yarım saat sonra yavaş yavaş Fındıkzade’nin bu birbirine çok benzeyen sokakları yağmacıları andıran, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu, bir insan topluluğu tarafından işgal edilecekti. İyi hazırlanılmalıydı. Yağmur bugün pazarcıları yalnız bırakmayacak  gibiydi, çadırları sıkı kurmak gerekirdi. Kış aylarında pazarlarda en çok görülen hadise, yağmur suyunu artık taşıyamayacak hale gelen çadırın bir kenarından boşalan suyun insanları boydan sınamasıydı. Ve ardından hiç beklemediğiniz teyzelerden, kelime anlamlarına uzak kaldığınız orijinal küfürler savrulurdu.
     Paspal saat henüz iki iken artık beşinci kere bozulan çadırına edecek küfür bulamadığından çamaşırları toplamaya başladı. Kazandığı kadar kazanmış, fazlasına ihtiyaç duymamıştı. Bir daha pazara geri dönmemek üzere pazardan ayrıldı. Bağırmayan bir pazarcının eksilişini pazar ahalisinin pek umursamaması çok normaldi. Yanındaki çocuğun cebine yüz lira sıkıştırıp çamaşırları da ona bıraktı. Bir Lark yapıştırıp ağzına yağmurun içine bıraktı kendisini.
     Bir yarım saat kadar sonra Kerem’in yanında aldı soluğu Paspal. Kerem aslında Şükrü’nün arkadaşıydı. Paspal ömründe birkaç kez gördüğü bu adama en fazla üçer beşer kelimelik cümleler kurmuştu ama bu saatte yalnız başına bir şeyler içmek akıllı işi değildi. Şükrü’nün yalnızlıkkırıcı yönü işe yaramışa benziyordu. Meyhaneye girer girmez Kerem’in karşısındaki sandalyeye yöneldi ve bir kural olarak rakı istedi. Kerem gülümseyip, eliyle ve kısılan sağ gözüyle genelde “Hayırdır?” anlamına gelen hareketi yaptı. Paspal’ın umutsuzluğu, sinmişliği ve geri kalan buna benzeyen bütün sıfatları yanaklarından yola çıkarak bütün suratına yayılmıştı. Sadece bir istisna olarak burnu her ne olursa olsun suratındaki genel hakimiyete karşı koyup halini koruyordu. Küçük denebilecek burnu ciddi olmasına izin vermeyecekmiş gibi dursa da Paspal onu da bastırdı ve ne söylemek istediğini tam da tasarlamadan cümlelerine başladı:
     “Zor. Yani ne bileyim ağbi. Sadece zor diyebiliyorsun. İş de değil ki. İş ne ? Bulursun, çalışırsın, bırakırsın. Ama bu değil yani sadece iş değil. Hep böyle.”
     Paspal duraksadı ve sadece iş değil kısmının altını doldurması gerekiyormuş gibi bir zorunluluk hissetti. Oysa Kerem’in hiçbir beklentisi yoktu. Paspal’ın kendini zorladığı karşı taraftan bakınca daha rahat anlaşılıyordu. Kerem ikinci çeyrekliği yuvarladıktan sonra rakı bardağını masaya koydu, gözlerini hazırladı:
    “Kolay ne var ki? Bir yemek yemek, o da çiğnemeden yutulmuyor. Bak ben gözümü ilk açtığımda annem yoktu yanımda bu meyhane vardı. Böyle bakarsın ya arkana, çocukluk dersin, top oynama dersin, kızlara aşık olursun falan. Ben onları bilmedim hiç. Ben bir babamı bildim. Yanında nefes almaya korktuğum babamı. Öyle çok dövmezdi sövmezdi ama bilirdim elinin ağır olduğunu. Daha çocuktum ilkokul çağındayken öğle yemeğine eve giderdim, annem ellerime tutuştururdu kapları, doğru meyhaneye yollardı. Burada babamla yerdik oradan tekrar okula. Akşam çıkardım, hiç dışarı mışarı yok, direk meyhaneye. Öyle öyle geçti yıllar işte. Haftasonu, yaz, yarıyıl bütün tatillerde buradayım. Lisede bütün arkadaşlar haftasonu sevgilileriyle buluştu, ben burada millete rakı dağıttım. Sonra karar verdim, kurtulacağım buradan dedim. Başka bir şehre giderim dedim. Kimseye bahsetmiyorum ama bundan. Babam duysa liseyi bile bitirmeden alır beni. Okul zamanı biraz hayal kuruyorum, ulan diyorum gitsem Ankara’ya, İzmir’e, özgürlük diyorum var mı daha başka şeye gerek? Çocukluğum çalışarak geçmiş zaten, gene çalışırım. Bir yandan çalışırım bir yandan okurum. Bir kıza aşık olurum, belki onunla evlenirim. Bir sürü arkadaş. Karışan eden yok. Hangi saatte gelmişsin, hangi saatte gitmişsin kimin umurunda? Hayaller böyle giderken geldi çattı zaman. Kazandım Ankara’yı. Mecbur açacaksın artık konuyu. Önce anneme söyledim. Annem ne diyecek kadın, o da babamdan korkuyor. Bir gün topladım cesareti, artık kayda gidilecek. Dedim böyle böyle. Konuşuyorum ama bacaklarımı kollarımı sıkmışım öyle konuşuyorum. Bekliyorum bağırsın çağırsın. Milletin babaları çocukları okusun isterdi, biz kazandık bizimki bakalım ne diyecek? Lan bizimkinde öyle bir zihniyet var ki, hazırda meyhane, gelirsin gene burada çalışırsın. Kendisi de emekli olacak güya. Ben bakacağım onlara. Neyse bu bir durdu, ağzını dudaklarını falan bir oynattı sonra bir bağırdı bana, hala kulaklarımda. Lan, dedi, ben yıllarca niye baktım sana dedi. Küfür falan ediyor ama art arda artık ne dediğini anlamıyorum. Sanki terk ediyorum bir daha gelmem geri. Okurum iş sahibi olurum bir daha bunları küçük görürüm. Bizim baba öyleydi, çocuk kendi başına aman bir şey yapmasın. Kendi yaparsa babadan büyük görür kendini saygısızlık olur. Çocuk babanın lafını dinlemez sonra. Neyse en son siktir git, dedi. Siktir git. Gelme daha da. Gözlerim doldu, annem yalvar yakar bir babamın yanına gidiyor salona, bir yanıma odama geliyor. Bavula koydum eşyaları, tamam dedim gidiyorum ben. Annem ağlıyor, ben ağladım ağlayacağım, bizim babada tık yok. Baktı annem olacak gibi değil, gitti içerden artık ne zaman attıysa kenara biraz para verdi. Elime de bir telefon numarası sıkıştırdı. Dayımın oğlununmuş. Hayatımız evle meyhane arasında geçmiş tanımıyoruz ki doğru düzgün akrabaları da. Çıktım, otogara gittim gece. Bulduğum ilk otobüse de atladım geldik Ankara. Kayıt için belgeleri de hazırlamışım. Yanımda bir valiz sadece. Sabahın körü, dedim arasak mı şimdi, olmaz daha erken. Yürüyorum ama nerdeyim, nereye yürüyorum ben de bilmiyorum. Bir çorbacı gördüm, sıcak sıcak indirdim mideye. Çıktım tekrar öylesine yürüyorum. Aslında pek arayasım da yok dayıoğlunu. Özgürlük geldi ya bana. Ama mecbur arayacaksın tabi. Neyse konuştuk, buluştuk. Birkaç gün orada kaldım ama onların da yatacak yeri yok zaten. Kaydı yaptırdım okula bir de iş bulduk bana, bir de pansiyon. Yalnızım ilk zamanlar tabi, daha okul da açılmamış. En büyük eğlence yürümek, yürüyorum ama nasıl, bir yandan diyorum oğlum Kerem al işte istediğin gibi yaşa, bir yandan özlüyorum. Ulan insan arada kalıyor. Babamı bile özlüyorum arada. Neyse okul başladı. Akşamcıydım ben okulda. Gündüz çalış, akşam okula git. 8’de kalk işe git. İş dediğim bizim dayıoğlunun tanıdığı bir muhasebeci varmış, onun yanına soktu. İlk baş temizlik yapıyorum, çay getir götür takılıyorum, yavaştan da işi kapayım diye adamın yanında çalışan bir harbi eleman var onun yaptıklarını gözlüyorum. Okula gidiyorum, birkaç arkadaş da edindim. Oturuyoruz konuşuyoruz falan ama ben sönük bir tipim. Lisede falan da yoktu zaten öyle çok arkadaşım. Arkadaşlar konuşuyor, ben çayımı yudumluyorum sürekli. Arkadaşlar da oldu mu böylece, o da tamam. Bir de bir kız var fakülteden, akşam dersten çıkınca direk evine yollanıyor. Ben de vuruyorum peşinden. Sanıyorum ki hiç bilmiyor takip ettiğimi. Ulan insan birini takip eder de öndeki bilmez mi arkasında biri olduğunu. Bir gün değil beş gün değil. Evine kadar takip ediyorum daha sorsan adını bilmiyorum, o haldeyim. Neyse günler geçti, derken haftalar geçti. Arada annemle konuşuyorum telefonda. Birer birer olmuş oluyor işte istediklerim. Para desen var az çok cepte, zaten çok harcamıyorum. Arada arkadaşlarla bira içtiğimiz oluyor, bir de pansiyon, başka gider yok. İçimde bir his var, kötüyüm. Belki de öyle bir his yoktu da onu ben sonradan uydurdum da ben de inandım. Bilmiyorum işte. Dedim kıza söyleme vakti artık. Okuldan çıktık biraz yürüdük, yaklaştım arkadan, çevirdim kızı. Ulan çevirdin de insan bir düşünür değil mi, bir der ki çeviriyorsun da ne diyeceksin, bilmiyorum. Kalakaldım. Ne var, dedi, bilmiyor muyum peşimden geldiğini, dedi. Ben bir şey diyemiyorum. Gördüm orada cesareti. Kötü bir niyetim yok dedim, aynı fakültedeyiz, bir çay içsek olmaz mı falan ama dizler boşaldı. Babamın karşısında böyle olmadım. Yok, dedi, belki okulda, dedi. Döndü gitti. Aynı akşam telefon geldi. Babam gitmiş. Gitmiş dediğim ölmüş yani. Kimseye haber vermeden döndüm aynı gün İstanbul’a. Bir daha ne okul, ne arkadaşlar, ne dayıoğlu, ne muhasebeci ne de o kız. Bir daha Ankara’ya hiç gitmedim. Geldik neyse babamın cenazesi falan uğraştık. Daha 19-20 yaşındayım. Kaldı mı aile senin eline. Bir annem olsa tamam, bir ablam, iki de bacım var. Döndük dolaştık gene düştük meyhaneye. O gün bugün buradan çıkamadık işte. Hayatımın bir 6 ayı dışarıda geçti, geri kalanı hep meyhane. Önce ablamı evlendirdik, sonra iki bacımı. Ama eşek gibi çalışıyorum işte. Kalkıyorum, geliyorum açıyorum, kapatıyorum gidip yatıyorum. Bütün masraflar bende. Memur değilsin ki saatlerin belli olsun. Memur değilsin ki tatil günün olsun gidip uyuyasın. Milletin ne zaman rakı içesi kalmaz, sen o zaman gider yatarsın, milletin ne zaman rakı içesi gelir, sen gelir burayı açarsın. Öyle işte abla da bacılar da evlenince rahatladık, 5 boğaza bakmak kolay değil tabi 2 boğazın yanında. Annem bu sefer dedi seni de evlendireceğim. Hayır desem de evlendirecek sonuçta, iyi dedim. Evlendik, çocuk da olmadı. Hanım geldi, annem gitti bu sefer. Ona üzüldük, ağladık. Derken işte yıllar geçti. Ben hala aynı sandalyede aynı rakıyı yudumluyorum. Sevdiğimden değil, sadece mesleğimin gereği. Öyle işte Paspal efendi, dediğim gibi kolay bir yemek yemek var, o da çiğnemeden yutulmuyor.”
     Paspal bu koca adama baktı. Kerem sanki yıllardır konuşmuyordu ve yıllarca da konuşmayacaktı. Hayatı boyunca ne kadar konuşması gerekiyorsa sanki hepsini şimdi söylemişti. Kerem tanımadığı bu adama daha önceden hiç konuşmadığı ne varsa söylemişti. Bardağında kalan yarımı yuvarladı. Paspal elini kaldırıp garsondan bir mendil istedi. Bu defa Kerem için.

memet meşe

Açık Atlas


Hayattan ders veriyor diye öğretmenleri kızdıran
Tuzu bir bulmuş çocukları saklamadan güldüren dünyaya
Su kaçırmaz bir eşeğin sesine açıktır penceresi
Bir sınıfın, batı son dersinde, kuşluk vakti

Meşeler yapraklanınca bir tuhaf olurlar işte
Koparılmış kürt çiçekleri, hatırlayarak amcalarını
Azınlıkta oldukları bir okulda bile, sorarlar soru
Neden feriklerin ve eşeklerin memeleri vardır?

En arka sırada çift dikişliler, sınavda en öne
İntihara ve denizde nasıl boğulmaya çalışırlar
Yalnız Orta Doğu'da el altında satılan bir atlas
Kim demiş on sekiz yaşından küçükler okuyamaz

Bakıldı ki kum saati, ters çevrilmiş, çıt, usul isa asi olmuş
İkinci karnede babası yarısını silahıyla dışarda bırakıp
Öyle öğretildiği için saygılı, sınıfa giren parmak çocuğun
Boş yerine, girilmeyen bir dersin denizi, gelip oturmuş

Açık kalmış atlası, deniz taşmıştır, darılmasın Fırat ama

Hayatın orta öğretmeni sustu, dondu gülmeleri çocukların
Bir cenaze töreninde daha ölümü karşılamaya götürüleceğiz

Efendiler! Eşekler susabilirler
Ne yani çocuklar hiç gülmeyecekler mi?
ece ayhan

Anlamsızlığa İthaf



Güneşin hüzünlü batışındaki pembelik, küçük bir kızın tombul yanaklarındaki pembe renk kadar güzel... Hoşça kal derken ardında bıraktığı bu güzellik batışına olan hüznün yerine doğduğunu, doğacağını ve belki de hep doğacağını getirir gözler önüne. Ve bu, yoksul düşmüş insanların hayal bile edemediği, aklının ucuna dahi getirip düşünemediği umudu doğurur karanlığa, güneşsiz kalmış geceye. Ama buna rağmen güneş yine de dost mudur? Güvenilir midir? Umut hep iyi midir? Umutlanmak aptallığa girişin ilk dersidir. Çünkü umutlanmak hareketsizliği doğurur; sadece soyutluğun sıcak bir yuvasıdır o. Soğuk kış günü insanın üstüne çektiği battaniyesidir. Güneşin görülebilen bir gerçeklik olması, umudun ise somut bir olayın oluşturduğu boş bir inanç, fikir olması aralarındaki farktır. Ama bu fark yine de değişik midir birbirinden? İkisi de insanın bir yalana kanması gibi inandığı bir aldatmaca, kurmacadır. Tek gerçeklik ne dış dünyada asılı duran bir gezegen ne onu orada tutan çekim ne de insanlardan sürü yaratan fikirler... Tek gerçek insanın öznel ve bencil kendi aklıdır. Akıl, sahip olduğu insanı dahi yönetebilir, onu kandırabilir olabilir. O, gelişmiş bir asalaktır ve insandan beslenir fakat ona hiçbir şey vermez. Ama buna rağmen insan bu kandırmacaya alışamaz. Onu yine kendisini kandıran aklıyla çözer. Bu çoklu organizma hayal ederek yalnızlığı da oluşturabilir; kendi en mükemmel ütopyasını da. Mükemmelin bir somutluk olarak var olmaması veya olamaması aklın insanı hayal bataklığından çıkarmamasındadır belki de. Orada kendi uygarlığında akıl, baskın bir güç olarak ister iyi ister kötü yöneticidir. Orada kaçış ,orada saklanma yoktur. Çünkü yaratıcı bilinçli bir şekilde o'dur. Çünkü orada her yeri, her şeyi aydınlatan güneş aklın kendisinden başkası değildir. Onun tek hesap edemediği onu etkileyen faktörlerin de dış çevrede olduğudur. Bu çoklu organizma hareket etmek, görebilmek, duyabilmek ve bilmek için yemeye ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacı insan tam olarak karşılayamaz bu yüzden dış çevre de işe karıştırılır. Yine bu ihtiyacı, ihtiyaç adı altında dahi düşünemez, bilemez. Çünkü nasıl canlılığını düşünmüyorsa veya gerekli görmüyorsa bu da öyledir. İnsanın psikolojisi organlarıyla ne kadar kendini dış dünyadan soyutlasa da, dış dünya onu içine hapseder. Kendini soyutladığını düşünmesi dahi dış dünyayla alakalıdır çünkü olmayan bir şeyden hiçbir şey oluşmaz. Aklın ölümü kendini dış dünyadan soyutlayıp (ya da en azından öyle sanıp) kendi kendine kendisi için düşünmesiyle hastalıklı, ağır, renksiz, pis kokulu, darp yemiş bir canlının hücrelerinin tamir telaşı gibi heyecanlı, terli, kendisinden geçmiş bir şekilde olur. Cenazeye katılanlar ki eğer gelen varsa saygı veya sevginin dürtüklediği bir hareketten değil; böyle çoklu bir organizmanın gövdesini araştırma merakındandır.

ramazan

Suzan Aranıyor


Suzan güzel bir kadın, elinde çantası var
Bin tane yarası var, her an gitmeye hazır.
Her an gitmeye hazır, bir tane çantası var.
Az gelir her yolculuk, önce döner sonra gider.
Suzan içli bir kadın, görünce yüzüm düşer
Belinde çift gamzesiyle, bir sıkımlık canı var.
Ah ölesi gelmiş, vuranı çok, yıkanı tek.
Suzan izini belli et bir düşümlük canım var.
Suzan düşünü belli et, bir vakitlik uykum var.
Kadehi sol elinde, tek tabanca bir kadın
Tetikte hep dudağı, öpüşüyle katleder.
Üstüne basar gider, Suzan kal-leş bir kadın
Suzan kime gücendin, bir öfkeni belli et.
Gümüş sözün paslanır, altından mı sükutun.
Allahtan yoksun Suzan, ya gerçekten olsaydın?

Adil Buğra