19 Kasım 2013 Salı
sana değil leyla'yadır bu papatyalar
göğsündeki yumruk dünyaya çarptıkça irkiliyorum
gökyüzünü ve ormanları genişleten
bir tayın uğuldayan bacaklarını duyuyorum
göğsündeki yumruk dünyaya çarptıkça
uykularımda ruhumdan aşırtamadığım rüyalar
ey içimdeki kuyulardan çıkar beni
ey içindeki ırmaklara bağışla
gökyüzünü ve ormanları genişleten
bir tayın uğuldayan bacaklarını duyuyorum
göğsündeki yumruk dünyaya çarptıkça
uykularımda ruhumdan aşırtamadığım rüyalar
ey içimdeki kuyulardan çıkar beni
ey içindeki ırmaklara bağışla
taşırdığım son satırdır işte:
vakti kanatacak silahlarımız yok artık
bir daha hangi yüzyıl görüşürüz
sevgilim
hangi çağı kapatan mızrak akıtır kanımızı
vakti kanatacak silahlarımız yok artık
bir daha hangi yüzyıl görüşürüz
sevgilim
hangi çağı kapatan mızrak akıtır kanımızı
ey kıyısız bir denizin sırtında tutunan mavi
ey göğsümde taşıdığım yaman zemheri
yüzün koparılmış bütün çiçeklerin hıncında durur
ey göğsümde taşıdığım yaman zemheri
yüzün koparılmış bütün çiçeklerin hıncında durur
akılmda bir terzinin iplikten yaratıldığı vardır
bu uzayıp giden bir hikayedir anlatılır krallara
krallar avlarından erken döner bu yüzden
ben seni sevdiğimi böyle ilan ederim
ben seni sevdiğimi böyle ilan ederim
sevgilim kanayıp duran bir oyuktur evren
çınlar kulağında bir gezginin
çınlar kulağında bir gezginin
niçin söylenmemiş sözler düşünürüm sana
mehmet nejat
Haydar
Aslında
ilk baş böyle değildi, çok güzeldi. Kapalıçarşı’da iki dükkan alıp vuracaktık.
Sonra bozuldu. Altı kişiydik biz, Ray Mahallesi’nden. Sırf içinden ray geçiyor
diye adı Ray Mahallesi konulmuş bir mahalleden çıktık. Birimiz çirkinsek
birimiz uzunduk. Hayat birimize eksik verdiğini hep diğerinde tamamlamış
gibiydi. Aslında gelişlere gidişlere daha çocukken alışmıştık, el sallamayı iyi
bilirdik. Ama kötülük etmeden büyüyüp kötü olduk. Öğrenmeden becerdik ne
becerdiysek, yalnız görerek. Taklit ederek.
İlk Kerem gitti İstanbul’a. Bir iki yaş büyüktü
bizden, üniversiteye gitti. Avukat olup çıkacak dedik, sevindik, avukat olup
çıktı, gerçekten sevindik. Yol öğrendi, yordam öğrendi, her şeye o çekti bizi.
İlk o bıraktı. Aramızda en son o başladı sigaraya, bizi ilk o sattı. Hepimizin
aklına girdi. Uğruna yürüdüğümüz, dedi büyük olsun. İyi yaşayalım. Rıza
babasının dükkanında takılırdı yoksa, ben berberde devam ederdim. Mesut’un
sanayide işi iyiydi, belki güreşmeye devam ederdi. İlyas belediyede, Tevfik
kalorifercide kalırdı. Olmadı.
Gene bu aylarda, üstünden 24 sene geçmiş. Her
Cumartesi akşamı olduğu gibi gene içiyoruz, Civan’ın Çayırı’nda, söğüdün
altında. Kerem bayrama gelmiş, yanında iki şişe de bizim oralarda bulunmaz
vodka getirmişti. O gün de sıra Rıza’da, - her hafta birimiz alırdık bir kasa
birayı- kendi Tekel’inden doldurmuş bir kasa birayı Kartal’ın bagajına.
Yavaştan başladık, konuşuyoruz, söylüyoruz, Kerem gelmiş mutluyuz. Birden Kerem
girdi lafa. Böyle böyle dedi, iki dükkan var, birini kapattım bile. Bir evim
var, bir tane daha açarız. Üçer üçer yerleşiriz yolumuzu bulana kadar. Sonra
hepimiz ne istersek ona. Orada para
buradaki gibi değil dedi, bir gelmeye başladı mı çok gelir, istesek de önünü
alamayız. Çok heyecanlıydı, bağırdıkça daha çok, coştukça daha çok. Konuşmasa
da biz onun hayallerini anlar gibiydik, gözlerini yukarıya dikişinden belliydi
kurdukları. Hep daha fazlasından bahsediyordu. Mesut duramadı, tamam kardeşim,
dedi, gelir gelmesine de ya gelmezse, biz her şeyi bırakır ne yaparız ? Kerem
önce yumuşattı bu lafları, kontrolün hep kendisinde olduğu belli oluyordu, geri
kalanımızı hipnoz etmiş gibiydi. Bizi hafiften yokladı, sanki Mesut’u tek
bırakmak ister gibi, bundan emin olunca da, bak kardeşim, dedi, ben bu kadar
adamı, bu kadar kardeşimi emin olmasam işten, yokuşa sürer miyim ? Neyse o gün
öyle bitti, biterken de iyi düşünün, dedi, 4 gün daha buradayım, “he” derseniz
oturur konuşuruz. Benle Tevfik’in aklına yatmıştı, İlyas’la Rıza düşünelim
dediler ama “he” diyecekler belli. Bir tek Mesut karşı çıktı işte ama Mesut
dahil hepimiz onun bir şekilde ikna olacağını biliyorduk. Mesut daha duygusaldı
bizden, kalalım isterdi söğüdün altında. Ömrümüzün sonuna kadar, sadece o kadar
adam, sadece o söğüdün altında kalsak sesini çıkarmazdı. Ama biliyorduk,
gidelim diyecekti.
Eve gittim o gece, ufak bir suyun altına girip,
çektim pijamaları, uzandım yatağa. Olur mu olmaz mı ? Olsa nasıl olur, olmaz
dersem herkes giderse burada tek başına ne yaparım ? Sonra cebimi düşündüm,
Kerem öyle bir etkilemişti ki, sanki gideceğiz daha ikinci ay herkes köşeyi
dönmüş olacak. Kimin kimsenin muhtaçlığı kalmayacak. Burada kalsam, dedim
kendime, ustam ya çok yaşlanacak kendi devredecek ya Allah gecinden versin
toprağa girecek, ancak öyle dükkan bana kalacak. Bizim burada eskiden adet
öyleydi, bir ustanın yanından çıktıysan onun karşısına dükkan açamazdın, açsan
zaten iş yapamazdın, ayıptı. Sevdiğimiz ettiğimiz yoktu ama gün gelip mecbur
evleneceksin. Onu da artık anamın teyzesinin kızı mı olur babamın dayısının kızı
mı olur, anam hangisini beğenirse. Oradan tut elinde kalsın, buradan tut elinde
kalsın, en son dedim tamam ben evet diyorum. Aslında ben Kerem konuşmaya
başladığında evet demiştim de, o gece kendime evet kılıflarını iyice ördüm.
Bayramın 2. akşamıydı. Kerem ya yarının akşamı ya
öbür günün sabahı yola çıkacak, buluştuk yine. Ben aklımdan kurmuştum aslında,
oturur oturmaz, böyle böyle deyip düşündüklerimi anlatıp tamam diyecektim. Ama
bir baktım, sanki geçen günkü adam o değilmiş gibi Mesut girişti lafa: “ Ne bok
yiyoruz ki lan sanki biz burada ? Gidelim amına koyayım, cebimiz para görsün,
biraz da bizim yüzümüz gülsün.” Artık Kerem ne dediyse Mesut hızlanmış. Öyleydi
zaten biraz Mesut, gazı verince elinden gelmeyecek iş yoktu. Sonradan öğrendik
ki, Mesut’un kadınlara biraz zaafı vardı, biraz değil çok zaafı vardı. Kerem
demiş, bak oğlum oranın kadınları buranınkilere benzemez, ayarlarım sana da
bol, şunu da yaparız bunu da yaparız. Konuşmuş işte, Mesut da “he” demiş,
“gidelim amına koyayım.” Kerem iyi bilirdi adamın bam telini, bilmese de
bulurdu, belli Mesut’unkini de bulmuş ve basmıştı. Neyse bu böyle
hararetlenince, ben de verdim peşine gidelim tabi, dedim, anlattım
düşündüklerimi. Tevfik de peşimden geldi. Rıza’yla İlyas kaldı en sona. İlyas
aramızda en sessiziydi zaten, gerimiz tamam dedi miydi, o da tamam bile demez
önden önden yola düşerdi. Babasızlığındandı belki, en az konuşup en çok iş
yapanımız oydu. Neyse, Rıza dedi, benim aklıma yattı yatmasına, herkes tamam
dedikten sonra yok diyecek adam zaten değilim de, Menekşe’yle konuştum, gitme
dedi. Kışa doğru nişanı yaparız, yaza da evimizi kurarız. Ben bilmediğim
etmediğim yerde yaşamam dedi. Ne diyeceğimi bilemedim ben de. Bir daha
konuşayım sizle, dedim. Kerem o dakikaya kadar, sanki barutu yere serpmiş,
kibriti de atmış üzerine, yangının büyümesini izler gibi tek kelime dahi
etmeden bizi izliyordu. Arada, işlerin kendince doğru gitmesinden duyduğu
memnuniyeti dile getirmek ister gibi gülümsüyordu sadece. Geçen gece olduğu
gibi, Rıza’yı da o karşıladı. Tamam kardeşim, dedi, biz sana evlenme düğünü
yapma burada yaşama demiyoruz, gel işimizi kuralım paramızı kazanalım, sonra
geri dön, seni sonra unutacak değiliz ya, yollarız kardan payını, hem belki
senin burada kalman iyi olur, bir evimiz olur burada ha, dedi, hepsini
kapatmayalım. Güldü sonra da, bildiğin kahkaha atarak güldü, hafif gevşemişiz
zaten hepimiz 5 dakika birbirimize baka baka, hiç konuşmadan güldük. Kimse
İlyas’a bakmadı bile, hepimiz tamam dediğinden emindik zaten. Gecenin sonunda
yürürken evlere doğru, Kerem herkes hazırlıklarını tamamlasın o zaman, benden
haber bekleyin, sonra siz de gelin, görün, en son da bitirelim şu işi, dedi.
Müthiş bir güven duyuyorduk o zaman Kerem’e karşı. Sanki Hızır gelmiş yetişmiş,
biz çok büyük bir bataklıktayken kurtarmış hayata tutundurmuştu. Halbuki
sonradan bakınca, biz halimizden gayet memnunduk, öyle durumumuz iyi değildi
ama kötü hiç değildi. Zengin değildik elbette ama çok fakir hiç değildik. En
azından kafamız rahattı. Bizi önce çok kötü olduğumuza inandırdı, sonra da çok
iyisini yapacağına. Yalan yok, inandık.
O geceden sonra aradan çok değil ya bir ya iki hafta
geçti, haber geldi. Hepimiz zaten çoktan hazırlanmışız, Tevfik hariç hiçbirimiz
daha önce görmemişiz İstanbul’u ama hepimizin aklında avcumuzun içi gibi
bildiğimiz bir şehir var, toplamda beş tane şehir, beş İstanbul. Vardık, aldı
bizi Kerem, evi tutmuş dayamış döşemiş elinden geldiğince, mutlu olduk. Hemen
sonraki güne dükkanları gördük, Kerem hiç susmuyor, sanırsın mal sahibi övdükçe
övüyor. İyi dedik, kötüyü görsek şartlanmışız zaten iyi diyeceğiz. Pederlere
haber salındı, krediler hazırlandı, ananın yastık altındaki altınlara uzanıldı,
birikmiş üç beş kuruş ele alındı. Borca girildi velhasıl ama birimizin bile
altında kalacağımız, işin kötüye sürükleneceği yok. İyiydi o sıra her şey iyi.
Birkaç gün aval aval dolandık, gezdik tozduk
avcumuzun içinde. Derken dükkanlar hazırlandı, para ödendi işi kuracağız. Bir
sabah bir uyandık. Ben, Kerem, İlyas bir tarafta kalıyoruz, diğerleri öbür
evde. Uyanınca gördüm bir kağıt mutfakta masanın üstünde, açtım ki Kerem’in
yazısı. Dilim varmıyor aslında kardeşlerim demeye ama affedin beni, etmezsiniz
ama gene de hakkınızı helal edin, diyor. Şaştım kaldım, ne olmuş, ne demek
istemiş. Aklıma intihara gittiği falan geliyor, başka bir şey gelmiyor. Ama
öyle olsa kardeşlerim demeye niye dilin varmasın. Gittim, İlyas’ı uyandırdım,
diğerlerini çağırdım, onlar da iki kat aşağıda oturuyorlardı zaten bizim.
Oturduk düşünüyoruz, ne yapacağız, ne edeceğiz. Gittik çalıştığı yere tabi yok,
ayrılmış iki hafta oldu dediler, polise gittik sonra, bulamadılar falan filan
bu iş bir haftayı buldu ki, haber aldık. Aksaray’da Cerek Selim diye bir adam
varmış, mekanları şunları bunları, bir yandan da müteahhitlik yaparmış. Kerem
onun yanından çıktı. Rıza sinirli, Mesut daha sinirli. Biz gene sakiniz. Herkes
bir şeyler öğrenmek istiyor ama Kerem susuyor, en son Mesut dayanamadı üstüne
yürüdü ki Mesut’un bu Selim’in adamlarından biri silah çekti. Sonra tuttuk tabi
biz bizimkini, gel dedik, siktir et.
İş aslında siktir et deyip geçilebilecek cinsten
değildi, biraz deştik, mücadele ettik ama bir şey çıkmadı, o zamanları
hatırlamak istemem pek, bizimkiler de istemezdi. İnsan kazıklandığını öğrenince
kendinin aptal olduğunu zaten anlıyor ama nasıl kazıklandığını öğrenince… Neyse
onu inşallah yaşamazsın da öğrenmezsin de. Bunu yaşadıktan sonra elde avuçta
bir şey kalmadı, dükkan işi yalan, para kalmadı. İşte orada bir an vardı,
kırılma anı. Geri dönsek belki geri dönerdik, rayına otururdu tekrar her şey. Ama
yüzümüz yoktu galiba dönemedik.
Sonra her şey birkaç yıl içinde çözüldü, hiçbir şey
uzamadı. İlk Mesut gitti. Orada da, Kartal tarafında sanayide işe girdi.
Tutundu da, sevilecek adamdı çünkü. Ama belası işte bir kadınla tanışmış,
geceleri gider gelirmiş. Biraz zaman geçince öğrenmiş ki kadın evli. Adam gece
vardiyasında çalıştığından ev boş. Önce afallamış sonra kadına dayanamamış. İş
uzadıkça uzamış, bizim haberimiz yoktu, en son oldu. Bir gün adam yakalamış,
bir şekilde halletmişler ama bizimki uslanmayıp ikinciye de yakalanınca adam
bizimkinin de kadının da vermiş ağzına mermiyi. Adamı tanımam bilmem belki hala
hapistedir, bizimkini gömdük. Naif çocuktu Mesut, bizden hafif kısa hafif de
genişti. Güreşiyordu işte biz ortaokuldayken, il şampiyonu olmuştu. Sonra
bölgeye gitti, dediğine göre Karadeniz’de de 4. olmuş. Dedim ya önceden şu
dünyada sadece altımız olaydık yaşıyor olurdu şimdi. Ama ilk onu gömdük.
Çok değil gene o sıralar İlyas da tuttu o sıra
belediye üzerinden bulmuş bir şeyler. Bizim oranın başkanı, İlyas’ın dayı
olurdu. İlyas’ı o büyüttü sayılır zaten. Neyse çok deşmeyelim o tarafları, bir
gün bir geldi fırın işine gireceğim dedi, simit yaparım poğaça yaparım açma
yaparım, bulurum bir şekilde yolumu. Şimdi olacak ya da olaydan önce olacak, İlyas
bir işe girecek, ben onu yalnız bırakacağım, hayatta olmaz. Ama o sıralar Kerem
nasıl vurduysa birbirimizin suratına bakamaz olmuştuk, çünkü biraz uzun baksak
birbirimizi suçlayacaktık. Açtı fırınını, ufak da bir çevre. Kazanıyor dedik
herhalde, ulan kazanıyor da bir adam ikinci ayına araba alacak, lüks yaşayacak
parayı kazanamaz ama bizimki yüzüyor. Bizle de irtibatı hafif hafif kesiyordu
ki bir gün öldüğünü öğrendik. Öldürüldüğünü. Ne bok karıştırdıysa pezevenk,
kimin neyinin sınırını deldiyse, mevtayı göremedik bile. Öldürmüşler atmışlar
bir kenara, sorduk soruşturduk da öyle öğrendik. Öyle sessiz, öyle sakin
derdik. 28 sene sustu, yaşadı, 2 ay bağırayım dedi, olmadı. Babası gibi olsun
isterdi zaten, olacaksa – ki mecbur olacak – erken olsun ölüm, alıştırmasın
beni kimseye.
Sonra Tevfik’e oldu olan. O hiç boka bulaşmadı, temiz
yaşadı, dini bütün adamdı zaten. Sadece para kazanayım istedi, yarınki yemeğimi
çıkaracak kadar. O kadar kazandı. Bir otobüs firmasına girdi, gece
direksiyonda, gündüz uykuda, gece yine direksiyonda. Bir süre böyle geçti,
desem ki 5 ay kadar. Televizyondan öğrendim onunkini de, tipik bayram öncesi
trafik kazası, insan bilemiyor. Yanı sıra almış 23 kişiyi de, gitmiş. Tevfik’in
üzerine çok konuşamıyorum. Çünkü bana en çok benzeyen oydu galiba. İlk
arkadaşım, karşı komşumuz. Okulda sıra, mahallede takım arkadaşım. İnce, uzun,
sakalı bir çizgiyle çekilmiş gibi uzayan, yazık bir adamdı. Yazık öldü.
En sona Rıza kaldı, gene o biraz fazla yaşadı. 3-4
sene daha. Fabrikaya girdi, deterjandır çamaşır suyudur üreten bir firma. İyi
de tutundu, çalıştı uzun süre. Bir ara midem ağrıyor demeye başladı, bir iki
gitti geldi ki doktora, mide kanseri dediler. Onu dediler, çok sürmedi. 4 ya da
5 ay sonra onu da gömdüm. Nazlanmadı hiç hastalığa, yok ben duracağım demedi,
gönlü var gibiydi, meyilliydi mezara. Ya böyle işte Ahmet Efendi, gördüğün gibi
anlattıkça azalıyorum. Bir dahakine gel Rıza’dan başlarım daha uzun anlatırım.
-
Peki sen ağbi, sen ne yaptın ?
Ben, o ilk girdiğimiz Kerem’in evinde tam 7 sene daha
yaşadım. Yolu yordamı ben de öğrendim. İş buldum çalıştım, inşaatından
lokantasına işportasına. En son Rıza’nın ölümünden bir iki sene sonraydı,
Hafize Abla haber etti, ustanı kaybettik, gel dükkan başsız kalmasın. Dönüş
öyle. Bir de evlendim ama anamın dayısının kızı falan değil, Menekşe’yle,
Rıza’nın Menekşe’yle. Kız meğer evlenmiş, dul kalmış. Ana yok baba yok ortada.
Ben yalnız meğer o benden daha yalnız. Dost olduk işte öyle. Yuvarlanıp
gidiyoruz. Ha bu arada, ense iyi mi yoksa biraz daha kısaltayım mı ?
mehmet meşe
unutulmayan
durmadan taşırdım yanımda üç şeyi
iri çakıl tanelerini, çatlamış bir narı
bir öpüşün bıraktığı harlı lekeyi
iri çakıl tanelerini, çatlamış bir narı
bir öpüşün bıraktığı harlı lekeyi
ipekten
çalınmış
umutlarla taşırdım
ah sevgilim derdim, ölüm
ne kadar çoktu yaşadığımızda.
çalınmış
umutlarla taşırdım
ah sevgilim derdim, ölüm
ne kadar çoktu yaşadığımızda.
bize hep beyaz mendil
sallayan
ölüm ki,
iki kapısında haki bir yalnızlık
dikilirdi
sallayan
ölüm ki,
iki kapısında haki bir yalnızlık
dikilirdi
ve
hatırlatırdı
bize, güz kuşlarının
uçup gittiği denizleri.
hatırlatırdı
bize, güz kuşlarının
uçup gittiği denizleri.
bense, yulaf kokan
dağlı ellerinde
dolaşmak gibi kolaydır
sanırdım yaşamak ve sana kansız
bir gökyüzü
getirirdim
getirebilsem ah,
-avlusunda çocukların
korkmadan oynadığı-
lalelerle
donanmış simli bir gökyüzü.
dağlı ellerinde
dolaşmak gibi kolaydır
sanırdım yaşamak ve sana kansız
bir gökyüzü
getirirdim
getirebilsem ah,
-avlusunda çocukların
korkmadan oynadığı-
lalelerle
donanmış simli bir gökyüzü.
bir öpüşün bıraktığı harlı lekeyi
çatlamış bir narı, unutmadım.
çatlamış bir narı, unutmadım.
behçet aysan
suç duyurusu
Yağdığı kadardır gökyüzü,
seller alabildiği kadar yaşamı
içimizden…
bilirim ki daralınca göğsüm
kentler yıkılır göz kapaklarıma,
ağrılar düşer saçlarımı taradığım
parmak aralarıma…
üzülme, sadece yoksunuz
aynalar karşısında.
seller alabildiği kadar yaşamı
içimizden…
bilirim ki daralınca göğsüm
kentler yıkılır göz kapaklarıma,
ağrılar düşer saçlarımı taradığım
parmak aralarıma…
üzülme, sadece yoksunuz
aynalar karşısında.
. . .
Oysa tarlaları
sürerken
rüzgarları sayıklıyorduk
elma ağaçlarına,
yemişler veriyordu
her korktuğunda
eteklerimize.
sürerken
rüzgarları sayıklıyorduk
elma ağaçlarına,
yemişler veriyordu
her korktuğunda
eteklerimize.
. . .
Sirenler
dilimizdeki hüznü taşıyor
nehir kenarlarına,
gerdanımız yaralı
oluk oluk kan yıkıyor
göğsümüzün şehirlerini.
bir pişmanlığımız
kalmış şanınıza
bir garibanlığımız
varlığınıza şükranla,
hasretle.
dilimizdeki hüznü taşıyor
nehir kenarlarına,
gerdanımız yaralı
oluk oluk kan yıkıyor
göğsümüzün şehirlerini.
bir pişmanlığımız
kalmış şanınıza
bir garibanlığımız
varlığınıza şükranla,
hasretle.
Esintinin görkemiyle
yaprakların gürültüsü
yükselir,
ağaçların gövdeleri
susuz,
bal giydirilmiş yeryüzüne
oyuklarından selam dururlar.
yaprakların gürültüsü
yükselir,
ağaçların gövdeleri
susuz,
bal giydirilmiş yeryüzüne
oyuklarından selam dururlar.
. . .
görmedik geldiğini
yerler ıslak,
elleri tülden,
bir veranda da
saygıyla önünde
eğildiğimiz hürmetine
güneşler süreriz
boylu boyunca...
yerler ıslak,
elleri tülden,
bir veranda da
saygıyla önünde
eğildiğimiz hürmetine
güneşler süreriz
boylu boyunca...
. . .
güneş, hiç durmadan
yakacak eteklerimizi...
bir başına ortalık yerde
kalacak acılarımız...
göklere dalar da gidersek
ufak gün ışıklarıyla;
sesten, seyirden uzak
bir tokluğumuz kalacak
şu görkemli,
büyük fakirhaneye ...
yakacak eteklerimizi...
bir başına ortalık yerde
kalacak acılarımız...
göklere dalar da gidersek
ufak gün ışıklarıyla;
sesten, seyirden uzak
bir tokluğumuz kalacak
şu görkemli,
büyük fakirhaneye ...
jean pierre fabien
İki Perdelik Trajikomedi
Gelmesi, gelmeyecek
olmasından daha kötü bir beklenen: Godot. Kimliği, şekli, özü belirsiz varlık.
Belki de yokluk. Beckett'ın ustalık eseri.
Beckett'ın 48'de
Fransızca yazdığı, 54'te kendi tarafından bazı değişiklerle İngilizceye
çevirdiği oyun üst kültür(!) içerisinde çeşitli söylemlerle kendine yer edinmiş
durumda. İlk okunduğunda bireyleri bir anlaşılmazlık içerisine sürüklüyor fakat
oyunu bütünlüklü bir ‘elde ne var’ görmek yerine, özümsemeye çalışmak, bize
doğrudan nüksetmesine izin vermek lazım.
Vladimir ve Estragon,
Godot'u bekliyor. Kimilerine göre amaçsızca, hiçbir zaman gelmeyecek bir
Tanrı'yı, kimilerine göre nihai bir ölümü. Oyun boyunca Godot hiç gelmiyor ve
gidişata bakılacak olunursa da hiç gelmeyecek gibi görünüyor. Fakat tüm bu
sorular arasında gözden kaçırılan bir nokta var; beklenenin gelmesi elzem
midir? Godot gelince, karakterlerin kendilerine vaat ettikleri kurtuluş
gerçekleşecek midir? Bu sorular varsın dursun. Eğer elimizde bir bekleme eylemi
varsa, ona bakacağız.
Uzaktakini, gelmeyeni,
eksik olanı kusursuzlaştırarak yanıldığımız çok oldu. Burada aslolanın
beklemek; amaç sandığımızın bir araç olduğu safsatalarına girmiyorum. Şu oyunla
kafamda düzensizce salınan düşünceler kendilerine yer edindi. İşin ilginç yanı
hepsi kendi içlerinde dağıldı.
Diyebiliriz ki tüm bu
rastgelelik içerisinde bir mutlaklık yok. Ağzımızdan çıkaracağımız kesin bir
yargı var olamaz. Didi ve Gogo gibi düşmüş haldeyiz. "Biz, hâlâ düşmeyi
öğrenen insanlarız." Kurgusal bir hatanın ardından çernobilden nasibini
almış bir tarla üzerinde yeşermeye çalışıyoruz.
Oyun boyunca iletişim
aracı dil, Vladimir ve Estragon arasında önemini yitirmiştir. Şu çağ ve
kültürde sahip olduğumuz birikimle bakacak olursak birbirlerine bahsettikleri
şeyler bize anlamsız bir laf salatasından başka şey ifade etmez. Beckett tıpkı,
giderek bir vahşet merkezi olan dünyayı izleyen kayıtsız Tanrı imgesinden
tiksindiği gibi dili de bir kurtarıcı olarak görmez. Kurduğu bu evrende dil,
anahtardansa kilit işlevi gören bir sistematikten ibarettir.
Ortam çorak ve kimsesiz
bir tarla; karakterler bulundukları yere yabancı, adeta sahneye
"düşmüş" haldeler. Bu bize elbette ki "Trajik Düşüş"ü
anımsatıyor. Karakterler anne ve babadan yoksun, dolayısıyla kimliksizdir.
Kullandıkları dilin herhangi bir işlevi yoktur. Geçmişlerini unutup gelecek
hakkında bir fikre sahip olmadıkları için zamansal boyutta yitik durumdadırlar.
Bulundukları mekân onlara bir şey ifade etmediğinden bir de duruma uzamsal
kayıp eklenir. Varoluşları hakkında bir yargıda da bulunamazlar.
Waiting for Godot,
Rönesans Dönemi'nden süregelen sistematik zaman döngüsüne ve mantıksallığa bir
karşı çıkıştır. Bu dünyadaki karakterler arasında, sebepler sonuçlara
bağlanmaz. Hiçbir şey bir mantıksallık içerisinde sunulmaz. Oyunda koyunlara
bakan çocuğun Godot tarafından dövülmesi fakat keçilere bakan çocuğa
ilişilmemesi bize İncilden ironik referanslar sağlar. Hıristiyanlığa göre
koyunlar Tanrı'nın sadık kullarını temsil ederken keçi, ona karşı gelenlerin
sembolüdür. Hatta daha eski pagan inançlarının da keçiyi bir sembol olarak
kullandığını bunun zamanla evrilerek satanizme ait bir gösterge olduğunu da
söyleyebiliriz. Oyundaki neden sonuç kopukluğuna gelecek olursak, bir açıdan
Tanrı ile özdeşleştirebileceğimiz Godot'nun kendi sadık kullarına şiddet
uygulaması hak etme meselesini sorgulamamıza sebep oluyor. Varsa eğer O, her
şeyi mükemmel düzende tutan bir Tanrı mıdır?
Oyundaki 'peki ya?'
öğesine gelecek olursak; ilk perdede var olan ağaca ikinci perdede iki yaprak
eklenmesi bir umut mudur? sorusu dahi romantik bir bakışın ürünü. Belki de iki
yaprak Godot'yu beklerken geçen zamanın mevsimler üzerinden katmerlenmesinin
bir sonucudur?
San Quentin Cezaevi
Müdürü Herbert Blau oyunu mahkûmlarına sergiletmeden önce onu "insanın ne
duyacaksa onun için dinlemesi gereken bir jazz müziği parçası"yla
karşılaştırmış.
Çelişkiler,
anlamsızlıklar içerisinde, insanoğlunun çorak bir tarla üzerine yansıması bu
oyun; herkesin kendi ezgisini duyduğu bir müzik.
“Bana da bir başkası
bakarak, uyuyor diyor. Kendisinin de uyuduğunun farkına varmadan uyuyor, hiçbir
şey bilmiyor. Uyusun bakalım, diyor benim için. (Bir an.) Böyle devam edemem.
(Bir an.) Ne dedim ben?”
irem kulaber
yitip giden
taze ömürlerin
kıyısında
sonbaharın eskitemeyeceği bir kokuya
lanet okurduk
ve hep yağmurlarla düşürdük
evrilmeyecek acılarımızı
sonbaharın eskitemeyeceği bir kokuya
lanet okurduk
ve hep yağmurlarla düşürdük
evrilmeyecek acılarımızı
böyleyse tamam
bir bakışınız
ellerinden tutacaktır her fidanın
bir bakışınız
ellerinden tutacaktır her fidanın
kaybolacak bir
anıya
sebep biçmenin anlamı yoktur -ya da tam tersi-
hem bilinmez niye
bir düş daha kopunca takvimlerden
başka olacaktır heyecanı
kelimeyi yeniden tanımanın
küsmüş bir yıldızın son sürat
intihar keyfi seher vakitlerinde
sıcak yaz cumalarının
su içercesine bakraçlardan yudum yudum
kol kanat gerdiği kederlerin ve
ocağı yakması belki bir fırıncının
kundurayı tamam etmesi kunduracının
sebep biçmenin anlamı yoktur -ya da tam tersi-
hem bilinmez niye
bir düş daha kopunca takvimlerden
başka olacaktır heyecanı
kelimeyi yeniden tanımanın
küsmüş bir yıldızın son sürat
intihar keyfi seher vakitlerinde
sıcak yaz cumalarının
su içercesine bakraçlardan yudum yudum
kol kanat gerdiği kederlerin ve
ocağı yakması belki bir fırıncının
kundurayı tamam etmesi kunduracının
filinta
delikanlıların çabuk sevip
bir çırpıda unutmalarına gülmeli
gülüp geçmeyi bilmeli
biz hissedebiliyorsak sol yanımızda
bir yumru gibi inkisârı
o vakit zamanı geldi demektir
o vakit zamanı geldi
yeni şarkıların ve güzel kadınların
bir çırpıda unutmalarına gülmeli
gülüp geçmeyi bilmeli
biz hissedebiliyorsak sol yanımızda
bir yumru gibi inkisârı
o vakit zamanı geldi demektir
o vakit zamanı geldi
yeni şarkıların ve güzel kadınların
susmuşsa
çikolata ağızlarıyla
mahallenin bütün çocukları
susmuşsa şehrin çığırtkan seyyar satıcıları
bilin ki gökyüzü yarılacaktır
bilin ki yağmur yağacaktır
siz bulutlar ağlarsa da sevinmeyin
çünkü bulutlar
kimsesidir kimsesizlerin
ağlamış her bulut gidecekse bir gün
siz yine de sevinmeyin
unutmayın martılar uçtukça yükselecektir gökyüzü
mahallenin bütün çocukları
susmuşsa şehrin çığırtkan seyyar satıcıları
bilin ki gökyüzü yarılacaktır
bilin ki yağmur yağacaktır
siz bulutlar ağlarsa da sevinmeyin
çünkü bulutlar
kimsesidir kimsesizlerin
ağlamış her bulut gidecekse bir gün
siz yine de sevinmeyin
unutmayın martılar uçtukça yükselecektir gökyüzü
tamam diyoruz rüyalardan
gittiği gün bitecek
biz bileklerinden başladıysak eğer
başlayabildiysek bir kadını sevmeye
kurak yörelere merhaba diyecekse yüzümüz yeniden
cesur ve mertse sevdalarımız
gönlümüz aşkımız yumrukçasına sık ve yetkinse
masal olmalıysa dilden dile
tek bir gece dahi
hatırlanacaksa çocuklarca
hatırlanmasın
biz bileklerinden başladıysak eğer
başlayabildiysek bir kadını sevmeye
kurak yörelere merhaba diyecekse yüzümüz yeniden
cesur ve mertse sevdalarımız
gönlümüz aşkımız yumrukçasına sık ve yetkinse
masal olmalıysa dilden dile
tek bir gece dahi
hatırlanacaksa çocuklarca
hatırlanmasın
bilirsiniz
çocuklar sonuna değin
gitmek isterler hikâyelerin
gitmek isterler hikâyelerin
barış mert
Bir Dilim, Sulu
-Fesleğenci
kız, fesleğenci kız! Ekersin biçersin, fesleğenin yaprağı kaçtır bilir misin?
-Bey
oğlu, bey oğlu! Okursun yazarsın, gökte yıldız kaçtır bilir misin?
Dışımda
gelişen, o kalabalık ve seyir halindeki yaşamlara uzak olmak bu denli büyük bir
korkumken; sokaklar ötede, seninle en adi mahallelerle yitik bir hayatı
yaşamanın acınası keyfi vardı üzerimde o kış. Başı sonu belli olmayan
halkamızda, muğlak bir zamanın açken leziz, tok karna vasat bir diliminde
yaşıyorduk. O zamanlar paramız yeterli, heyecanımız olağan, sevişmelerimiz sık
ve alışmışlığımız had safhadaydı. İki ucubenin başrolünde, katarsise mahal
vermeyen bir filmdi bizimkisi. Şimdi, kendine farklı yönler seçmesine rağmen
aynı yastığa gömülen başlarımız bana dibini sıyırdığımız bir yemeği
anımsatıyor. Askerde tiksinti getirmiş kara şimşeği hatırlatıyor; kokusuna
tahammülü dahi reddeden. Tecrübe etmeden özümsüyorum. Sağ kolun, çarşafın
üzerinde. Omzun ve dirseğin arasındaki o zayıf, o pütürlü, o paslı demirlerin
orospusu olmuş kısmı yazı tahtam belliyorum. Parmaklarım başta gelişigüzel
salınırken harflere bürünüyor. Aklıma, ilkokuldayken arka sıradakinin sırtıma
yazdığı edepsiz kelimeler geliyor. Hissiyata dair düşünmeyi reddeden umarsız
benliğinden bu çeşit farkındalıklar beklemediğim için rahatça şekillendiriyorum
hamurumu.
"Unutulacaksın."
Öyle naif, öyle yavaş
yapıyorum bunları. Ardından sigara kokusu sinmiş, kalın telli saçlarının
arasına çalakalem bir öpücük bırakıyorum. Her şey tekil, beklentisiz ve
akışkan. En zorudur ya o sıcak yatağı, o –artık- kuru, huzursuz ama sıcak
yatağı bırakıyor olmak; belki şafak belki akşam vaktidir kestiremediğim güne
atıyorum adımımı beni her daim bekleyen durağıma varmak için. Sen, zamanların
birinde bir sulu dilim/ beni duraklara mahkum etmiş adam/ beni anı zengini,
huzur fukarası eden hasta çocuk/ keşke, ellerimle öldürecek kadar çok sevseydim
seni. Hastalıklı bir şekilde, kan çanağına dönmüş gözlerimle salınsaydım cansız
bedeninin üzerinde. Elimde bir şey olurdu, değil mi?
Beni
aldın yine orada bir yerlere bıraktın. Soruları görmeden cevaplarını vermiştim
kendime, sen beni aldın, şimdi ortada soru da yok cevap da. Bir tek, gıpta ve
özlem ile.
O,
oralarda bir yerlerdeydi, yine oralarda bir yerlerde.
Cries of Whispers (Oldboy OST)*
irem kulaber
akıp giden şeylerin aktığı yerlere
aklıma gelmeyen, zamandır
iyi bir haziran gününü
soğuk çayları, kağıt havluların
alamadığı ıslaklıkları
barındıran
içimde uçurum gibi bir tüfek
yatak odaları gibi değil, olmamak gibi
hiç değil
geceleri giyinen adamların ve
gündüzleri soyunan kadınların
alışık olduğu
bu yüzden bana biraz yaklaş
çünkü yıkanmamış da olsa bir ölü
bir ölüdür
dedemin artık sakalları uzamıyor
annemin güldüğü noksan
ağladığı bir yangına çıradır
benimse içim içime sığıyor
ama kahrolmuyor oligarşi
mehmet meşe
iyi bir haziran gününü
soğuk çayları, kağıt havluların
alamadığı ıslaklıkları
barındıran
içimde uçurum gibi bir tüfek
yatak odaları gibi değil, olmamak gibi
hiç değil
geceleri giyinen adamların ve
gündüzleri soyunan kadınların
alışık olduğu
bu yüzden bana biraz yaklaş
çünkü yıkanmamış da olsa bir ölü
bir ölüdür
dedemin artık sakalları uzamıyor
annemin güldüğü noksan
ağladığı bir yangına çıradır
benimse içim içime sığıyor
ama kahrolmuyor oligarşi
mehmet meşe
yeni bir aydınlığın inşası ancak sende mümkündür
seni ben kurtaracağım loş otobüslerden, karanlık odalardan,
yıkık dökük uykulardan
insanlığımla, kollarımla, şairliğimle ürkekliğini abartmadan
seni o geçip giden ekimlerden, kasımlardan, kışlardan baharlara
dalga dalga o suların göğüslerine çarpıp çarpıp yenildiği
sevindirir bir kuş salarsan eğer saçlarını ben inandıracağım
sen genişledikçe yeşeren bir kahvaltı sofrası
güldükçe buyur etmiş olacaksın sol yanındaki uzun taşkın
ırmağa
ben yağmurlarla dövüşüp dövüşüp sırsıklam
bir saç telini daha bulup koyacağım birikmiş utangaçlıklardan
dökülür de dökülmesine ağır aksak taşıdıkların
sakar mı sakar bir duygu senin nerende saklanır
ben görürüm nasıl yürüdüğünü aştığını o kimsesiz bilmediğim
kıskanılacak yurda
ben gördükçe bilenirim omuzlarına, uzaktalığına, varamayışıma
bak uyumadım yoksulum ama tuttum çıkardım seni bir ölünün
hafızasından
sen ey okyanuslardan aşırdığım üşenmediğim çaldığım
yaklaştın biraz, biraz daha yaklaş
durma artık sen de çağla
mehmet meşe
yıkık dökük uykulardan
insanlığımla, kollarımla, şairliğimle ürkekliğini abartmadan
seni o geçip giden ekimlerden, kasımlardan, kışlardan baharlara
dalga dalga o suların göğüslerine çarpıp çarpıp yenildiği
sevindirir bir kuş salarsan eğer saçlarını ben inandıracağım
sen genişledikçe yeşeren bir kahvaltı sofrası
güldükçe buyur etmiş olacaksın sol yanındaki uzun taşkın
ırmağa
ben yağmurlarla dövüşüp dövüşüp sırsıklam
bir saç telini daha bulup koyacağım birikmiş utangaçlıklardan
dökülür de dökülmesine ağır aksak taşıdıkların
sakar mı sakar bir duygu senin nerende saklanır
ben görürüm nasıl yürüdüğünü aştığını o kimsesiz bilmediğim
kıskanılacak yurda
ben gördükçe bilenirim omuzlarına, uzaktalığına, varamayışıma
bak uyumadım yoksulum ama tuttum çıkardım seni bir ölünün
hafızasından
sen ey okyanuslardan aşırdığım üşenmediğim çaldığım
yaklaştın biraz, biraz daha yaklaş
durma artık sen de çağla
mehmet meşe
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)