19 Kasım 2013 Salı

İki Perdelik Trajikomedi

Gelmesi, gelmeyecek olmasından daha kötü bir beklenen: Godot. Kimliği, şekli, özü belirsiz varlık. Belki de yokluk. Beckett'ın ustalık eseri.

Beckett'ın 48'de Fransızca yazdığı, 54'te kendi tarafından bazı değişiklerle İngilizceye çevirdiği oyun üst kültür(!) içerisinde çeşitli söylemlerle kendine yer edinmiş durumda. İlk okunduğunda bireyleri bir anlaşılmazlık içerisine sürüklüyor fakat oyunu bütünlüklü bir ‘elde ne var’ görmek yerine, özümsemeye çalışmak, bize doğrudan nüksetmesine izin vermek lazım.

Vladimir ve Estragon, Godot'u bekliyor. Kimilerine göre amaçsızca, hiçbir zaman gelmeyecek bir Tanrı'yı, kimilerine göre nihai bir ölümü. Oyun boyunca Godot hiç gelmiyor ve gidişata bakılacak olunursa da hiç gelmeyecek gibi görünüyor. Fakat tüm bu sorular arasında gözden kaçırılan bir nokta var; beklenenin gelmesi elzem midir? Godot gelince, karakterlerin kendilerine vaat ettikleri kurtuluş gerçekleşecek midir? Bu sorular varsın dursun. Eğer elimizde bir bekleme eylemi varsa, ona bakacağız.

Uzaktakini, gelmeyeni, eksik olanı kusursuzlaştırarak yanıldığımız çok oldu. Burada aslolanın beklemek; amaç sandığımızın bir araç olduğu safsatalarına girmiyorum. Şu oyunla kafamda düzensizce salınan düşünceler kendilerine yer edindi. İşin ilginç yanı hepsi kendi içlerinde dağıldı.

Diyebiliriz ki tüm bu rastgelelik içerisinde bir mutlaklık yok. Ağzımızdan çıkaracağımız kesin bir yargı var olamaz. Didi ve Gogo gibi düşmüş haldeyiz. "Biz, hâlâ düşmeyi öğrenen insanlarız." Kurgusal bir hatanın ardından çernobilden nasibini almış bir tarla üzerinde yeşermeye çalışıyoruz.

Oyun boyunca iletişim aracı dil, Vladimir ve Estragon arasında önemini yitirmiştir. Şu çağ ve kültürde sahip olduğumuz birikimle bakacak olursak birbirlerine bahsettikleri şeyler bize anlamsız bir laf salatasından başka şey ifade etmez. Beckett tıpkı, giderek bir vahşet merkezi olan dünyayı izleyen kayıtsız Tanrı imgesinden tiksindiği gibi dili de bir kurtarıcı olarak görmez. Kurduğu bu evrende dil, anahtardansa kilit işlevi gören bir sistematikten ibarettir.

Ortam çorak ve kimsesiz bir tarla; karakterler bulundukları yere yabancı, adeta sahneye "düşmüş" haldeler. Bu bize elbette ki "Trajik Düşüş"ü anımsatıyor. Karakterler anne ve babadan yoksun, dolayısıyla kimliksizdir. Kullandıkları dilin herhangi bir işlevi yoktur. Geçmişlerini unutup gelecek hakkında bir fikre sahip olmadıkları için zamansal boyutta yitik durumdadırlar. Bulundukları mekân onlara bir şey ifade etmediğinden bir de duruma uzamsal kayıp eklenir. Varoluşları hakkında bir yargıda da bulunamazlar.

Waiting for Godot, Rönesans Dönemi'nden süregelen sistematik zaman döngüsüne ve mantıksallığa bir karşı çıkıştır. Bu dünyadaki karakterler arasında, sebepler sonuçlara bağlanmaz. Hiçbir şey bir mantıksallık içerisinde sunulmaz. Oyunda koyunlara bakan çocuğun Godot tarafından dövülmesi fakat keçilere bakan çocuğa ilişilmemesi bize İncilden ironik referanslar sağlar. Hıristiyanlığa göre koyunlar Tanrı'nın sadık kullarını temsil ederken keçi, ona karşı gelenlerin sembolüdür. Hatta daha eski pagan inançlarının da keçiyi bir sembol olarak kullandığını bunun zamanla evrilerek satanizme ait bir gösterge olduğunu da söyleyebiliriz. Oyundaki neden sonuç kopukluğuna gelecek olursak, bir açıdan Tanrı ile özdeşleştirebileceğimiz Godot'nun kendi sadık kullarına şiddet uygulaması hak etme meselesini sorgulamamıza sebep oluyor. Varsa eğer O, her şeyi mükemmel düzende tutan bir Tanrı mıdır?

Oyundaki 'peki ya?' öğesine gelecek olursak; ilk perdede var olan ağaca ikinci perdede iki yaprak eklenmesi bir umut mudur? sorusu dahi romantik bir bakışın ürünü. Belki de iki yaprak Godot'yu beklerken geçen zamanın mevsimler üzerinden katmerlenmesinin bir sonucudur?

San Quentin Cezaevi Müdürü Herbert Blau oyunu mahkûmlarına sergiletmeden önce onu "insanın ne duyacaksa onun için dinlemesi gereken bir jazz müziği parçası"yla karşılaştırmış.

Çelişkiler, anlamsızlıklar içerisinde, insanoğlunun çorak bir tarla üzerine yansıması bu oyun; herkesin kendi ezgisini duyduğu bir müzik.

“Bana da bir başkası bakarak, uyuyor diyor. Kendisinin de uyuduğunun farkına varmadan uyuyor, hiçbir şey bilmiyor. Uyusun bakalım, diyor benim için. (Bir an.) Böyle devam edemem. (Bir an.) Ne dedim ben?”

irem kulaber




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder