Gelmesi, gelmeyecek
olmasından daha kötü bir beklenen: Godot. Kimliği, şekli, özü belirsiz varlık.
Belki de yokluk. Beckett'ın ustalık eseri.
Beckett'ın 48'de
Fransızca yazdığı, 54'te kendi tarafından bazı değişiklerle İngilizceye
çevirdiği oyun üst kültür(!) içerisinde çeşitli söylemlerle kendine yer edinmiş
durumda. İlk okunduğunda bireyleri bir anlaşılmazlık içerisine sürüklüyor fakat
oyunu bütünlüklü bir ‘elde ne var’ görmek yerine, özümsemeye çalışmak, bize
doğrudan nüksetmesine izin vermek lazım.
Vladimir ve Estragon,
Godot'u bekliyor. Kimilerine göre amaçsızca, hiçbir zaman gelmeyecek bir
Tanrı'yı, kimilerine göre nihai bir ölümü. Oyun boyunca Godot hiç gelmiyor ve
gidişata bakılacak olunursa da hiç gelmeyecek gibi görünüyor. Fakat tüm bu
sorular arasında gözden kaçırılan bir nokta var; beklenenin gelmesi elzem
midir? Godot gelince, karakterlerin kendilerine vaat ettikleri kurtuluş
gerçekleşecek midir? Bu sorular varsın dursun. Eğer elimizde bir bekleme eylemi
varsa, ona bakacağız.
Uzaktakini, gelmeyeni,
eksik olanı kusursuzlaştırarak yanıldığımız çok oldu. Burada aslolanın
beklemek; amaç sandığımızın bir araç olduğu safsatalarına girmiyorum. Şu oyunla
kafamda düzensizce salınan düşünceler kendilerine yer edindi. İşin ilginç yanı
hepsi kendi içlerinde dağıldı.
Diyebiliriz ki tüm bu
rastgelelik içerisinde bir mutlaklık yok. Ağzımızdan çıkaracağımız kesin bir
yargı var olamaz. Didi ve Gogo gibi düşmüş haldeyiz. "Biz, hâlâ düşmeyi
öğrenen insanlarız." Kurgusal bir hatanın ardından çernobilden nasibini
almış bir tarla üzerinde yeşermeye çalışıyoruz.
Oyun boyunca iletişim
aracı dil, Vladimir ve Estragon arasında önemini yitirmiştir. Şu çağ ve
kültürde sahip olduğumuz birikimle bakacak olursak birbirlerine bahsettikleri
şeyler bize anlamsız bir laf salatasından başka şey ifade etmez. Beckett tıpkı,
giderek bir vahşet merkezi olan dünyayı izleyen kayıtsız Tanrı imgesinden
tiksindiği gibi dili de bir kurtarıcı olarak görmez. Kurduğu bu evrende dil,
anahtardansa kilit işlevi gören bir sistematikten ibarettir.
Ortam çorak ve kimsesiz
bir tarla; karakterler bulundukları yere yabancı, adeta sahneye
"düşmüş" haldeler. Bu bize elbette ki "Trajik Düşüş"ü
anımsatıyor. Karakterler anne ve babadan yoksun, dolayısıyla kimliksizdir.
Kullandıkları dilin herhangi bir işlevi yoktur. Geçmişlerini unutup gelecek
hakkında bir fikre sahip olmadıkları için zamansal boyutta yitik durumdadırlar.
Bulundukları mekân onlara bir şey ifade etmediğinden bir de duruma uzamsal
kayıp eklenir. Varoluşları hakkında bir yargıda da bulunamazlar.
Waiting for Godot,
Rönesans Dönemi'nden süregelen sistematik zaman döngüsüne ve mantıksallığa bir
karşı çıkıştır. Bu dünyadaki karakterler arasında, sebepler sonuçlara
bağlanmaz. Hiçbir şey bir mantıksallık içerisinde sunulmaz. Oyunda koyunlara
bakan çocuğun Godot tarafından dövülmesi fakat keçilere bakan çocuğa
ilişilmemesi bize İncilden ironik referanslar sağlar. Hıristiyanlığa göre
koyunlar Tanrı'nın sadık kullarını temsil ederken keçi, ona karşı gelenlerin
sembolüdür. Hatta daha eski pagan inançlarının da keçiyi bir sembol olarak
kullandığını bunun zamanla evrilerek satanizme ait bir gösterge olduğunu da
söyleyebiliriz. Oyundaki neden sonuç kopukluğuna gelecek olursak, bir açıdan
Tanrı ile özdeşleştirebileceğimiz Godot'nun kendi sadık kullarına şiddet
uygulaması hak etme meselesini sorgulamamıza sebep oluyor. Varsa eğer O, her
şeyi mükemmel düzende tutan bir Tanrı mıdır?
Oyundaki 'peki ya?'
öğesine gelecek olursak; ilk perdede var olan ağaca ikinci perdede iki yaprak
eklenmesi bir umut mudur? sorusu dahi romantik bir bakışın ürünü. Belki de iki
yaprak Godot'yu beklerken geçen zamanın mevsimler üzerinden katmerlenmesinin
bir sonucudur?
San Quentin Cezaevi
Müdürü Herbert Blau oyunu mahkûmlarına sergiletmeden önce onu "insanın ne
duyacaksa onun için dinlemesi gereken bir jazz müziği parçası"yla
karşılaştırmış.
Çelişkiler,
anlamsızlıklar içerisinde, insanoğlunun çorak bir tarla üzerine yansıması bu
oyun; herkesin kendi ezgisini duyduğu bir müzik.
“Bana da bir başkası
bakarak, uyuyor diyor. Kendisinin de uyuduğunun farkına varmadan uyuyor, hiçbir
şey bilmiyor. Uyusun bakalım, diyor benim için. (Bir an.) Böyle devam edemem.
(Bir an.) Ne dedim ben?”
irem kulaber
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder