28 Haziran 2014 Cumartesi
otobüsten iniyorum diye yaşım yirmi iki
sesime hakiki
bir yokuş gerek
terin suyun içinde kalayım bağırdıkça
uzanıp diyebileyim ki:
terin suyun içinde kalayım bağırdıkça
uzanıp diyebileyim ki:
senin şarkını
çalıyorum kuşattığım surlara
senin şarkınla çarpıyorum kuşandığım yasalara
senin şarkınla çarpıyorum kuşandığım yasalara
yani
karılmalıyım artık eskiden beri
hışırtıyla anımsanan hayır uykumu tutuşturan kundağa
hışırtıyla anımsanan hayır uykumu tutuşturan kundağa
gişelerden
nikelden ve
kıymetli evrak ve müştekilerden sıyırdığım takat
bir dağı kendi üstüme deviriyorum diye bir dize olup
dikiliyor karşıma
başıma kakılıyor bir adam memleketine dönmeye
karar verse çoktan
halbuki doğru değil
senin peşinden bir başka adla güneylere indiği kışın
saçlarını böyle kısacak kestin diye değil
haksız veya dargın da değilim
kıymetli evrak ve müştekilerden sıyırdığım takat
bir dağı kendi üstüme deviriyorum diye bir dize olup
dikiliyor karşıma
başıma kakılıyor bir adam memleketine dönmeye
karar verse çoktan
halbuki doğru değil
senin peşinden bir başka adla güneylere indiği kışın
saçlarını böyle kısacak kestin diye değil
haksız veya dargın da değilim
kabul kolayca
çıkabilirdim işin içinden
karakollarda –oğlum
manşetlerde –anam kıymasaydı canına
işitmeseydim zaloğlu rüstem’in hikayesini
avcı mehmed’in mezarına üç el
üst üste ateş edebilseydim
gülme
bir kez tavşan yüreği görmüştüm
onun intikamını isterim
karakollarda –oğlum
manşetlerde –anam kıymasaydı canına
işitmeseydim zaloğlu rüstem’in hikayesini
avcı mehmed’in mezarına üç el
üst üste ateş edebilseydim
gülme
bir kez tavşan yüreği görmüştüm
onun intikamını isterim
mehmet nejat
Behçet
Canlıların rakiplerini yıpratma şekilleri vardır.
Zürafalar boyunlarını vurur, yengeçler kıskaçlarını kullanır ve ben şahane
koşarım. Bugün, şimdi yine şahane koşarak Hakkı’ya izimi kaybettirmeye
çalışıyorum. Hakkı aynasız bir adam ve yanılmıyorsam bu beni son iki ayda
altıncı kıstırması. Her beni buluşunda bir öncekinden daha ileriye gidiyor,
hakkını vermek lazım, severim böyle adamları.
Rıfkı’nın
Cihangir’deki daireden çıkınca fark ettim onu. Çaprazdaki hediyelik eşya
dükkanına pusmuş gözlüyordu. Mümkün olduğunca yavaş yürüyerek Galatasaray’a
doğru hareketlendim, peşime verdi. İlk sağa, ikinci sola, üçüncüden tekrar sağa
derken yer-yön şaşırtarak onu atlatamayacağımı anladım. Ki genelde böyle olur.
İnsanları ilk baş zekamla alt etmeye çalışırım, beceremem ve fiziğe başvururum.
Zeka konusunda ne kadar geriysem fizikle halledilecek işlerde de o kadar
ileriyimdir. Tek başına bir buzdolabını sırtlayabilecek kuvvetimin yanında yüz
metreyi on iki saniyede koşabilecek bir hıza da sahibim, alçakgönüllü olamam.
Neyse, işi uzatmamaya karar verdim ve hamamdan köşeyi dönünce vitesi üç ile
dört arasında bir yere çıkardım ki aynasız pek geri kalmasın. Geri kalan
insanlardan ayrı bir şekilde gazeteci denildiğinde ilk aklıma gelen ismin Erol
Dernek olmasına sebep sokağa giriştim. Sağlı sollu çaycılara selam vere vere
yolu bitirip köşede durdum. Girdiğim sokağın tabelasını görmemle birlikte bir
anda fikrimde lise yıllarıma gömüldüm.
Tabelada
yazan isim elbette Mehmet Nejat’tı. Ne zaman bu Şair Mehmet Nejat Sokağı’ndan
geçecek olsam hep aynı hikayeyi hatırlamaktan ve üzerinden on dört sene geçse
de hiç unutamamamdan ben bıksam da hafızam bıkmıyordu. Günümüz edebiyatseverlerinin
yavaş yavaş halının altına süpürdüğü bu isim benim lise hocamın en sevdiği
şairdi. Her derste en az iki şiirini okur, iki haftada bir de yaşam öyküsünü
baştan sonra anlatırdı. Hatta bununla kalmaz, bu herifin kitabını alanların
notunu bir fazla verirdi. Kitabının son kısmındaki dizeler o zamanlar öyle bir
yer etmişti ki rüyalarımda bile “sen de bunu bir çağ belle” diye sayıklardım.
Aslında bu zavallım beyefendi şairin hayatı hiç de dizeleri hatırlanacak ve
tekrar tekrar kitapları basım yapacak şekilde şatafatlı geçmemişti. Harbiye
Nazırı Turabi Bey’in büyük ve tek oğlu olarak şımarık yetişip Avrupa’da temeli
sağlam bir tahsil dönemi geçirse de yurda dönüş sonrası Abdülhamit ile ters
düşmesinden mütevellit Mora taraflarına doğru sürülmüş, aşağı yukarı on yıllık
sürgün hayatı sonrası padişahın ölümüyle birlikte babasının da nüfuzunu
kullanarak saçları henüz dökülmemiş bir cöntürk olarak memleket özlemine bir
son vermiş. Muharebe yıllarını bir Almancı bir İngilizci geçiren bu ince
bıyıklı, mütareke yıllarındaysa Mustafa Kemal’de karar kılmış. Siyasi yaşamında
yaşadığı ikilemin bir benzerini de yazın yaşamında geçirmiş ve şiiri göz için
mi yazsam kulak için mi yazsam diye saf belirleme dönemini geçirirken bir anda
kendini yurt toprağına serbest nazmı getiren öncü şair olarak bulmuş. Asıl
trajik noktaysa bunca çile sonunda tam da Avrupa’da tahsil görmüş Cumhuriyet’in ilk aydını sıfatını alacakken
Lozan günlerinde vefat etmiş. Zavallı muhterem ömrünün son vakitlerini icra
heyetinde bir sandalye de ben kaparım umuduyla Mustafa Kemal’e kendini kabul
ettirmeye çalışmakla geçirmiş. Allah tabi taksiratını affetsin de kaldıysa eğer
kemikleri biraz gevşesin, burada hala anısını çağ belleyen insanlar var. Her ne
kadar attan düşerek ölmüş olsa da.
Bu
gereksiz anıları düşünmemim hızımı azalttığını fark eder etmez bacaklarıma
tekrar gereken önemi verdim. Hakkı yılmamış birkaç metre arkamdan koşmaya devam
ediyordu. Ben olsam “Dur, Polis!” diye bağırır çevredeki esnafların bana çelme
takmalarını beklerdim. Ama anlaşılan gururu önceki seferlerde öyle bir kırılmış
ki varsa yoksa kendi çabasıyla beni alt etmek fikriyle sarmalanmış. Öyleyse
bana düşen ona ufak bir hatıra bırakmaktır. Kendimi İstiklal’e doğru devirip,
ona hazırlayacağım sürprizi ve onun bu sürprizi beğenip beğenmeyeceğini
düşündüm. Tesadüf bu ya, aklıma gelebilecek tek sürprizin aracısı olabilecek
Makaralı’yı bugün üstüme almışım. Fransız Kültür’ün önüne kadar geldiğimde daha
önce çizdiğim bir oyunu oynamak için diğer insanların da hazır olması gerektiğini
anladığımdan insansız bir yere gitmeye karar verdim. İşte bu fikri uygulamaya
koyduğum anda saat 11 yönünden yavaş yavaş ama koştuğum için hızlı hızlı saat 7
yönüne doğru suratını Yasemin Kozanoğlu’ndan çalsa ancak bu kadar
kibarlaşabilecek bir kadın ayak bilekleri ve hafif ezilmiş dirseğiyle gözlerimi
doldurmayı başardı. Bu anlarda gözler dolsun diye icat edilmemiş olsa da bu
durumu hızlandıran “Süper Baba” jeneriği de yerdeki mendiline belki de kendi
cebinden çıkarıp koyduğu üç tane bir lira dört tane elli kuruş ve bir tane de
yirmi beş kuruşuyla esmer bir kızın flütünden çıkıyordu. Eh, açık konuşmak
gerekirse bir aşk başlangıcı için oluşabilecek en güzel ortam oluşmuştu aslında
ama peşimdeki adama yakalanmamayı garantileyip bu kadını öyle yakalamalıydım.
Suratım asık, kendimi Marmara Oteli’ni geçer geçmez sağdaki yokuşa yuvarladım.
Mesken İşhanı’na arka kapıdan giriş yaptım. Bu han aşağı yukarı on beş yıldır
kullanılmayan bir yer ama bendeki yeri ayrıdır, ilk göz ağrımdır. İçerisini iyi
bildiğimden hemen üçüncü kata çıktım. Ben üçe vardığımda Hakkı daha ikiye yeni
tırmanıyordu. Hemen kendimi Osman Abi’nin eski mekanının önüne doğru attım.
Sırtımı kolona dayadım. Ayak sesleri yavaşladı, Hakkı tabi tecrübeli polis
puştluğu sezdi. Silahını çektiğini duydum, elbette ki endişelenmedim çünkü
Makaralı’m olması gerektiği yerdeydi. Üç tane art arda odanın kapısını açtım,
yangın merdivenin dibine yerleşiverdim. Hakkı beni fark edemeden yavaşça
odalara giriyor, silahını iki eliyle tutarak “Behçeeeet!” diye bağırıyordu.
Aynasızların en sevdiğim nidalarıdır, birazdan seni yakalayacaklarını ima
etmeye çalışsalar da içten içe boku yediklerini fark ettiklerinde buna
başvururlar. Ses genelde ikinci hecede kendini bir hırıltının içine katarak yayılır.
Üçüncü odanın yanına da geldiğinde artık bir şeylerin vakti gelmişti, içeriye
daldığını düşündüğüm anda koridorda belirdim ensesine yapıştırdım. Sendelediği
anda bayıltmadan sırtına iki tane daha indirip yangın merdiveninden aşağı doğru
salladım. İyi ihtimalde ayakları kırılmıştır, kötü ihtimali düşünmek zaten
benim görevim değil. Makaralı’yla da omzuna güzel bir hatıra bırakarak mekanı yavaşça
terk ettim. Yazık, Hakkı gibi işini yapan adamları severim ama benden iyi
yapmalarına izin veremem. Çünkü verirsem bu öldüğüm anlamına gelir.
Hakkı’ya
yaptığım bu fütursuzca işkenceden sonra vicdanım ıssızca sızlarken, kalp
atışlarım ve adrenalin seviyem gittikçe azalıyordu. Az önce gördüğüm kibarlığını
Yasemin Kozanoğlu’ndan aşırmış kadını düşünerek ucuz bir mutluluk yarattım
kafamda. Bu mutluluğu midemi de biraz şişirerek artırma fikrine sarıldım.
Kızılkayalar’ı boykot ettiğimden biraz daha ileride bir büfeye girdim. Goralı,
yengen ve açık ayrandan oluşan kombinasyonumu garsona ilettim. Kafamı
kaldırdım, nesli tükenmekte olan 37 ekran televizyona gözlerimi diktim.
Başbakan Mustafa Büyükbaş Brezilya seyahati öncesi havaalanında açıklamalarda
bulunuyordu. Ülkemiz her zamanki gibi son çeyrekte büyümüş, işsizlik azalmış ve
gayrisafi milli hasıla olabilecek en yukarı seviyedeydi. Arkasını dönüp uçağa
hareketlendikten sonra bir şeyi unutmuş gibi –ki bir şeyi unutmuştu- tekrar
gazetecilere dönerek bir süredir hükümetle başı belada olan, kitapları
basılmadan toplanan, ardı ardına hakkında davalar açılan, muktedirlerin nefreti
muhaliflerin umudu olan adama yarının manşeti olacak şu lafı söyledi: “Ufuk
Koşar akıllı olsun.”
Yemeğimi
bitirdikten sonra, aklımın içinden çıkamaz biçimde ödemem gereken bir vasiyet
borcunun içine düştüm. Biliyordum ki ne kadar özgürsem bu borcu ödedikten sonra
aslında o kadar özgür olacaktım. Delilik henüz yeteri kadar kanıma karışmamıştı,
aklımı tamamen uçurabilmek için bu işi de halletmeli ve kara dünyadan kendimi
belki yeşil belki beyaz belki mavi yani her halükarda başka bir dünyaya ancak
atabilecektim. Tarlabaşı, Şişhane, Karaköy, Eminönü istikametimi çizdim. Varmam
gereken yer ise Sirkeci’den Cağaloğlu’na çıkan yokuşta bulunan Bodur Enes’in
mekanıydı.
Devlet
bir insanı adam yerine on sekiz yaşında koyar. Bense on sekiz yaşına on üç
yaşında girdim. Çünkü beni adam yerine koyması gereken kişi devlet değil, Koca
Osman’dı. Çünkü benim için ve birçokları için devlet üstesinden gelinebilirdi
ama Koca Osman’ın değil. Devletin de elinde zor vardı, Koca Osman’ın da ama
devletin şefkati ve merhameti yoktu, Koca Osman’da onlar da vardı. Koca Osman’a
mafya diyemem, kabadayı da diyemem, işadamı da diyemem. Koca Osman’a ancak Koca
Osman diyebilirim. Annem bizi bıraktığında daha üç yaşındaymışım. O baba
ocağına Antep’e dönmüş, babam beni dede ocağına bırakmamış. Boş vakitlerimi
annesizliğimin sorumlusu anneme küfretmekle geçirsem de kendi hayatıma
baktığımda aslında kadının ne kadar da doğru bir iş yaptığını görebiliyorum.
Ama bu asla onun annesizliğimin sorumlusu olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu
benim için vahim, babam için sıradan, annem için aydınlık olaydan sonra on yıl
boyunca babamla birlikte yaşadık. Aslında hiç yalnız ikimiz olamadık, ya ben
tektim ya da babamın yanı sıra birileri daha oldu. Bu birileri genelde
kadınlar, geri kalan zamanlarda ise arkadaşları ve kadınlar oldu. Ve aradan on
yıl geçip de benim on sekiz yaşına gireceğim yıl babam içeri alındı. Koca
Osman’ın yanındaysanız bu olabilecek en sıradan şeydir. İlginç olan dışarıda
olmanızdır. Denklem basit aslında Koca Osman içeri giremeyeceğinden onun yerine
birileri içeride olmalıdır ve sıra sanırım o zaman babamdaydı. Aslına
bakarsanız babam fazlasıyla dışarıda durmuştu bile. Sonuç olarak bu içeri giriş
babam için neler ifade ediyor hala bilmiyorum ama benim için yaşadığımız evden
dışarı çıkış anlamındaydı. O yaz yani liseye geçtiğim yaz Osman Abi beni yanına
aldı ve öldüğü güne kadar yanında tuttu. Ve benim için saray günleri başladı.
Tarabya’daki evde bir odam vardı, eve pek de uzak olmayan bir okulum. Birkaç
sene babamdan pek de haber almadan öğrenci hayatı yaşasam da çevremde akıp
giden başka hayata kayıtsız kalamıyordum. Ve okulu bırakıp organizasyonda
kendime yer aradım. Babamın kazandığı saygınlığın da tabi etkisiyle has odabaşı
diyebileceğim bir rütbeyle yerime yerleştim. İlk yıllar Osman Abi’nin sabah
çorbasını ısmarlamak, berberine usturasını kapmasını haber etmek, nakliye
sırasında sırtıma tahta kasaların yüklenmesini beklemekle geçti. Stressiz
olmasına elbette stressizdi lakin bu stressiz olma durumu yanı sıra inanılmaz
bir can sıkıntısını getiriyordu. Bu can sıkıntısının canımdan bezme evresine
geleceğini öngörmüştüm ki beklediğim terfi geldi ve orta yıllara geçiş yaptım.
Orta yıllar ise dışarı işlerine çıkabildiğim, para konusunda güvenilebilecek
adam olduğumdan tahsilatlara gittiğim ve en önemlisi de başımı emniyet
teşkilatıyla derde sokabildiğim yıllardı. Sıkıcılık bir anda yerini harekete
stres olmaması ise üç paket sigaraya bırakmıştı. İtiraf etmek gerekirse en
mutlu hissettiğim yıllardı orta yıllar. Son yıllar ise son kelimesiyle paralel
olarak daha hüzünlüydü. Koca Osman’ın çöktüğü, işleri hafiften sadık dostlarına
paylaştırdığı, benimse artık kalan organizasyonun merkezine doğru
hareketlendiğim yıllar. Benim açımdan denilebilir ki altın yıllar. Fakat altın
yıllar pek de uzun sürmedi, çünkü süremedi. Çünkü ben Batum’da birkaç iş
bağlamaya çıktığımda Koca Osman Sakarya yolunda indirildi. Hem koltuğundan hem
de alnından. Bu namussuz indirilişte kazanı kaldıranların başı ise ufak bir
araştırmaya dahi gerek kalmadan kendi üstlendiğine göre Bodur’du. Bodur’un bir
lakap sahibi olması –ki küçümsememek lazım, lakap sahibi olmak bu piyasada var
olmakla eşdeğerdir.- Koca Osman sayesindeydi. Ama doğanın kanunu gereği biraz
da yaşlı kurdun genç olan tarafından boğulması gerekiyordu. Bodur evet biraz
kısaydı ama bu niteliği genç olmasından onu uzaklaştırmıyordu. Uzun lafın
kısası Osman Abi’yi toprağın altına yerleştirdik. Şimdi yapmam gereken şey ise
kalkan o kazanı Bodur’a sokmak.
İnsanın
dengesini iç kulak değil geçmişi sağlar. Benim de pek sağlıklı bir geçmişim
olmadığından pek tabi bir denge kurmam da güç oldu. Annesizlik ve yarım
babasızlığın getirdiği bozgunu bozguna uğratan tam teşekküllü bir Koca Osman
oldu. Behçet ismi eğer çevremizdekiler için bir sıradanlık değil de bir istisna
olarak şekillendiyse bunun yegane sebebi Osman Abi oldu. Bu adam hiç
küfretmezdi ama çok iyi bakardı. Hatta o kadar iyi bakardı ki hiçbir küfür bana
o kadar ağır gelmedi. Bu ağırlığı kaldırmaya çalışmak sanırım beni olduğum
kadar güçlü bir adam yaptı. Hatta hızımı bile buna bağlayabilirim.
Tekrarlayacak olursam şimdi yapmam gereken tek iş o kazanı Bodur’a sokmaktır.
Pamuğu
kıçıma soktum ve tramvay yolundan ayrılıp yokuş yukarı adımlarımı sıklaştırdım.
Gerekli sokağa yaklaştıkça yumruklarım istemsiz sıkılıyor ve filmin ortasına
bir mutlu son koyabilmek isteğiyle doluyordum. Birden sol açıktan bağırış
duyuldu. Bu sefer ikinci hecesi de dolgun şekilde: “Behçeeeet!”
Makaralı’ma
davranamadan başka bir filmin mutlu sonu olmuştum bile, aynasızın işini benden
daha iyi yapmasına izin vermiştim. Şimdiyse yapmam gereken kısa bir süre beni
de toprağın altına yollamalarını beklemek. Sonrası bekleyiş ise bir ağacın
köklerini bana dokundurması. En nihayet büyük hayalim yağmur yağmak. Mümkünse
Meksika’ya.
memet meşe
koru kendini
Kaldırınca
tabancasını
Nişan almak için sarı saçlıya
Nişan almak için sarı saçlıya
Parıldayıverdi
gözleri
Koru kendini
Kırlangıçlar
uçuştular
Korkudan
çığrışıp
Kanat çırparak
koru kendini.
Hadi söyle bana
müziği seversin sen
Nasıl çalar
insan hapishanede
Ağrılardan,
sızılardan sonra
Romatizmanın
zincirlerin kemirdiği elleriyle.
İşte nişan aldı
tam
Kemanının üstüne
Iskalamaz iyi
nişancıdır
Koru kendini
Ama teller gene
şakıdılar
Doldular havayı
titrek titrek hiç umursamadan.
Hadi söyle bana
müziği seversin sen
Nasıl çalar
insan hapishanede
Ağrılardan,
sızılardan sonra
Romatizmanın
zincirlerin kemirdiği elleriyle.
"Havasız
bir delikte
Gıcırdayan somya
üstünde yatakta
Yakalanmışsın
berbat bir öksürüğe
Gel de şarkı
söyle.
Ama yine de sarı
saçlı adam
Devam etti
kemanı çalmaya
Dirildi içimizde
ölü düşler."
a. kadir
Sıfır Noktasındaki Kadın
Neval El Seddavi Mısırlı bir kadın: aktivist,
feminist, psikiyatrist, aydın. Ülkesindeki kadın gerçeği hakkında yazdıkları
yüzünden peşine düşülmüş, dinden çıkarılmış (!), boşanmaya zorlanmış, hapse
atılmış, fakat kalemini elinden bırakmamış, kendiyle beraber diğer kadınların
sıkıştırıldığı, ezildiği bu baskıdan bahsetmekten vazgeçmemiş, onların istediklerinin aksine çenesini
kapatmamış bir kadın.
Sıfır
Noktasındaki Kadın’da da kendi gibi, fakat ondan defalarca
cesur, onun hep yazdığı ve konuştuğu
hikayelerin özne örneği bir kadından bahsediyor. Seddavi‘nin sıfırı bulmuş
kadını bir kurgu değil, gerçek. Seddavi onunla Mısırlı kadınlarda nevroz
araştırmasını yaparken karşılaşıyor. Mahkum kadınların psikolojileri ve
hapishanelere duyduğu merak – sonraları
bu hapishanelerden birine kadın ve işçi haklarından bu kadar yüksek sesle ve
kadınlığından utanmadan bahsettiği için tıkılacağını hiç düşünmeden- onu
Firdevs’e ulaştırıyor. Soğuk ve sarı duvarlı bir hapishanenin daracık bir
hücresinde, yere oturup sözünü hiç kesmeden, gözlerinin içine bakarak, o akşam
infaz edilecek Firdevs’i dinliyor.
Firdevs’in
hikayesi bembeyaz halkalarla çevrili simsiyah noktalarıyla, nihayetinde
korkudan başka bir şey vermeyen erkek gözleriyle örülü. Anlattıkları dar alanda
ülkesinde, genişletildiğinde ise yeryüzünde kadının tarih boyunca temelde
değişmeden sürmüş akıbetinden yeni ve istisna olmayan bir kesit. Firdevs bu akıbetin
kendine düşen kısmından yenilginin içinde bir zafere işaret eden sonuyla, belki
bir parça ayrılıyor. Fakat öncesi onu bu sona sürükleyen olaylar zinciri değil
yalnızca. Firdevs’in hayat öyküsü ana hatlarıyla “kadının makus kaderi.” Ancak
onu dinlerken malumun ilanını duyar gibi başımızı yazıklanarak sağa sola sallayamıyoruz,
çünkü sözlerinin – daha doğrusu hikayeyi aktaran Seddavi’nin sözlerinin-
keskinliği onunla birlikte korkmamıza, öfkelenmemize, içimizin kapkara olmasına
sebep oluyor.
Babasının
karıları arasında annesini ancak peçesinin ardındaki gözlerinden tanıyabilen,
çocukluğu başının üstündeki su bakracıyla namazlarını hiç aksatmayan babasının
tokatları arasında ölen, hatta sünnet edilen Firdevs’i, hayata aynı biçimde
başlayan bir çok yaşıtından ayıran mahkum bırakıldığı şeylerin hiçbirini hak
etmediğinin bilincini taşımasıdır. Kurtuluşu cahilliğinden kurtulmakta bulur,
okumaya, öğrenmeye merakı öyle fazladır ki, onu da medreseye götürmesi için
kendisini defalarca taciz eden amcasının eteklerine bile yapışır. Anne ve babasının
ölümünün ardından onu yanına alan amcası okula gönderir Firdevs’i. Firdevs sonradan
başını ezen ayaklardan kaçmak, kendi ayakları üzerinde dengesini kurmak için
daima bir sığınak olarak kullandığı ortaokul diplomasını da alır. Fakat
hikayenin kırılabileceği nokta burada da değildir; diplomalı bir kadın olması, etrafı için yalnızca bir kadın olduğu gerçeğini değiştiremez. Onun hayatına,
onun adına karar verilir; tanımadığı, sevmediği, dedesi yaşında, zengin bir
adamla evlenmesi okumasından daha hayırlıdır. Babasıyla başlayan erkek zincirine, ona dayak
atarak ya da tecavüz ederek kendini tatmin edebileceği bir beden olmasının
dışında kıymet vermeyen kocasıyla devam edince Firdevs, bütün mağdurların
yaptığı gibi, sokağı bir özgürlük alanı olarak düşünür, kaçarak “sokak macerası”nı başlatır. Babası,
amcası, kocasıyla düğümlenen ip sokakta adları dışında birbirinden ayrılmayan,
bir bedeli olan bedeni dışında onu yok sayan erkeklerle uzar. Firdevs kendini
satmayı öğrenip, avucunu parayla ısıttığında hikaye başarılı bir “fahişelik macerası”na dönüşür.
Erkeklerle ilişkisi “aşk” ekseninde kırıldığında dahi hikayenin farklı bir yöne
döneceğini umamayız, sonu en başından beri biliyoruzdur zaten. Firdevs
hayatında ilk – ve tahmin edilebileceği gibi son kez – bir erkeğin gözlerine
korku ve tiksinti duymadan baktığında, evreni ve kendini duyduğu aşkla en
başından keşfedip dünyaya açıldığında bile onu düze çıkaracak mucizenin aşk
olamayacağını tahmin ederiz.
“
Bir azize gibi, bedelini hiç hesaplamadan, elimde avucumda ne varsa hepsini
vermiştim. Tek bir şey dışında hiçbir şey istememiştim, tek bir şey: aşkın
korumasına sığınmak.”
Fahişeyken
karşılıksız vermediği şeyleri, bedenini, aklını, ruhunu ve kalbini aşık olduğu
adama bağışlamaya hazırdır Firdevs. Fakat aşkta kendini var etmenin, tekrar
dünyaya gelmenin imkanlarını bulamadan bir kez daha yenilir. Hissettiği keder, onun
son erdem kırıntısını da süpürür: “Bütün zavallıların erdemi gibi, benim de
erdemim iyi bir nitelik ya da değer olarak görülmeyecek, bir tür aptallık ya da
basitlik sanılarak aşağılanacak, yoksulluktan da fazla hor görülecekti.” Başarılı bir fahişenin zavallı bir
azizeden daha iyi olduğunu anlar Firdevs, öykünün başından beri kaçtığı sokağa
bu kez son kez çıkar, sonunun darağacında biteceğini bilmeden. Artık ne
kendinden, ne de bedeni ve benliğiyle kendi istediklerini yapacak bir şans
tanımayan erkeklerden ve toplumdan, kısaca hayattan hiçbir alacağı olmadan
sıfır noktasında, mırıldanarak yürüyordur:
“ Hiçbir şey beklemiyorum, hiçbir
şey istemiyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm ben.“ Yavaş yavaş, direnebilmek için, bu yaşamı
kendi seçtiğine inandırır kendisini. Ama onurunu kaybederek para kazanan, sonra
bu parayla kendine onur satın alan, seçen tarafta bulunmayı başardığı için başı
yukarda yürüyen, acınacak bir hayatı yaşayan bir kadın olmaktansa biraz daha
iyi durumda olan bir fahişe olarak sürüklenen Firdevs’in erkeklerle hikayesi
böyle bitmez. Bitiş küçük bir kız çocuğuyken önce babasının, onun ardından
sayısız erkeğin gözlerinden yayılan dehşetten korkmaktan vazgeçmesiyle başlar.
Onların da kendisinden korkabildiğini anladığı an Firdevs, zaten yaşamadığı,
her şeyin başında bir köşesinde sıkışıp sıfıra – yokluğa- dönüşen hayatını, bir
cinayetle yani gerçekle sonlandırır, içinde ufacık bir pişmanlık bile duymadan.
“Topunuzun birden suçlu olduğunu
söylüyorum: babalar, amcalar, kocalar, pezevenkler, avukatlar, doktorlar,
gazeteciler, her meslekten bütün erkekler… Ben gerçeği söylüyorum. Gerçek vahşi
ve tehlikelidir.”
Firdevs’in
bir kadın olarak hikayesi, kendinden başka bir şeye ihtiyaç duymayacak kadar
etkileyici. N. El Seddavi de bunun bilincinde olmalı ki bize hikayeyi hiç
merhamet uyandırmaya çalışmadan, boyamadan ve yumuşatmadan yansıtıyor. Bu
belki, elimizde tuttuğumuz kitabı bir parça kuru ve yavan yapıyor, ama Firdevs’in
parıltısız, tereddütsüz, kımıldamadan bakan gözlerinden gerçeğin Firdevs
tarafını görmemize engel olmuyor.
“Ben bir insanı öldürdüğüm zaman,
onu bıçakla değil, gerçekle öldürdüm. Bu yüzden korkuyorlar; beni yok etmek
için bu yüzden acele ediyorlar. Bıçaktan korkmazlar, onları korkutan
gerçeğimdir.”
pınar dönmez
suç duyurusu
Kanatlanır gökyüzüne
yüzünün sureti,
gözün görmediği
kuyulardan seslenen
tılsımın,
büyük geçişlerden...
kendimiz için iyi şeyler
yaptığımız günlerden
hasretle dolduğumuz
karanlık odalarımıza
adını verdik;
adını her söylediğimizde
aksanımız senin şehirlerindir...
gitmeseydik,
şuracıkta dursaydık,
taşın toprağın meydanlara devrildiği
körpe kasabalarda,
göğsünde koştuğumuz
koca bir umudun eşliğinde...
gelmeyi
nasıl da özledik,
sarmayı,
demeyi,
dedikçe sahillere inen kuşlar gibi
bir başına,
adsız,
söylendiğinde de
ararcasına uçardık,
bir oyana
bir bu
yana ...
yüzünün sureti,
gözün görmediği
kuyulardan seslenen
tılsımın,
büyük geçişlerden...
kendimiz için iyi şeyler
yaptığımız günlerden
hasretle dolduğumuz
karanlık odalarımıza
adını verdik;
adını her söylediğimizde
aksanımız senin şehirlerindir...
gitmeseydik,
şuracıkta dursaydık,
taşın toprağın meydanlara devrildiği
körpe kasabalarda,
göğsünde koştuğumuz
koca bir umudun eşliğinde...
gelmeyi
nasıl da özledik,
sarmayı,
demeyi,
dedikçe sahillere inen kuşlar gibi
bir başına,
adsız,
söylendiğinde de
ararcasına uçardık,
bir oyana
bir bu
yana ...
…
Var mı benden
daha yoksulu,
fukarası,
kimsesizi şu bal kavanozunda…
yitirmişim; can çıksa,
gürül gürül
dünya dönse
ne fayda…
daha yoksulu,
fukarası,
kimsesizi şu bal kavanozunda…
yitirmişim; can çıksa,
gürül gürül
dünya dönse
ne fayda…
…
Şekerlerle avuttular canım günleri;
kuytuluk bir kasırganın savurduğu
topraklardan sallandık baş ucunuza,
düşmeye çekindiğimiz içinize
olası bir kaza ile birlikte,
“derin yarıklar taşıyoruz”
diyerek veda ettik…
aklımız, fikrimiz, dualarımız sizinle;
sanıldığı kadar uzak değil
geldiğimiz yollar,
he desen bağ bahçe
perişan hasretinize,
buna da şükür!
Her şeye
rağmen yaşıyoruz
sizi ve felaketinizi…
…
kuytuluk bir kasırganın savurduğu
topraklardan sallandık baş ucunuza,
düşmeye çekindiğimiz içinize
olası bir kaza ile birlikte,
“derin yarıklar taşıyoruz”
diyerek veda ettik…
aklımız, fikrimiz, dualarımız sizinle;
sanıldığı kadar uzak değil
geldiğimiz yollar,
he desen bağ bahçe
perişan hasretinize,
buna da şükür!
Her şeye
rağmen yaşıyoruz
sizi ve felaketinizi…
…
Güne geç gelen el çırpışı
şakaklarından iner,
kuşa benzer gölgesi…
kuşa benzer…
…
şakaklarından iner,
kuşa benzer gölgesi…
kuşa benzer…
…
…yaranın öperek kapandığını öğrettiğin gibi kendini
öperek yaşatsaydın…
…
…
ey avare! talihin, göğsü yaralı bir ‘şöhret’ taşımaktı içimize…
…
…
…küçükken gece karanlığını tanrının aydınlattığını
sanırdım. Yükseldikten sonra anladım ki eğlence merkezinden gökyüzüne ışıldayan
bir aldatmacaymış her şey…
…
…
Sarılarak öptüğüm ,
şimdi buz gibi suya beraber atlarız diye ömürce beklediğim
yoldaşım, kardeşim…
Göğsümüzü saran koskoca bir şehrin acısıdır…
Varlığımızla, yokluğumuzla bir sen bir ben yaşatırız
şu canına yandığımız derbeder dünyayı…
Gözlerinden öperim…
şimdi buz gibi suya beraber atlarız diye ömürce beklediğim
yoldaşım, kardeşim…
Göğsümüzü saran koskoca bir şehrin acısıdır…
Varlığımızla, yokluğumuzla bir sen bir ben yaşatırız
şu canına yandığımız derbeder dünyayı…
Gözlerinden öperim…
jean pierre fabien
çobana methiye
7 Mayıs
Bi izmaritin
ıslığını duyabilmenin olurunu düşündün mü hiç? Bu sana, bir şey hatırlatmalı.
Bu sana bir şey hatırlatmıyorsa da derdetme. Bırak o gemicileri ürkütsün. Sen
zaten fırınlardan bakkala, bir çıkma ekmek peşinde; sabahın ayrımını
soğukluğundan yapabilecek raddede, güneşlere küsmüşsün.
-şimdi
gülümseyerek hatırladım diyorsun bak, bir adamın elinde tavus kuşuyla sokakları
gezdiği filmi de-
Senin doğduğun
güne beş gün kalmıştı. Öyle hikâyeler anlatmak isterdim ki onlara, aklımda yine
senden aşırttıklarım. Bocalardım; eğer evsizlerden ve ermişlerden ve sabahlara
dek sokaklarda cirit atan ifritlerden seni sürmeseydim; yataklardan kalkıp
yokluğuna yüz sürmeseydim. Senin kirpiklerin vardı, senin kirpiklerin beni o
sabah çölde bi yel gibi selamlayamadı.
Dağların
başlarına eşkıya gibi dikilmiş evleri geçtim. Dağların başlarına eşkıya gibi
dikilmiş evleri benzin istasyonlarında süzüm süzüm süzdüm ve sana gelmediğim bu
yolda verdiğim her bir mola beni rahata erdirdi. Çünkü bir sigara yakıyor,
dumanla kuruyan parmaklarımı yiyordum. Bunun rahatını anlamayacaksın. Sana
hiçbir zaman anlatmaya çalışmayacağım. Bak, yine dramıma kapıldım. Dinleseydin
elbette heyecanlanır ve sadece dokunabilirdim sana. Belki anlatmış sayılırdım.
Yeni doğmuş
bebeğin hakkı eskisinin kundağında gizli değil. Olmasın. Yeniydi onun
kirpikleri, beni bir iki sabah selamladı. Esintiyle birlikte dünyaya sataşmak
istedim. Gözlerin kanlanmış, sen yaz kurusu güneşlere mi daldın çocuk,
dedim içimden. Konuşursam kaybolacaksın. Üzerine gökkuşakları çizilmiş
değil de boğazda urgan olmuş baloncuk. Böyle seslensem sana, beni fazla bulur
musun?
Xibalba'daki
ağacın gölgesi vurursa eğer gündüz düşlerine, ballıdağların içerisinde sen
ishak, sen yakub ve sen musa. Yönleri tayin etmek istersen yıldızlardan, ben
senin için lanetlenmiş bi tanrıça olmaya razıyım. Gözlerini bana değir.
Gözlerinle beni kayır.
Kedi diye
aldığım tavşanı bacaklarımdan yufkalar gibi dürdüğüme inanmıyorsanız sizi
hiçbir şeyle suçlayamam. Size bana inanmanız için asla söz vermeyeceğim. Şimdi
onlar, dudaklarıma ne sürdüğümü sorup dudaklarını yalıyor. Onların üzerine
kuşlar okunmuş; bense göz olmuş dalları bir bir koparılan, yüzüldüğü gibi
köşeye fırlatılmış, ölümü halta yaramayan o tavus kuşu. Benim intikamım
kimlerden sorulsun?
Bitir diye
çınlıyor kulaklarımda Xilbaba. Keşke bir öykü anlatabilseydim size. Keşke size
egzoz bağımlısı köpeğin hikâyesini, arabesk seven tavşanı, kirpiklerini boynuma
batıran kırmızı gözlü çocuğu, halıların üzerine kıvrılan dev oğlanı
anlatabilseydim. İçimden gelmiyor değil, elimden gelmiyor. Bir kez daha af
diliyorum, kimden olursa. Af dilemeye alıştığımdan bu bana marifet gelmiyor.
Kahrolsaydı şiirler. En büyük şairi okumamış olsaydık da pes etmeseydik. Tanrı,
yanı başımda dikiliyor. Kuruyabilmeyi dilerdim, güneşlere küstüm.
Olur ya, bir gün
her şeyin sesi-
Pasın gürültüsü,
izmaritin ıslığı, o boynumdan inerken hıçkırdığım, o belimi avuçladığında
irkintim, duyulacak kadar kısılsın. Sesim çamlar boyu devrilsin ve sana varsın,
ishak, yakub ve
musa.
irem
kulaber
greta
korkarım
uçurumlar greta korkarım sıradan ucuz kahramanlar
hayatta kalmak
ters bir iş, ince bir deneyim, yeni bir silah
evet elbette
korkarım greta; dün gece bu akşam yarın sabah
yazlardan bir
ülke gövden, temmuzlardan bir mektup uzun
ben greta, benim
çirkinliğim ve benim utanmaz yalnızlığım
bir tehlike bir
savunma bir başkaldırı bir kavuşma
senin
başkalarının göğsünde unuttuğun bir büyümek greta
ağzına aldığın
kasıklarına sapladığın ilk defa kanadığın
yalnızca
geceyken greta kendine karşı o aptalca şaşkınlığın
ve sevgili tanrı
ve korkunç devlet ve diğerleri ahlaksız
göğe ukalaca
ateş edenler greta! sabahları gelenler erkenden
memleketin ve
milletin renksiz anılarında
perdede greta,
bir perdenin ısrarla açılmayışında…
hayır
unutuyorum! hayır greta hayır unutuyorum!
kim özür
dilemeli şimdi ağzındaki lekeden
ses düşmeli
greta, ses devrilen bir tren
işte bu tuhaf
ayrıntı işte bu çelik makine kalbimde
uğraştığım
yeryüzü dövüştüğüm gülüş: barış greta!
yeni köpekler
gecede; voltada çılgınlıklar
gözlerimizde
zehir kusan kırmızı ayıplar
dokunduk
rezalete… içinden geçtik içine geçtik
ayrılıkla greta!
sevişirken iç içe geçtik…
bu sağlıklı yara
bırakalım büyüsün, kuşku olsun
ve utanç içinde
yalvaralım tanrıya
işte sabah
oluyor greta
kötü kader büyük
acı karanlık insan:
adın
yatağın
yalnızlığın
onur akyıl
ölüm yazıtlar ve sarı rengi
dirseğiyle denizlerin ısısını kollayan kadın
anna – bir tohum -
naifliği kadife ceketlerin naziresidir
ismi ne kadar da yakışıyor suratına
naifliği kadife ceketlerin naziresidir
ismi ne kadar da yakışıyor suratına
kahveler yalnızca sabahlara hitap etmez
yoksa çoktan çıkarılırdı körlere ölüm emri
merhaba aşçının sanatı
günaydın kına yakılmış saçlar
sahici mi çapalayıp çıkardığım bu cevher
dur kadılardan önce sana sormam gerek
sahici mi çapalayıp çıkardığım bu cevher
duramam soluklanamam çünkü aşk
yüreğin acıklanması değil midir biraz da
bir ustura tehdidinin altında
tek marifeti kan akıtmak sanılır bu kılıcın
yalnız velespitlerle traktörler savaşır sanılır
daya sırtını
kim silebilir ki yazgımızdaki anahtarları
nereye gidilir ciğere zıpkını sapladıktan sonra
ben canhıraş leylak ben kanayarak toparlanmış bir asi yama
ben giderim hep topal kırgın rakı içmelerin sonrasına
öyle ki
yatağa girdiğinde depremi kimse düşünmez
sansürlü ölürüm baykuş mektuplarımı yalama
memet meşe
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)