28 Haziran 2014 Cumartesi

Behçet


                Canlıların rakiplerini yıpratma şekilleri vardır. Zürafalar boyunlarını vurur, yengeçler kıskaçlarını kullanır ve ben şahane koşarım. Bugün, şimdi yine şahane koşarak Hakkı’ya izimi kaybettirmeye çalışıyorum. Hakkı aynasız bir adam ve yanılmıyorsam bu beni son iki ayda altıncı kıstırması. Her beni buluşunda bir öncekinden daha ileriye gidiyor, hakkını vermek lazım, severim böyle adamları.

Rıfkı’nın Cihangir’deki daireden çıkınca fark ettim onu. Çaprazdaki hediyelik eşya dükkanına pusmuş gözlüyordu. Mümkün olduğunca yavaş yürüyerek Galatasaray’a doğru hareketlendim, peşime verdi. İlk sağa, ikinci sola, üçüncüden tekrar sağa derken yer-yön şaşırtarak onu atlatamayacağımı anladım. Ki genelde böyle olur. İnsanları ilk baş zekamla alt etmeye çalışırım, beceremem ve fiziğe başvururum. Zeka konusunda ne kadar geriysem fizikle halledilecek işlerde de o kadar ileriyimdir. Tek başına bir buzdolabını sırtlayabilecek kuvvetimin yanında yüz metreyi on iki saniyede koşabilecek bir hıza da sahibim, alçakgönüllü olamam. Neyse, işi uzatmamaya karar verdim ve hamamdan köşeyi dönünce vitesi üç ile dört arasında bir yere çıkardım ki aynasız pek geri kalmasın. Geri kalan insanlardan ayrı bir şekilde gazeteci denildiğinde ilk aklıma gelen ismin Erol Dernek olmasına sebep sokağa giriştim. Sağlı sollu çaycılara selam vere vere yolu bitirip köşede durdum. Girdiğim sokağın tabelasını görmemle birlikte bir anda fikrimde lise yıllarıma gömüldüm.

Tabelada yazan isim elbette Mehmet Nejat’tı. Ne zaman bu Şair Mehmet Nejat Sokağı’ndan geçecek olsam hep aynı hikayeyi hatırlamaktan ve üzerinden on dört sene geçse de hiç unutamamamdan ben bıksam da hafızam bıkmıyordu. Günümüz edebiyatseverlerinin yavaş yavaş halının altına süpürdüğü bu isim benim lise hocamın en sevdiği şairdi. Her derste en az iki şiirini okur, iki haftada bir de yaşam öyküsünü baştan sonra anlatırdı. Hatta bununla kalmaz, bu herifin kitabını alanların notunu bir fazla verirdi. Kitabının son kısmındaki dizeler o zamanlar öyle bir yer etmişti ki rüyalarımda bile “sen de bunu bir çağ belle” diye sayıklardım. Aslında bu zavallım beyefendi şairin hayatı hiç de dizeleri hatırlanacak ve tekrar tekrar kitapları basım yapacak şekilde şatafatlı geçmemişti. Harbiye Nazırı Turabi Bey’in büyük ve tek oğlu olarak şımarık yetişip Avrupa’da temeli sağlam bir tahsil dönemi geçirse de yurda dönüş sonrası Abdülhamit ile ters düşmesinden mütevellit Mora taraflarına doğru sürülmüş, aşağı yukarı on yıllık sürgün hayatı sonrası padişahın ölümüyle birlikte babasının da nüfuzunu kullanarak saçları henüz dökülmemiş bir cöntürk olarak memleket özlemine bir son vermiş. Muharebe yıllarını bir Almancı bir İngilizci geçiren bu ince bıyıklı, mütareke yıllarındaysa Mustafa Kemal’de karar kılmış. Siyasi yaşamında yaşadığı ikilemin bir benzerini de yazın yaşamında geçirmiş ve şiiri göz için mi yazsam kulak için mi yazsam diye saf belirleme dönemini geçirirken bir anda kendini yurt toprağına serbest nazmı getiren öncü şair olarak bulmuş. Asıl trajik noktaysa bunca çile sonunda tam da Avrupa’da tahsil görmüş  Cumhuriyet’in ilk aydını sıfatını alacakken Lozan günlerinde vefat etmiş. Zavallı muhterem ömrünün son vakitlerini icra heyetinde bir sandalye de ben kaparım umuduyla Mustafa Kemal’e kendini kabul ettirmeye çalışmakla geçirmiş. Allah tabi taksiratını affetsin de kaldıysa eğer kemikleri biraz gevşesin, burada hala anısını çağ belleyen insanlar var. Her ne kadar attan düşerek ölmüş olsa da.

Bu gereksiz anıları düşünmemim hızımı azalttığını fark eder etmez bacaklarıma tekrar gereken önemi verdim. Hakkı yılmamış birkaç metre arkamdan koşmaya devam ediyordu. Ben olsam “Dur, Polis!” diye bağırır çevredeki esnafların bana çelme takmalarını beklerdim. Ama anlaşılan gururu önceki seferlerde öyle bir kırılmış ki varsa yoksa kendi çabasıyla beni alt etmek fikriyle sarmalanmış. Öyleyse bana düşen ona ufak bir hatıra bırakmaktır. Kendimi İstiklal’e doğru devirip, ona hazırlayacağım sürprizi ve onun bu sürprizi beğenip beğenmeyeceğini düşündüm. Tesadüf bu ya, aklıma gelebilecek tek sürprizin aracısı olabilecek Makaralı’yı bugün üstüme almışım. Fransız Kültür’ün önüne kadar geldiğimde daha önce çizdiğim bir oyunu oynamak için diğer insanların da hazır olması gerektiğini anladığımdan insansız bir yere gitmeye karar verdim. İşte bu fikri uygulamaya koyduğum anda saat 11 yönünden yavaş yavaş ama koştuğum için hızlı hızlı saat 7 yönüne doğru suratını Yasemin Kozanoğlu’ndan çalsa ancak bu kadar kibarlaşabilecek bir kadın ayak bilekleri ve hafif ezilmiş dirseğiyle gözlerimi doldurmayı başardı. Bu anlarda gözler dolsun diye icat edilmemiş olsa da bu durumu hızlandıran “Süper Baba” jeneriği de yerdeki mendiline belki de kendi cebinden çıkarıp koyduğu üç tane bir lira dört tane elli kuruş ve bir tane de yirmi beş kuruşuyla esmer bir kızın flütünden çıkıyordu. Eh, açık konuşmak gerekirse bir aşk başlangıcı için oluşabilecek en güzel ortam oluşmuştu aslında ama peşimdeki adama yakalanmamayı garantileyip bu kadını öyle yakalamalıydım. Suratım asık, kendimi Marmara Oteli’ni geçer geçmez sağdaki yokuşa yuvarladım. Mesken İşhanı’na arka kapıdan giriş yaptım. Bu han aşağı yukarı on beş yıldır kullanılmayan bir yer ama bendeki yeri ayrıdır, ilk göz ağrımdır. İçerisini iyi bildiğimden hemen üçüncü kata çıktım. Ben üçe vardığımda Hakkı daha ikiye yeni tırmanıyordu. Hemen kendimi Osman Abi’nin eski mekanının önüne doğru attım. Sırtımı kolona dayadım. Ayak sesleri yavaşladı, Hakkı tabi tecrübeli polis puştluğu sezdi. Silahını çektiğini duydum, elbette ki endişelenmedim çünkü Makaralı’m olması gerektiği yerdeydi. Üç tane art arda odanın kapısını açtım, yangın merdivenin dibine yerleşiverdim. Hakkı beni fark edemeden yavaşça odalara giriyor, silahını iki eliyle tutarak “Behçeeeet!” diye bağırıyordu. Aynasızların en sevdiğim nidalarıdır, birazdan seni yakalayacaklarını ima etmeye çalışsalar da içten içe boku yediklerini fark ettiklerinde buna başvururlar. Ses genelde ikinci hecede kendini bir hırıltının içine katarak yayılır. Üçüncü odanın yanına da geldiğinde artık bir şeylerin vakti gelmişti, içeriye daldığını düşündüğüm anda koridorda belirdim ensesine yapıştırdım. Sendelediği anda bayıltmadan sırtına iki tane daha indirip yangın merdiveninden aşağı doğru salladım. İyi ihtimalde ayakları kırılmıştır, kötü ihtimali düşünmek zaten benim görevim değil. Makaralı’yla da omzuna güzel bir hatıra bırakarak mekanı yavaşça terk ettim. Yazık, Hakkı gibi işini yapan adamları severim ama benden iyi yapmalarına izin veremem. Çünkü verirsem bu öldüğüm anlamına gelir.

Hakkı’ya yaptığım bu fütursuzca işkenceden sonra vicdanım ıssızca sızlarken, kalp atışlarım ve adrenalin seviyem gittikçe azalıyordu. Az önce gördüğüm kibarlığını Yasemin Kozanoğlu’ndan aşırmış kadını düşünerek ucuz bir mutluluk yarattım kafamda. Bu mutluluğu midemi de biraz şişirerek artırma fikrine sarıldım. Kızılkayalar’ı boykot ettiğimden biraz daha ileride bir büfeye girdim. Goralı, yengen ve açık ayrandan oluşan kombinasyonumu garsona ilettim. Kafamı kaldırdım, nesli tükenmekte olan 37 ekran televizyona gözlerimi diktim. Başbakan Mustafa Büyükbaş Brezilya seyahati öncesi havaalanında açıklamalarda bulunuyordu. Ülkemiz her zamanki gibi son çeyrekte büyümüş, işsizlik azalmış ve gayrisafi milli hasıla olabilecek en yukarı seviyedeydi. Arkasını dönüp uçağa hareketlendikten sonra bir şeyi unutmuş gibi –ki bir şeyi unutmuştu- tekrar gazetecilere dönerek bir süredir hükümetle başı belada olan, kitapları basılmadan toplanan, ardı ardına hakkında davalar açılan, muktedirlerin nefreti muhaliflerin umudu olan adama yarının manşeti olacak şu lafı söyledi: “Ufuk Koşar akıllı olsun.”

Yemeğimi bitirdikten sonra, aklımın içinden çıkamaz biçimde ödemem gereken bir vasiyet borcunun içine düştüm. Biliyordum ki ne kadar özgürsem bu borcu ödedikten sonra aslında o kadar özgür olacaktım. Delilik henüz yeteri kadar kanıma karışmamıştı, aklımı tamamen uçurabilmek için bu işi de halletmeli ve kara dünyadan kendimi belki yeşil belki beyaz belki mavi yani her halükarda başka bir dünyaya ancak atabilecektim. Tarlabaşı, Şişhane, Karaköy, Eminönü istikametimi çizdim. Varmam gereken yer ise Sirkeci’den Cağaloğlu’na çıkan yokuşta bulunan Bodur Enes’in mekanıydı.

Devlet bir insanı adam yerine on sekiz yaşında koyar. Bense on sekiz yaşına on üç yaşında girdim. Çünkü beni adam yerine koyması gereken kişi devlet değil, Koca Osman’dı. Çünkü benim için ve birçokları için devlet üstesinden gelinebilirdi ama Koca Osman’ın değil. Devletin de elinde zor vardı, Koca Osman’ın da ama devletin şefkati ve merhameti yoktu, Koca Osman’da onlar da vardı. Koca Osman’a mafya diyemem, kabadayı da diyemem, işadamı da diyemem. Koca Osman’a ancak Koca Osman diyebilirim. Annem bizi bıraktığında daha üç yaşındaymışım. O baba ocağına Antep’e dönmüş, babam beni dede ocağına bırakmamış. Boş vakitlerimi annesizliğimin sorumlusu anneme küfretmekle geçirsem de kendi hayatıma baktığımda aslında kadının ne kadar da doğru bir iş yaptığını görebiliyorum. Ama bu asla onun annesizliğimin sorumlusu olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu benim için vahim, babam için sıradan, annem için aydınlık olaydan sonra on yıl boyunca babamla birlikte yaşadık. Aslında hiç yalnız ikimiz olamadık, ya ben tektim ya da babamın yanı sıra birileri daha oldu. Bu birileri genelde kadınlar, geri kalan zamanlarda ise arkadaşları ve kadınlar oldu. Ve aradan on yıl geçip de benim on sekiz yaşına gireceğim yıl babam içeri alındı. Koca Osman’ın yanındaysanız bu olabilecek en sıradan şeydir. İlginç olan dışarıda olmanızdır. Denklem basit aslında Koca Osman içeri giremeyeceğinden onun yerine birileri içeride olmalıdır ve sıra sanırım o zaman babamdaydı. Aslına bakarsanız babam fazlasıyla dışarıda durmuştu bile. Sonuç olarak bu içeri giriş babam için neler ifade ediyor hala bilmiyorum ama benim için yaşadığımız evden dışarı çıkış anlamındaydı. O yaz yani liseye geçtiğim yaz Osman Abi beni yanına aldı ve öldüğü güne kadar yanında tuttu. Ve benim için saray günleri başladı. Tarabya’daki evde bir odam vardı, eve pek de uzak olmayan bir okulum. Birkaç sene babamdan pek de haber almadan öğrenci hayatı yaşasam da çevremde akıp giden başka hayata kayıtsız kalamıyordum. Ve okulu bırakıp organizasyonda kendime yer aradım. Babamın kazandığı saygınlığın da tabi etkisiyle has odabaşı diyebileceğim bir rütbeyle yerime yerleştim. İlk yıllar Osman Abi’nin sabah çorbasını ısmarlamak, berberine usturasını kapmasını haber etmek, nakliye sırasında sırtıma tahta kasaların yüklenmesini beklemekle geçti. Stressiz olmasına elbette stressizdi lakin bu stressiz olma durumu yanı sıra inanılmaz bir can sıkıntısını getiriyordu. Bu can sıkıntısının canımdan bezme evresine geleceğini öngörmüştüm ki beklediğim terfi geldi ve orta yıllara geçiş yaptım. Orta yıllar ise dışarı işlerine çıkabildiğim, para konusunda güvenilebilecek adam olduğumdan tahsilatlara gittiğim ve en önemlisi de başımı emniyet teşkilatıyla derde sokabildiğim yıllardı. Sıkıcılık bir anda yerini harekete stres olmaması ise üç paket sigaraya bırakmıştı. İtiraf etmek gerekirse en mutlu hissettiğim yıllardı orta yıllar. Son yıllar ise son kelimesiyle paralel olarak daha hüzünlüydü. Koca Osman’ın çöktüğü, işleri hafiften sadık dostlarına paylaştırdığı, benimse artık kalan organizasyonun merkezine doğru hareketlendiğim yıllar. Benim açımdan denilebilir ki altın yıllar. Fakat altın yıllar pek de uzun sürmedi, çünkü süremedi. Çünkü ben Batum’da birkaç iş bağlamaya çıktığımda Koca Osman Sakarya yolunda indirildi. Hem koltuğundan hem de alnından. Bu namussuz indirilişte kazanı kaldıranların başı ise ufak bir araştırmaya dahi gerek kalmadan kendi üstlendiğine göre Bodur’du. Bodur’un bir lakap sahibi olması –ki küçümsememek lazım, lakap sahibi olmak bu piyasada var olmakla eşdeğerdir.- Koca Osman sayesindeydi. Ama doğanın kanunu gereği biraz da yaşlı kurdun genç olan tarafından boğulması gerekiyordu. Bodur evet biraz kısaydı ama bu niteliği genç olmasından onu uzaklaştırmıyordu. Uzun lafın kısası Osman Abi’yi toprağın altına yerleştirdik. Şimdi yapmam gereken şey ise kalkan o kazanı Bodur’a sokmak.

İnsanın dengesini iç kulak değil geçmişi sağlar. Benim de pek sağlıklı bir geçmişim olmadığından pek tabi bir denge kurmam da güç oldu. Annesizlik ve yarım babasızlığın getirdiği bozgunu bozguna uğratan tam teşekküllü bir Koca Osman oldu. Behçet ismi eğer çevremizdekiler için bir sıradanlık değil de bir istisna olarak şekillendiyse bunun yegane sebebi Osman Abi oldu. Bu adam hiç küfretmezdi ama çok iyi bakardı. Hatta o kadar iyi bakardı ki hiçbir küfür bana o kadar ağır gelmedi. Bu ağırlığı kaldırmaya çalışmak sanırım beni olduğum kadar güçlü bir adam yaptı. Hatta hızımı bile buna bağlayabilirim. Tekrarlayacak olursam şimdi yapmam gereken tek iş o kazanı Bodur’a sokmaktır.

Pamuğu kıçıma soktum ve tramvay yolundan ayrılıp yokuş yukarı adımlarımı sıklaştırdım. Gerekli sokağa yaklaştıkça yumruklarım istemsiz sıkılıyor ve filmin ortasına bir mutlu son koyabilmek isteğiyle doluyordum. Birden sol açıktan bağırış duyuldu. Bu sefer ikinci hecesi de dolgun şekilde: “Behçeeeet!”

Makaralı’ma davranamadan başka bir filmin mutlu sonu olmuştum bile, aynasızın işini benden daha iyi yapmasına izin vermiştim. Şimdiyse yapmam gereken kısa bir süre beni de toprağın altına yollamalarını beklemek. Sonrası bekleyiş ise bir ağacın köklerini bana dokundurması. En nihayet büyük hayalim yağmur yağmak. Mümkünse Meksika’ya.  

memet meşe

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder