Canlıların rakiplerini yıpratma şekilleri vardır.
Zürafalar boyunlarını vurur, yengeçler kıskaçlarını kullanır ve ben şahane
koşarım. Bugün, şimdi yine şahane koşarak Hakkı’ya izimi kaybettirmeye
çalışıyorum. Hakkı aynasız bir adam ve yanılmıyorsam bu beni son iki ayda
altıncı kıstırması. Her beni buluşunda bir öncekinden daha ileriye gidiyor,
hakkını vermek lazım, severim böyle adamları.
Rıfkı’nın
Cihangir’deki daireden çıkınca fark ettim onu. Çaprazdaki hediyelik eşya
dükkanına pusmuş gözlüyordu. Mümkün olduğunca yavaş yürüyerek Galatasaray’a
doğru hareketlendim, peşime verdi. İlk sağa, ikinci sola, üçüncüden tekrar sağa
derken yer-yön şaşırtarak onu atlatamayacağımı anladım. Ki genelde böyle olur.
İnsanları ilk baş zekamla alt etmeye çalışırım, beceremem ve fiziğe başvururum.
Zeka konusunda ne kadar geriysem fizikle halledilecek işlerde de o kadar
ileriyimdir. Tek başına bir buzdolabını sırtlayabilecek kuvvetimin yanında yüz
metreyi on iki saniyede koşabilecek bir hıza da sahibim, alçakgönüllü olamam.
Neyse, işi uzatmamaya karar verdim ve hamamdan köşeyi dönünce vitesi üç ile
dört arasında bir yere çıkardım ki aynasız pek geri kalmasın. Geri kalan
insanlardan ayrı bir şekilde gazeteci denildiğinde ilk aklıma gelen ismin Erol
Dernek olmasına sebep sokağa giriştim. Sağlı sollu çaycılara selam vere vere
yolu bitirip köşede durdum. Girdiğim sokağın tabelasını görmemle birlikte bir
anda fikrimde lise yıllarıma gömüldüm.
Tabelada
yazan isim elbette Mehmet Nejat’tı. Ne zaman bu Şair Mehmet Nejat Sokağı’ndan
geçecek olsam hep aynı hikayeyi hatırlamaktan ve üzerinden on dört sene geçse
de hiç unutamamamdan ben bıksam da hafızam bıkmıyordu. Günümüz edebiyatseverlerinin
yavaş yavaş halının altına süpürdüğü bu isim benim lise hocamın en sevdiği
şairdi. Her derste en az iki şiirini okur, iki haftada bir de yaşam öyküsünü
baştan sonra anlatırdı. Hatta bununla kalmaz, bu herifin kitabını alanların
notunu bir fazla verirdi. Kitabının son kısmındaki dizeler o zamanlar öyle bir
yer etmişti ki rüyalarımda bile “sen de bunu bir çağ belle” diye sayıklardım.
Aslında bu zavallım beyefendi şairin hayatı hiç de dizeleri hatırlanacak ve
tekrar tekrar kitapları basım yapacak şekilde şatafatlı geçmemişti. Harbiye
Nazırı Turabi Bey’in büyük ve tek oğlu olarak şımarık yetişip Avrupa’da temeli
sağlam bir tahsil dönemi geçirse de yurda dönüş sonrası Abdülhamit ile ters
düşmesinden mütevellit Mora taraflarına doğru sürülmüş, aşağı yukarı on yıllık
sürgün hayatı sonrası padişahın ölümüyle birlikte babasının da nüfuzunu
kullanarak saçları henüz dökülmemiş bir cöntürk olarak memleket özlemine bir
son vermiş. Muharebe yıllarını bir Almancı bir İngilizci geçiren bu ince
bıyıklı, mütareke yıllarındaysa Mustafa Kemal’de karar kılmış. Siyasi yaşamında
yaşadığı ikilemin bir benzerini de yazın yaşamında geçirmiş ve şiiri göz için
mi yazsam kulak için mi yazsam diye saf belirleme dönemini geçirirken bir anda
kendini yurt toprağına serbest nazmı getiren öncü şair olarak bulmuş. Asıl
trajik noktaysa bunca çile sonunda tam da Avrupa’da tahsil görmüş Cumhuriyet’in ilk aydını sıfatını alacakken
Lozan günlerinde vefat etmiş. Zavallı muhterem ömrünün son vakitlerini icra
heyetinde bir sandalye de ben kaparım umuduyla Mustafa Kemal’e kendini kabul
ettirmeye çalışmakla geçirmiş. Allah tabi taksiratını affetsin de kaldıysa eğer
kemikleri biraz gevşesin, burada hala anısını çağ belleyen insanlar var. Her ne
kadar attan düşerek ölmüş olsa da.
Bu
gereksiz anıları düşünmemim hızımı azalttığını fark eder etmez bacaklarıma
tekrar gereken önemi verdim. Hakkı yılmamış birkaç metre arkamdan koşmaya devam
ediyordu. Ben olsam “Dur, Polis!” diye bağırır çevredeki esnafların bana çelme
takmalarını beklerdim. Ama anlaşılan gururu önceki seferlerde öyle bir kırılmış
ki varsa yoksa kendi çabasıyla beni alt etmek fikriyle sarmalanmış. Öyleyse
bana düşen ona ufak bir hatıra bırakmaktır. Kendimi İstiklal’e doğru devirip,
ona hazırlayacağım sürprizi ve onun bu sürprizi beğenip beğenmeyeceğini
düşündüm. Tesadüf bu ya, aklıma gelebilecek tek sürprizin aracısı olabilecek
Makaralı’yı bugün üstüme almışım. Fransız Kültür’ün önüne kadar geldiğimde daha
önce çizdiğim bir oyunu oynamak için diğer insanların da hazır olması gerektiğini
anladığımdan insansız bir yere gitmeye karar verdim. İşte bu fikri uygulamaya
koyduğum anda saat 11 yönünden yavaş yavaş ama koştuğum için hızlı hızlı saat 7
yönüne doğru suratını Yasemin Kozanoğlu’ndan çalsa ancak bu kadar
kibarlaşabilecek bir kadın ayak bilekleri ve hafif ezilmiş dirseğiyle gözlerimi
doldurmayı başardı. Bu anlarda gözler dolsun diye icat edilmemiş olsa da bu
durumu hızlandıran “Süper Baba” jeneriği de yerdeki mendiline belki de kendi
cebinden çıkarıp koyduğu üç tane bir lira dört tane elli kuruş ve bir tane de
yirmi beş kuruşuyla esmer bir kızın flütünden çıkıyordu. Eh, açık konuşmak
gerekirse bir aşk başlangıcı için oluşabilecek en güzel ortam oluşmuştu aslında
ama peşimdeki adama yakalanmamayı garantileyip bu kadını öyle yakalamalıydım.
Suratım asık, kendimi Marmara Oteli’ni geçer geçmez sağdaki yokuşa yuvarladım.
Mesken İşhanı’na arka kapıdan giriş yaptım. Bu han aşağı yukarı on beş yıldır
kullanılmayan bir yer ama bendeki yeri ayrıdır, ilk göz ağrımdır. İçerisini iyi
bildiğimden hemen üçüncü kata çıktım. Ben üçe vardığımda Hakkı daha ikiye yeni
tırmanıyordu. Hemen kendimi Osman Abi’nin eski mekanının önüne doğru attım.
Sırtımı kolona dayadım. Ayak sesleri yavaşladı, Hakkı tabi tecrübeli polis
puştluğu sezdi. Silahını çektiğini duydum, elbette ki endişelenmedim çünkü
Makaralı’m olması gerektiği yerdeydi. Üç tane art arda odanın kapısını açtım,
yangın merdivenin dibine yerleşiverdim. Hakkı beni fark edemeden yavaşça
odalara giriyor, silahını iki eliyle tutarak “Behçeeeet!” diye bağırıyordu.
Aynasızların en sevdiğim nidalarıdır, birazdan seni yakalayacaklarını ima
etmeye çalışsalar da içten içe boku yediklerini fark ettiklerinde buna
başvururlar. Ses genelde ikinci hecede kendini bir hırıltının içine katarak yayılır.
Üçüncü odanın yanına da geldiğinde artık bir şeylerin vakti gelmişti, içeriye
daldığını düşündüğüm anda koridorda belirdim ensesine yapıştırdım. Sendelediği
anda bayıltmadan sırtına iki tane daha indirip yangın merdiveninden aşağı doğru
salladım. İyi ihtimalde ayakları kırılmıştır, kötü ihtimali düşünmek zaten
benim görevim değil. Makaralı’yla da omzuna güzel bir hatıra bırakarak mekanı yavaşça
terk ettim. Yazık, Hakkı gibi işini yapan adamları severim ama benden iyi
yapmalarına izin veremem. Çünkü verirsem bu öldüğüm anlamına gelir.
Hakkı’ya
yaptığım bu fütursuzca işkenceden sonra vicdanım ıssızca sızlarken, kalp
atışlarım ve adrenalin seviyem gittikçe azalıyordu. Az önce gördüğüm kibarlığını
Yasemin Kozanoğlu’ndan aşırmış kadını düşünerek ucuz bir mutluluk yarattım
kafamda. Bu mutluluğu midemi de biraz şişirerek artırma fikrine sarıldım.
Kızılkayalar’ı boykot ettiğimden biraz daha ileride bir büfeye girdim. Goralı,
yengen ve açık ayrandan oluşan kombinasyonumu garsona ilettim. Kafamı
kaldırdım, nesli tükenmekte olan 37 ekran televizyona gözlerimi diktim.
Başbakan Mustafa Büyükbaş Brezilya seyahati öncesi havaalanında açıklamalarda
bulunuyordu. Ülkemiz her zamanki gibi son çeyrekte büyümüş, işsizlik azalmış ve
gayrisafi milli hasıla olabilecek en yukarı seviyedeydi. Arkasını dönüp uçağa
hareketlendikten sonra bir şeyi unutmuş gibi –ki bir şeyi unutmuştu- tekrar
gazetecilere dönerek bir süredir hükümetle başı belada olan, kitapları
basılmadan toplanan, ardı ardına hakkında davalar açılan, muktedirlerin nefreti
muhaliflerin umudu olan adama yarının manşeti olacak şu lafı söyledi: “Ufuk
Koşar akıllı olsun.”
Yemeğimi
bitirdikten sonra, aklımın içinden çıkamaz biçimde ödemem gereken bir vasiyet
borcunun içine düştüm. Biliyordum ki ne kadar özgürsem bu borcu ödedikten sonra
aslında o kadar özgür olacaktım. Delilik henüz yeteri kadar kanıma karışmamıştı,
aklımı tamamen uçurabilmek için bu işi de halletmeli ve kara dünyadan kendimi
belki yeşil belki beyaz belki mavi yani her halükarda başka bir dünyaya ancak
atabilecektim. Tarlabaşı, Şişhane, Karaköy, Eminönü istikametimi çizdim. Varmam
gereken yer ise Sirkeci’den Cağaloğlu’na çıkan yokuşta bulunan Bodur Enes’in
mekanıydı.
Devlet
bir insanı adam yerine on sekiz yaşında koyar. Bense on sekiz yaşına on üç
yaşında girdim. Çünkü beni adam yerine koyması gereken kişi devlet değil, Koca
Osman’dı. Çünkü benim için ve birçokları için devlet üstesinden gelinebilirdi
ama Koca Osman’ın değil. Devletin de elinde zor vardı, Koca Osman’ın da ama
devletin şefkati ve merhameti yoktu, Koca Osman’da onlar da vardı. Koca Osman’a
mafya diyemem, kabadayı da diyemem, işadamı da diyemem. Koca Osman’a ancak Koca
Osman diyebilirim. Annem bizi bıraktığında daha üç yaşındaymışım. O baba
ocağına Antep’e dönmüş, babam beni dede ocağına bırakmamış. Boş vakitlerimi
annesizliğimin sorumlusu anneme küfretmekle geçirsem de kendi hayatıma
baktığımda aslında kadının ne kadar da doğru bir iş yaptığını görebiliyorum.
Ama bu asla onun annesizliğimin sorumlusu olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu
benim için vahim, babam için sıradan, annem için aydınlık olaydan sonra on yıl
boyunca babamla birlikte yaşadık. Aslında hiç yalnız ikimiz olamadık, ya ben
tektim ya da babamın yanı sıra birileri daha oldu. Bu birileri genelde
kadınlar, geri kalan zamanlarda ise arkadaşları ve kadınlar oldu. Ve aradan on
yıl geçip de benim on sekiz yaşına gireceğim yıl babam içeri alındı. Koca
Osman’ın yanındaysanız bu olabilecek en sıradan şeydir. İlginç olan dışarıda
olmanızdır. Denklem basit aslında Koca Osman içeri giremeyeceğinden onun yerine
birileri içeride olmalıdır ve sıra sanırım o zaman babamdaydı. Aslına
bakarsanız babam fazlasıyla dışarıda durmuştu bile. Sonuç olarak bu içeri giriş
babam için neler ifade ediyor hala bilmiyorum ama benim için yaşadığımız evden
dışarı çıkış anlamındaydı. O yaz yani liseye geçtiğim yaz Osman Abi beni yanına
aldı ve öldüğü güne kadar yanında tuttu. Ve benim için saray günleri başladı.
Tarabya’daki evde bir odam vardı, eve pek de uzak olmayan bir okulum. Birkaç
sene babamdan pek de haber almadan öğrenci hayatı yaşasam da çevremde akıp
giden başka hayata kayıtsız kalamıyordum. Ve okulu bırakıp organizasyonda
kendime yer aradım. Babamın kazandığı saygınlığın da tabi etkisiyle has odabaşı
diyebileceğim bir rütbeyle yerime yerleştim. İlk yıllar Osman Abi’nin sabah
çorbasını ısmarlamak, berberine usturasını kapmasını haber etmek, nakliye
sırasında sırtıma tahta kasaların yüklenmesini beklemekle geçti. Stressiz
olmasına elbette stressizdi lakin bu stressiz olma durumu yanı sıra inanılmaz
bir can sıkıntısını getiriyordu. Bu can sıkıntısının canımdan bezme evresine
geleceğini öngörmüştüm ki beklediğim terfi geldi ve orta yıllara geçiş yaptım.
Orta yıllar ise dışarı işlerine çıkabildiğim, para konusunda güvenilebilecek
adam olduğumdan tahsilatlara gittiğim ve en önemlisi de başımı emniyet
teşkilatıyla derde sokabildiğim yıllardı. Sıkıcılık bir anda yerini harekete
stres olmaması ise üç paket sigaraya bırakmıştı. İtiraf etmek gerekirse en
mutlu hissettiğim yıllardı orta yıllar. Son yıllar ise son kelimesiyle paralel
olarak daha hüzünlüydü. Koca Osman’ın çöktüğü, işleri hafiften sadık dostlarına
paylaştırdığı, benimse artık kalan organizasyonun merkezine doğru
hareketlendiğim yıllar. Benim açımdan denilebilir ki altın yıllar. Fakat altın
yıllar pek de uzun sürmedi, çünkü süremedi. Çünkü ben Batum’da birkaç iş
bağlamaya çıktığımda Koca Osman Sakarya yolunda indirildi. Hem koltuğundan hem
de alnından. Bu namussuz indirilişte kazanı kaldıranların başı ise ufak bir
araştırmaya dahi gerek kalmadan kendi üstlendiğine göre Bodur’du. Bodur’un bir
lakap sahibi olması –ki küçümsememek lazım, lakap sahibi olmak bu piyasada var
olmakla eşdeğerdir.- Koca Osman sayesindeydi. Ama doğanın kanunu gereği biraz
da yaşlı kurdun genç olan tarafından boğulması gerekiyordu. Bodur evet biraz
kısaydı ama bu niteliği genç olmasından onu uzaklaştırmıyordu. Uzun lafın
kısası Osman Abi’yi toprağın altına yerleştirdik. Şimdi yapmam gereken şey ise
kalkan o kazanı Bodur’a sokmak.
İnsanın
dengesini iç kulak değil geçmişi sağlar. Benim de pek sağlıklı bir geçmişim
olmadığından pek tabi bir denge kurmam da güç oldu. Annesizlik ve yarım
babasızlığın getirdiği bozgunu bozguna uğratan tam teşekküllü bir Koca Osman
oldu. Behçet ismi eğer çevremizdekiler için bir sıradanlık değil de bir istisna
olarak şekillendiyse bunun yegane sebebi Osman Abi oldu. Bu adam hiç
küfretmezdi ama çok iyi bakardı. Hatta o kadar iyi bakardı ki hiçbir küfür bana
o kadar ağır gelmedi. Bu ağırlığı kaldırmaya çalışmak sanırım beni olduğum
kadar güçlü bir adam yaptı. Hatta hızımı bile buna bağlayabilirim.
Tekrarlayacak olursam şimdi yapmam gereken tek iş o kazanı Bodur’a sokmaktır.
Pamuğu
kıçıma soktum ve tramvay yolundan ayrılıp yokuş yukarı adımlarımı sıklaştırdım.
Gerekli sokağa yaklaştıkça yumruklarım istemsiz sıkılıyor ve filmin ortasına
bir mutlu son koyabilmek isteğiyle doluyordum. Birden sol açıktan bağırış
duyuldu. Bu sefer ikinci hecesi de dolgun şekilde: “Behçeeeet!”
Makaralı’ma
davranamadan başka bir filmin mutlu sonu olmuştum bile, aynasızın işini benden
daha iyi yapmasına izin vermiştim. Şimdiyse yapmam gereken kısa bir süre beni
de toprağın altına yollamalarını beklemek. Sonrası bekleyiş ise bir ağacın
köklerini bana dokundurması. En nihayet büyük hayalim yağmur yağmak. Mümkünse
Meksika’ya.
memet meşe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder