12 Mart 2013 Salı
















         mart 2013 / 6

taştan önce vardı heykeller


bir gün hep birden bilmek kaygısını taşıyacağız
göklerimiz vurulup kuşlar yaya kalınca
biri çıkıp çok eski bir söylenceyi anacak

- şiir bu söylenceye özlemdir

gönlüm yetmeyecek hatırlamaya
yaralarımıza iyi gelen otların adlarını

ve sevgilim sen her güldüğünde
sudan ormanlar çizerken
hiç deniz görmemiş çocuklara
senin hatrın için bile olsa ben
o günü görmeyeceğim

ben zaman diyeceğim
aklımın bir köşesinde duran çağrıya
sonra kan akacak incirden
saplanırken ıhlamur ağaçlarının böğrüne kanser
sesimin oluğuna bir taş gelip oturacak

kaygım yazgımıza merhemdir

sen yine kal güldüğünle ey
elbet bulur bir yolunu
yüzdürürüm bu günü
vardırırım kıyısına
senin akordeon sesli çocukluğunun

ama bağışla
gönlüm yetmeyecek bilirim dilim dönmeyecek:
yunus'u elimin kirinde gördüm demeye
yunus'u elimin kirinde gördüm demeye
yunus'u elimin kirinde gördüm demeye
mehmet nejat

Bir Başka Roman Tefrikası


2.

Turistler için hazırlanmış çinili tabaklar, galata kulesi bibloları ve rengarenk şallar içerisi ile karşılaştırıldığında insanları fazlasıyla şaşırtır. Çünkü içerisi kitapları kokularıyla seçen insanlar için hazırlanmış çevresinden izole bir yaşama alanıdır. Girer girmez alnındaki kırışıklıkları uzun zaman önce edinmiş bir adamla karşılaşmış gibi hissedersiniz kendinizi, size yıllarca biriktirdiği anılarını bir yudum çay içer gibi anlatacak bir adamla. Sağlı sollu bütün kitapçılarda aklınıza gelmeyecek o kadar çok şeyle karşılaşabilirsiniz ki, bunların hepsi bu adamın anılarıdır ve her deştiğinizde hayatınızın gidiş yönü biraz daha kayar. Belki Baba Evi’nin ilk baskısına Orhan Kemal’in el yazısıyla attığı bir notla, belki tam olarak 18.11.1976’da sevgilisini özleyen bir kadının kitap kenarlarına karaladıklarıyla, belki de Cem Karaca’nın Moğollar’la çıkardığı El Çek Tabip 45’liğiyle karşılaşabilirsiniz. Tanımadığınız insanlarla aranızda paranın sorun olmayacağı belki tek yerdir burası. Balık ve kokoreç kokusuyla bezenmiş kalabalık bir sokağın, girişi neredeyse her seferinde karıştırılan yeridir Aslıhan Pasajı.
             
        Güneş bir Eylül ayında ne kadar olması gerekiyorsa o kadardı. Cemil de bir Eylül ayında bir insan ne giyinmesi gerekiyorsa onları giymişti. İnce bir hırka, on beş yıldır bir türlü vazgeçemediği desenlere sahip bir gömlek ve kahverengi bir pantolon. Ama bu ayın yalnızca bir-iki gününde kendini gösteren yağmur belli ki bugünü seçmişti. İlk birkaç damla yere düştüğünde Cemil henüz İstiklal’in girişindeydi. Ve iyi biliyordu ki bir yağmur eğer Eylül’de yağıyorsa, hemen hızlanır, hepi topu on dakika sürer, ve sonra sakince yerini önceki havaya bırakırdı. Bu yağmurlarla insanların karakterlerinden ince ayrıntılar çıkarılabilirdi. İstiklal ikiye ayrılırdı: Kenarda bekleyenler ve yoluna devam edenler. Binaların çatılarındaki ufak çıkıntılar, kenarda bekleyenler için on dakikalık bir sığınak oluştururken, Cemil ve Cemil gibiler caddenin ortasından hedeflerine akmaya devam ederlerdi. Bir filmin en imrenilen sahnesindeki esas karakterler gibi.
           
      Yağmur damlaları hafif hafif azaldığında Cemil sağa saptı. Kafası hep soluna çevrilmiş şekilde, şaşırılan girişi arıyordu. Kısa saçlarında tutunmaya çalışan damlaları eliyle sıyırıp içeri ilk adımını attı. Hemen Selma Abla’yı gördü. Yeni gelen film afişlerini düzenlemekteydi. Cemil sessizce Selma Abla’nın arkasına geçti. Afişleri okşaya okşaya yerleştiren bu kadının pasajda olan bitenle alakası bir zamandır kesilmiş gibi görünüyordu. Cemil sesini boğuklaştırıp “Pardon, orijinal mi bunlar?” dedi. Selma Abla müşterisine kafasını çevirmeden, biraz da suratını ekşiterek “Olanı da var olmayanı da.” diye cevap verdi. Kendi deyimiyle “çok uzun zamandır” burada olan bu kadın, Cemil kendini bildi bileli bu soruya bu cevabı veriyordu.   Cemil, Selma Abla’yı dürttü, gülüşüp tokalaştılar. Bu sefer bu iki insan birlikte pasajda olan bitenden kendilerini soyutlayıp afişleri okşamaya başladı. Taxi Driver, La Haine, Carlito’s Way, Sevmek Zamanı, Ah Güzel İstanbul… Çokça hayatın rayı olmuş filmlerin afişleri. Bazen bir katil olmaya, bazen bir bebek doğurmaya, bazen bilmediğin bir kente giderken seni taşıyan raylar bunlar. Cemil dayanamadı, sordu:

“Abla bunları satarken hiç mi için acımıyor?”  
“Oğlum bilmiyor musun, kendime almadan hiçbir şey satmam ben.”
“Ya elindekilere bir şey olursa?”
“Ben elimdekilere bir şey olur diye hepsinden iki tane alıyorum.”

                Bu kadın “çok uzun zamandır” buradaydı ama her konuştuğunda hakkında yeni bir şey sunuyordu. Cemil bu cevaba sebepsiz mutlu oldu, konuşmadan vedalaştılar, ilerledi. Düzlüğün sonunda sağdaki dükkana gidiyordu. Arif Ağbi’nin dükkanına. Arif Ağbi de bu pasajın en eski sahaflarından biri. Onu bu pasajdaki diğer herkesten ayıran en önemli özellik sadece ikinci el kitaplar bulundurması. Ne plak, ne afiş, ne dergi ne de bir sahafta bulunabileceğini düşündüğünüz diğer her şey. Yalnız ve yalnız o suntaya çalan kokulara sahip eski kitaplar.  

                Arif Ağbi, Cemil’in üniversite zamanlarından üst komşusu. Aradan neredeyse 13 yıl geçti ama Cemil hala haftada en az bir kere bu yürüyen kütüphanenin sayfalarını karıştırmadan edemez. Her sahafta olduğu gibi dışardan hiç tahmin edilemez alışkanlıklara ve takıntılara sahip bir adam Arif Ağbi. Sadece ikinci el kitaplar bulunduruyor olmasından başka, başkasında bulunmayan loto teknikleri var mesela. Her zaman bir kolon kendisi oynar. Bir kolon pasajdakilerin söylediği rakamları yazar. Geri kalan kolonları da kitap verdiği misafirlerine doldurtur. Evet, kitap verdiği insanlara asla müşteri demez, onlar onun misafirleridir ve eğer acil gitmeniz gerektiğine onu inandıramazsanız bir çayını içmek ve kısaca geçmişinizden, ne iş yaptığınızdan, kimleri okuduğunuzdan ona bahsetmek zorundasınızdır. Son olarak da Arif Ağbi her loto çekilişinden sonra rakam tutturanlara bir uygun bir hediye bulur ve öğrencilere hep bol para üstü verir.               

                Cemil, Arif Ağbi’ye konuşmaktan zevk aldığı bir insana verilen o hızlı ve sıcak selamı verip halini hatırını sordu. Bir yandan da on altı kareden oluşan fileli iskemleye yavaşça yayıldı. Arif Ağbi için Eylül aylarının güzelliği hep diğer aylara göre daha yukarıdadır. Çünkü İstanbul’daki öğrenci nüfusu olması gereken yere ulaşır. Ve şüphesiz Arif Ağbi’nin kitap vermeyi ve sohbet etmeyi en çok sevdiği misafirler üniversite öğrencileridir. Raflar sırf bu yüzden son birkaç aydan daha dolu, hatta daha gelecekler var. Bu sıralar en büyük mutluluğuysa “Üvercinka”nın ilk basımından üç tane bulmuş olması. Arif Ağbi’yi tanıyorsanız, bu özel kitapları ondan almak için yalnızca alıcı olmanızın yetmeyeceğini de bilmeniz gerekir. Onları size vermesi için onu ikna edebilecek bir şeyleriniz olmalıdır. En son Onat Kutlar’ın İshak’ı için kadının birine kemanıyla sahafta ufak bir konser verdirmişti mesela. 

                Tam giriş muhabbeti yapılmaktaydı ki bu iki adam arasında bir anda renkler anlamını yitirdi, baskın ve pasif olarak siyah ve beyaz kaldı yalnızca ortada. Sanki o anda bir atom bombası daha atıldı, bir madende göçük oldu ya da sadece elinizdeki çay bardağı fayansa düşüp parçalara ayrıldı ve siz eğildiniz. Çünkü tam o anda Sıtkı Ağbi’nin Narteks’inden sık sık gelen o ses geldi. Sıtkı Ağbi bunu farkında olarak yapmıyordu muhtemelen ama hep, seslerin  özellikle iyi seslerin en uzağındayken, en sıradan tonlarda konuşurken, bir kulağın alabileceği en temiz seslerden biri pasajda yankılanmaya başlıyordu. 36 yıldır Callas dinleyen bu adam ne zaman etkilendiği bir kitap bitirse, “La Mamma Morta”yı çalar ve ses düğmesini biraz daha kaydırır. Siz de işi gücü bırakır, olmayı isteyip de olamadığınız her şey için bir sigara daha yakarsınız.

“Sıtkı da ben de kitapları insanlardan daha çok severiz, insanlardan daha çok çektiğimizden olsa.” dedi Arif Ağbi ve bu cümleyi söyledikten hemen sonra alt dudağını üst dudağının üstüne koyup yalnızca sol yanağıyla gülümsedi. Bu gülümseme, bu adamın suratında acının ortaya çıkış biçimlerinden en naifiydi. Biberin acısı yemeğin suyuna karışır gibi, bu cümleyi kurmanın verdiği acı da dudaklarından koca adamın yüzüne doğru yayıldı. “Çay söyleyelim, yumuşatır biraz, ne varsa.” dedi bu sefer de koca adam. Acısı her ne ise, onun üzerine çay dökerek hafifletmeye çalışacaktı belki de. Cemil’in başını sallamasıyla birlikte ayağa kalktı ve kafasını kapıdan uzatıp Hasan’a seslendi. Hasan, genç daha üniversite öğrencisi, akşamcıdır okulda. Biraz gitar çalar, bolca çay getirir.

“Hasan’a da bir hediye ayarlamak gerek, geçen hafta iki rakam bildi çocuk.” Bu cümle bir süstü, asıl başka bir konu vardı, yüzünden anlaşılıyordu ki Arif Ağbi, aklının içinde o konunun sınırlarında dolanıp durup bir türlü içine giremiyordu. Bir şeyi düşürüp kıracak ve ortalık uyanan bebek sesleriyle dolacakmış gibi hissediyordu. Temkinliydi, sakin seçmeye çalışıyordu sözcüklerini ki bir anda uzun zamandır sanki susar gibi, sanki biraz utanmış gibi, biraz da bir şeye umutlanır gibi konuştu. “Sevgi dönmüş, yani döndü, iki hafta önce döndü.”

          Cemil için, tarifsiz bir cümleydi bu, bir gün duyacağını hep bildiği, bu bilmeden dolayı devamlı bir korkma içinde olduğu ve daha önce kurduğu tüm senaryoların o anda karşısında silinmek zorunda olduğu bir cümle. Düşünme yetisini o an kaybetti, beyninin içindeki her şey büyük sulara karıştı. Sanki o anda bir atom bombası daha atıldı, bir madende göçük oldu ya da sadece elindeki çay bardağı fayansa düşüp parçalara ayrıldı ve o eğildi.
memet meşe

yasak sevişmek


öteki kapımdan gel bunu açamazsın
eski gözlerinle gel öldürmek vakti gel
hem tetik bulun ardında biri olmasın
hanidir ben bu evde saklanıyorum
adımı değiştirdim başka bir adla yaşıyorum
gece gündüz siyah gözlük kullanıyorum
öteki kapımdan gel bunu açamazsın
sabaha karşı gel bütün gözlerinle gel

pancurların gerisinde kararıyorum
içime belalar doğuyor sonbahar doğuyor
telefonda sesini tanıyamıyorum
yüzün parmaklarımdan akıp kayboluyor
böyle hep bir şey kopuyor bir şey kırılıyor
sabaha karşı gel eski gözlerinle gel
öteki kapımdan gel bunu açamazsın
hem tetik bulun ardında biri olmasın

artık hiç kimse beni yaşamıyor
aşklarımı büyük kemanlarla çizdiler
korkularım oldum bittim kimsesizdiler
yalnız bir mısra mıyım ıslanıyorum
bir revolver romanımı tamamlıyor
oyun bitti ışıklarımı söndürdüler
yokmuşsun gibi gel öldürmek vakti gel
öteki kapımdan gel bunu açamazsın
üzerime kilitleyip mühürlediler
hem tetik bulun ardında biri olmasın

attila ilhan

suç duyurusu


içindekilere
selam et…
yakında
geleceğimi
söyle…
izninle
sert yerde
yatamam
ben…

^^^^^^^^^^

uzat her yerini, soğuk yorganlarda öksüzüm… öperim, kuş gözlerinden…

^^^^^^^^^^^^^

Sıyrılarak gelen kuşağın
tam ortası… gürültü dolu
kapanların
çarpmasıyla
aydınlanıyor
göz kapaklarımız,
yanık tenimiz…
bulmaya geldiğimiz
törenlerin
direklerinden inleyen
siren sesleriyle
çınladı
küçücük kulaklarımız…
Sıyrılarak gelen kuşağın
tam ortası…
karların eridiği
bozkırlardan,
yeşili sürerek
ağızlarımıza
vardık;
yaşlarınızdan tadarak
doymaya…

^^^^^^^^^^^^

kentlerin çağrısına aldanarak kapıldık, başladığımız yerden. içimizi dolduracak topraklar yarıldı, sıyrılarak battı göğsümüze. bulamamış gibiyiz izleri, kapanarak azalıyoruz; gövdemizde, dimdik.

^^^^^^^^^^^^

Kuşun gölgeye yaslandığı açlığa, cesaretle yalvardık. taş bağlayan zarif bedenden gelenlerle.
jean pierre fabien

Yeşil Karyola


Saatler var dönümlerimiz olan. Yıllar yılı ne zaman karşılaşsam üzerindeki sayılarla, "Belki de yaşamımın sona ereceği saattir bu," der dalarım düşüncelere. Ölümle bağı direk kurabilecek kadar histerik ve korkağım. Doğrusu, oralarda bir yerlerde her zaman varolan 'ölüm' fikri beni hep rahatlatmıştır ne de olsa acı çekmek karşısında kolay bir tercih. Ama acı görecesi? İşte orası kıldan ince bir çizgi.
***
Su yeşiliydi karyolası, o dönemin mobilyalarına uygun olarak; yer yer boyası dökülmüş huzur yeşili. Yerden yüksek, iki kişilik deryaydı. Büyük başlıkları vardı dört bir köşesinde ince parmaklıklar üzerine kondurulmuş. Heybetliydi, prenses hükmü sürüyordu karyolasında ak ve kabarık saçlı, ak entarili, teni ak nine. Başka kimseyi de yatırmazdı yanında. İki kişilikti ama, ona aitti. O da karyolaya tabi, kimseye ait olamadığı kadar.
Gecelerden bir gece vardı, hâlâ kokusunu hatırlarım. Ulu bir dağın ormanlarından gelen çamların ılık kokusuyla birleşmiş hacı misiydi. Gecelerden eylül gecesi.
Ev küçük, iki katlı eski mi eski bir köy eviydi meydanda. Önünde iki koca çınar, dedemin dedesinin dedesi dikmiş güya. Gölgesi vuruyordu yola. Çınarın kalın, belirgin, kudretli dalları arkasında görünen dolunaydı. Hafif esen eylül meltemi... Ardından sonbahar gelecek, kış hatta. Aldırmıyordu eylül, esiyordu ılık ılık. Evin önünde belki bir metrelik bir bahçe. Öyle küçük ki işlevsiz. Ama demirle çevriliydi etrafı, malum evin erkeği demirciydi. Bütün işler onun elinden çıkmaydı. Kapısı bile vardı bu harikalar diyarı bahçesinin. İçinde boyum kadar da bir kiraz ağacı. Mutluluktan ve huzurdan içimin ürperdiğini hatırlıyorum o gece. Mutlulukların ağır geldiği oluyor bazen kaybetme korkusuyla. O gün de öyleydi. Yanılmamıştım.
Bir metrelik bahçenin önünde kapı önü sohbetleri yapmıştık gecesinde. Topluca gittiğimiz bir aile oturmasından dönüyorduk belki de. Hatırladığım sadece çınar dalları ardı sıra görünen aydı. Ne yüzleri hatırlıyorum, ne konuşulanları. Çocuk aklımla mutluluğun özünü çıkarıyordum kendime; tek başıma dolanıyordum etrafında grubun seke seke. Belki beş belki on kişi. ama gülüşler, belki dedikodular. Ne dedikleri beni ilgilendirmiyordu. Ben onların bu halinden oldukça hoşnuttum ve aya bakıyordum. Aya baktıkça uçuyordum. Aya baktıkça mutluluğum bir kez daha ürpertiyordu içimi.
Yıllar geçse de hayatımın en sıcak anıdır o. Son nefesime dek hissini unutamayacağım tek gecedir belki de.
***
Eski evlerin tavanlarında, çocuklara yapılan salıncakları asabilmek için büyük kancalar olurdu. Bu kancalardan sallandırılan iplere hamak edasında bohça haline getirilmiş çarşaflar gerilirdi. İnce yastıklar yerleştirilirdi çarşafların içine. Evin en büyük torunuydum. Her odada bir kancam vardı.
Şimdi diyorum,
ta dördümdeyken, o gün, o bela gün evin arka bahçesinde oynarken çatıdan, gram akılsız işçiler yüzünden düşen demirler elimden fırlayan topumu almak için ilerlediğimde bıraktığım yere düşmeseymiş.
O gün annem beni pencereden görüp de feryad ederek ağlamasaymış.
Ben bacaklarıma düşen demirleri kabul eyleyeymişim de bıraksalarmış beni kötürüm.
O zaman da salıncak kurulur muydu bana?
O zaman takılmazdı, hanımımın yatağı üzerine kanca.
Annemin rahmi benden sonra kurudu. Benden sonra aldılar kadınlığını. Tek torun olarak kaldım yıllar yılı. Bendim kancaların sorumlusu. Bendim salıncakların hükümdarı.
Kendimi suçlu saydım. Ölümün binbir türlü hali vardı. Ben kancalara takılı kaldım.
***
Huzuru olmadığı için dört dönse de bazı geceler dört köşe deryasında, o gecenin gıcırtıları farklı olarak iliğe işliyordu. Evvelden de yanına yatırmadığı beyi öleli yirmi küsur yıl olmuştu, yalnızdı. İşte ben hiç öğrenemedim bu takıntılarını. O böyle şeyler hakkında konuşmazdı. Ona aklım erdikten sonra konuşmadığı zamanlarıydı. Hatrı da kendi gibi aktı, pamuk mizaclı. Anımsasaydı konuşur muydu hatıralarını? Karşısına alıp beni on sekizindeki taze gibi anlatır mıydı gençlik yıllarını, şehvetini ve gamlarını?  Bana kendi bahşettiği ismi unutur, sulamaktan çürüttüğü pencere önü hanımellerini tekrar tekrar sulardı ak ninem. Ama sihirli bir şey vardı onda; şarkı söylerdi bana; kadife sesiyle ellerini sallaya sallaya şarkı söylerdi. Onun hakkında bildiklerim hep kopuk anılardan ibaret kaldı. O günden sonra sessizlik daha da keskinleşti, daha da yaktı canımı.
Anlamsız ve karmaşık hayatlarımızın en mahrem sırlarının gömülü kaldığı o geceden sonra ak ninenin adı anılmadı. Bembeyaz saçlarına gölge düşürdü ninem, beni korkuttu, beni titretti, beni hala anlayamadığım şeyler silsilesine itledi de gitti. Titrek olmasına rağmen geçirebilmiş ipi kancaya. O uzun, o ince, o buruşmuş ayak parmaklarının üzerinde bile durmuş gıcırdayan heybetli karyolasında. Huzur yeşili karyolası bile bağırmış ona o gece, zaten o gece öyle bağırmış ki sesi kısılmış senelerce, sonra da kedilere ev sahibi olmuş bir çöplükte. Onu bile dinlememiş ak nine, inat nine.
Çok çığlıklar atıldı o gece. Zifir içinde ışıkları sıra sıra açılan çok ev oldu, sıra sıra bayılan çok kadın, evin önünde hiç konuşmadan sıra sıra sigara içen çok adam.
Keşke kapı önünün o sıcak anı kalsaydı aklımda ve sadece dolunay. Oysa ben yıllar boyu sallandığım salıncağımın ipi ucunda gördüm onu. Benim kancamdı. Konuşamadım. Ağlayamadım. Anlayamadım.
Üst katta sedirin üstüne çıkıp çınarın ardından görünen dolunayı izedikten sonra, huzurundan ürperdiğim o eylül gecesinden sonra bir daha ağlayamadım.
irem kulaber

çıkmaz sokak


toplanın. hüzün bulmaya gidiyoruz
bulduğumuz mektupları ayakaltlarımıza kilim belleyerek

üzülmeyin. bakışlarım annemi geri ister gibidir
unutun. ama mezarlıklar hala ağaç dolu

sevinin. en azından kar hala beyazdır
ama o yalanları ben söylemedim

inanın. sarhoşluk etmek ciddi bir iştir
yoksa tren raylarından boşanmak ne mümkün

öpüşün. bir iç savaştır bu lorca’yla benim aramda
unutmayın. bazı kelimeler yaşatır bazı kadınlar öldürür

ateş etmeyin. çünkü kaybolduğunuz yerden başlıyorum
dedem bile böyle öldüyse kim bilir padişahlar nasıl ölmüştür

eskimeyin. yine mi sinemadayız yine mi film aventür
erksan da yok ki şimdi elimizden tutsa

durun. hep babalar vurduğundan mı analara
devlete baba diyor bu kitap tabiata ana

toplanın. hüzün bulmaya gidiyoruz
dağılın. ben evinin yabancısıyım

memet meşe

Çınar


Krem rengi duvarlarda aile fotoğrafları asılıydı. Krem rengi olduğunu biliyordu duvarların çünkü kendisi boyamıştı 20 yıl önce. Fehime Hanım’ın hala o krem rengi duvarlarda asılı resimlerdeki gibi gülümsediği günlerde. Ailesi İstanbullu, seçkin bir aileydi. Babası eski subay, yakışıklı, boylu poslu bir adam. Şu gri, gür bıyıklarını hatırlıyordu hala. Annesi Selanik göçmeni bir ailenin kızı. Saçlarını hep sımsıkı topuz yapardı. Hatırlıyordu Fehime Hanım’ın ailesini. Fehime Hanım 30’unda bu eve taşındığında o daha 10 yaşında ya var ya yoktu. Ne alımlı kadındı gençken Fehime Hanım. Simsiyah saçlar, simsiyah gözler. Kim derdi o kadın 75 yaşında akciğer kanserinden ölecekti… 20 yıl önce dimdik ayakta, o duvarları boyarken, elinde demlenmiş çayla gelip “Yavrum gel de bir çay iç. Sonra devam edersin. Duvarlar kaçmaz ya bir yere.” demişti. Annesi zorlamıştı duvarları boyamaya. “Kadıncağız kendi mi yapsın o yaşında, git de yardım et kızım.” demişti. Fehime Hanım severdi onu. Her gelişinde hafif bir merakla, belki de tanıdığı bir şeylerden hala iz kaldığını umarak, “Yavrum baban nasıl? Döndü mü seferden?” derdi. Babasını merak ettiği yoktu aslında. Tek istediği aynı kalan, değişmeyen bir şeye tutunmaktı. Biliyordu ki; babası Mayıstan önce dönmezdi seferden. Duymak istediği cevap zaten duymaya alışık olduğu bir cevabın hala aynı olduğunu bilmekti. İnsan yaşlanınca böyle oluyordu demek ki; bir şeylerin aynı kalmasını istiyordu. Aynı kalanlara tutunuyor, eski püskü dünyasına yeni bir şeyi kabul etmiyordu. Fehime Hanım’ı bir kere, onu ziyarete gelen kızına “Size yük olmaktansa öleyim kızım. Bir de yaşlı kadın mı kalsın başınıza?” derken duymuştu. O zamanlar hayran kalmıştı ona. “Yaşlılığa, ölüme nasıl da kafa tutuyor.” diye düşünmüştü. Ancak zamanla fark etmişti söylenen sözün aslında kastedilmediğini. Şimdi anlıyordu Fehime Hanım’ın ölmektense kızına, damadına, torununa, komşusuna yük olmayı tercih edeceğini. Ölmektense her seçeneği seçebileceğini… 55 yaşına gelince anlamıştı yaşlılığı. Bazı şeyler böyleydi işte; başa gelmeden anlaşılmıyordu. Daha Fehime Hanım gibi olmamıştı ama çok da uzak değildi. Bacağındaki varisler, yüzündeki kırışıklıklar, romatizması ve yavaş yavaş kaybolan hatıralar haber veriyordu olacakları. Değişmeyen bir Fehime Hanım’ın duvarları kalmıştı, bir de bahçedeki çınar ağacı. 2. kattaki evlerinden ilk merdiveni inince krem rengi duvarlara, 2. merdiveni inince çınar ağacına ulaşılıyordu. Daha 7 yaşındayken o çınar ağacının dalından düşüp kolunu kırmıştı. 12 yaşındayken o ağacın kara gövdesine kazımıştı ilk aşkının ismini. 13 yaşındayken o kazınmış ismi görüp de dalga geçmişti çocuk onunla. O da kazınmış ismi söküp atmıştı çınarın sert gövdesinden. 16 yaşında o çınarın dalına çıkıp yıldızları seyretmişti kaç gece. 22 yaşında evin anahtarını kaybettiğinde, o çınarın dallarına tırmanıp eve atmıştı kendini. Hala da oradaydı çınar. 150 yıldır oradaydı. Kendisinden yaşlı bir o kalmıştı artık tanıdığı. Şimdilerde alt kat komşuları Esma Hanımların oğlu arkadaşlık ediyordu koca çınara. Geçen gün dalında uyuyakaldı da akşama kadar kayboldu sanmışlardı. O oğlan da, tıpkı zamanında kendisinin Fehime Hanım’a ettiği gibi yardım ediyordu ona. Fehime Hanım’ın krem rengi duvarlarındaki gibi aile fotoğrafları asılıydı kendi duvarlarında da. Siyah beyaz, eski, solmuş fotoğraflara baktıkça, nedense annesi babası değil, Fehime Hanım geliyordu aklına. Yaşlılığı ilk onunla tanımıştı. İlk onunla görmüştü serumu, iğneyi, siyah beyaz akciğer filmlerini. En korktuğu şey yaşlanmak olduysa, Fehime Hanım sayesindeydi. Şimdi kendisinden 150 yaş büyük çınar bahçede dimdik dururken, kendisinden 20 yaş büyük Fehime Hanım memleketinin toprağında yatıyordu.

su

tozlu raflardan çekinmeyin


yıkalım mı bu evleri bak yenileri de elimde
avuçların da yok burada bak yine kötü olan benim
ben üzgün bir adamım senden de öte
bak bu papatyalar benden de üzgün
bu papatyalar benden de üzgünse eğer
en üzgünü doğum günü mumlarıdır bu dünyanın
hem bak bu sokağın sonunda ışık da görünmüyor
gel sen beni dinle yıkalım biz bu evleri
yenileri de elimde bak fena mı olur

martılara da mı dadandın bak şurada deniz feneri var
ben ilk orada bulmuştum zaten senin bileklerini
bir martının kanadını düz tutuşunda bulmuştum
sahi ben pek anlamam sen ne dersin
nehirlerin denize vardığındaki heyecanını
sokaklar caddelere vardığında bulur mu dersin
bu evleri yıkıp nehirlere varalım derim ben
hem bak bu sokağın sonunda ışık da görünmüyor
hem martılar da toplanmış şurada deniz feneri var

arnavut kaldırımlar döktürdüm bak saat daha erken
eşkıyaları temizledim mevsimleri üçe indirdim
en sert siyahları madenlerden çıkardım attım
sen de durma kitapların tozunu al hadi durma
tut çıkar ayla kıyamettir bu engebeli coğrafya
senin de kulaklarında kiraz vardı çocukken

memet meşe