12 Mart 2013 Salı
taştan önce vardı heykeller
bir gün hep birden bilmek kaygısını taşıyacağız
göklerimiz vurulup kuşlar yaya kalınca
biri çıkıp çok eski bir söylenceyi anacak
- şiir bu söylenceye özlemdir
gönlüm yetmeyecek hatırlamaya
yaralarımıza iyi gelen otların adlarını
ve sevgilim sen her güldüğünde
sudan ormanlar çizerken
hiç deniz görmemiş çocuklara
senin hatrın için bile olsa ben
o günü görmeyeceğim
ben zaman diyeceğim
aklımın bir köşesinde duran çağrıya
sonra kan akacak incirden
saplanırken ıhlamur ağaçlarının böğrüne kanser
sesimin oluğuna bir taş gelip oturacak
kaygım yazgımıza merhemdir
sen yine kal güldüğünle ey
elbet bulur bir yolunu
yüzdürürüm bu günü
vardırırım kıyısına
senin akordeon sesli çocukluğunun
ama bağışla
gönlüm yetmeyecek bilirim dilim dönmeyecek:
yunus'u elimin kirinde gördüm demeye
yunus'u elimin kirinde gördüm demeye
yunus'u elimin kirinde gördüm demeye
göklerimiz vurulup kuşlar yaya kalınca
biri çıkıp çok eski bir söylenceyi anacak
- şiir bu söylenceye özlemdir
gönlüm yetmeyecek hatırlamaya
yaralarımıza iyi gelen otların adlarını
ve sevgilim sen her güldüğünde
sudan ormanlar çizerken
hiç deniz görmemiş çocuklara
senin hatrın için bile olsa ben
o günü görmeyeceğim
ben zaman diyeceğim
aklımın bir köşesinde duran çağrıya
sonra kan akacak incirden
saplanırken ıhlamur ağaçlarının böğrüne kanser
sesimin oluğuna bir taş gelip oturacak
kaygım yazgımıza merhemdir
sen yine kal güldüğünle ey
elbet bulur bir yolunu
yüzdürürüm bu günü
vardırırım kıyısına
senin akordeon sesli çocukluğunun
ama bağışla
gönlüm yetmeyecek bilirim dilim dönmeyecek:
yunus'u elimin kirinde gördüm demeye
yunus'u elimin kirinde gördüm demeye
yunus'u elimin kirinde gördüm demeye
mehmet nejat
Bir Başka Roman Tefrikası
2.
Turistler
için hazırlanmış çinili tabaklar, galata kulesi bibloları ve rengarenk şallar
içerisi ile karşılaştırıldığında insanları fazlasıyla şaşırtır. Çünkü içerisi
kitapları kokularıyla seçen insanlar için hazırlanmış çevresinden izole bir
yaşama alanıdır. Girer girmez alnındaki kırışıklıkları uzun zaman önce edinmiş
bir adamla karşılaşmış gibi hissedersiniz kendinizi, size yıllarca biriktirdiği
anılarını bir yudum çay içer gibi anlatacak bir adamla. Sağlı sollu bütün
kitapçılarda aklınıza gelmeyecek o kadar çok şeyle karşılaşabilirsiniz ki,
bunların hepsi bu adamın anılarıdır ve her deştiğinizde hayatınızın gidiş yönü
biraz daha kayar. Belki Baba Evi’nin ilk baskısına Orhan Kemal’in el yazısıyla
attığı bir notla, belki tam olarak 18.11.1976’da sevgilisini özleyen bir
kadının kitap kenarlarına karaladıklarıyla, belki de Cem Karaca’nın Moğollar’la
çıkardığı El Çek Tabip 45’liğiyle karşılaşabilirsiniz. Tanımadığınız insanlarla
aranızda paranın sorun olmayacağı belki tek yerdir burası. Balık ve kokoreç
kokusuyla bezenmiş kalabalık bir sokağın, girişi neredeyse her seferinde
karıştırılan yeridir Aslıhan Pasajı.
Güneş bir Eylül ayında ne kadar olması gerekiyorsa o
kadardı. Cemil de bir Eylül ayında bir insan ne giyinmesi gerekiyorsa onları
giymişti. İnce bir hırka, on beş yıldır bir türlü vazgeçemediği desenlere sahip
bir gömlek ve kahverengi bir pantolon. Ama bu ayın yalnızca bir-iki gününde
kendini gösteren yağmur belli ki bugünü seçmişti. İlk birkaç damla yere
düştüğünde Cemil henüz İstiklal’in girişindeydi. Ve iyi biliyordu ki bir yağmur
eğer Eylül’de yağıyorsa, hemen hızlanır, hepi topu on dakika sürer, ve sonra
sakince yerini önceki havaya bırakırdı. Bu yağmurlarla insanların
karakterlerinden ince ayrıntılar çıkarılabilirdi. İstiklal ikiye ayrılırdı:
Kenarda bekleyenler ve yoluna devam edenler. Binaların çatılarındaki ufak
çıkıntılar, kenarda bekleyenler için on dakikalık bir sığınak oluştururken,
Cemil ve Cemil gibiler caddenin ortasından hedeflerine akmaya devam ederlerdi.
Bir filmin en imrenilen sahnesindeki esas karakterler gibi.
Yağmur damlaları hafif hafif azaldığında Cemil sağa
saptı. Kafası hep soluna çevrilmiş şekilde, şaşırılan girişi arıyordu. Kısa
saçlarında tutunmaya çalışan damlaları eliyle sıyırıp içeri ilk adımını attı.
Hemen Selma Abla’yı gördü. Yeni gelen film afişlerini düzenlemekteydi. Cemil
sessizce Selma Abla’nın arkasına geçti. Afişleri okşaya okşaya yerleştiren bu
kadının pasajda olan bitenle alakası bir zamandır kesilmiş gibi görünüyordu.
Cemil sesini boğuklaştırıp “Pardon, orijinal mi bunlar?” dedi. Selma Abla müşterisine
kafasını çevirmeden, biraz da suratını ekşiterek “Olanı da var olmayanı da.”
diye cevap verdi. Kendi deyimiyle “çok uzun zamandır” burada olan bu kadın,
Cemil kendini bildi bileli bu soruya bu cevabı veriyordu. Cemil, Selma Abla’yı dürttü, gülüşüp tokalaştılar.
Bu sefer bu iki insan birlikte pasajda olan bitenden kendilerini soyutlayıp
afişleri okşamaya başladı. Taxi Driver, La Haine, Carlito’s Way, Sevmek Zamanı,
Ah Güzel İstanbul… Çokça hayatın rayı olmuş filmlerin afişleri. Bazen bir katil
olmaya, bazen bir bebek doğurmaya, bazen bilmediğin bir kente giderken seni
taşıyan raylar bunlar. Cemil dayanamadı, sordu:
“Abla bunları satarken hiç mi için acımıyor?”
“Oğlum bilmiyor musun, kendime almadan hiçbir şey satmam ben.”
“Ya elindekilere bir şey olursa?”
“Ben elimdekilere bir şey olur diye hepsinden iki tane alıyorum.”
“Oğlum bilmiyor musun, kendime almadan hiçbir şey satmam ben.”
“Ya elindekilere bir şey olursa?”
“Ben elimdekilere bir şey olur diye hepsinden iki tane alıyorum.”
Bu kadın “çok uzun zamandır” buradaydı ama her
konuştuğunda hakkında yeni bir şey sunuyordu. Cemil bu cevaba sebepsiz mutlu
oldu, konuşmadan vedalaştılar, ilerledi. Düzlüğün sonunda sağdaki dükkana
gidiyordu. Arif Ağbi’nin dükkanına. Arif Ağbi de bu pasajın en eski
sahaflarından biri. Onu bu pasajdaki diğer herkesten ayıran en önemli özellik
sadece ikinci el kitaplar bulundurması. Ne plak, ne afiş, ne dergi ne de bir
sahafta bulunabileceğini düşündüğünüz diğer her şey. Yalnız ve yalnız o suntaya
çalan kokulara sahip eski kitaplar.
Arif Ağbi, Cemil’in üniversite zamanlarından üst
komşusu. Aradan neredeyse 13 yıl geçti ama Cemil hala haftada en az bir kere bu
yürüyen kütüphanenin sayfalarını karıştırmadan edemez. Her sahafta olduğu gibi
dışardan hiç tahmin edilemez alışkanlıklara ve takıntılara sahip bir adam Arif
Ağbi. Sadece ikinci el kitaplar bulunduruyor olmasından başka, başkasında
bulunmayan loto teknikleri var mesela. Her zaman bir kolon kendisi oynar. Bir
kolon pasajdakilerin söylediği rakamları yazar. Geri kalan kolonları da kitap
verdiği misafirlerine doldurtur. Evet, kitap verdiği insanlara asla müşteri
demez, onlar onun misafirleridir ve eğer acil gitmeniz gerektiğine onu
inandıramazsanız bir çayını içmek ve kısaca geçmişinizden, ne iş yaptığınızdan,
kimleri okuduğunuzdan ona bahsetmek zorundasınızdır. Son olarak da Arif Ağbi
her loto çekilişinden sonra rakam tutturanlara bir uygun bir hediye bulur ve
öğrencilere hep bol para üstü verir.
Cemil, Arif Ağbi’ye konuşmaktan zevk aldığı bir
insana verilen o hızlı ve sıcak selamı verip halini hatırını sordu. Bir yandan
da on altı kareden oluşan fileli iskemleye yavaşça yayıldı. Arif Ağbi için
Eylül aylarının güzelliği hep diğer aylara göre daha yukarıdadır. Çünkü
İstanbul’daki öğrenci nüfusu olması gereken yere ulaşır. Ve şüphesiz Arif
Ağbi’nin kitap vermeyi ve sohbet etmeyi en çok sevdiği misafirler üniversite
öğrencileridir. Raflar sırf bu yüzden son birkaç aydan daha dolu, hatta daha
gelecekler var. Bu sıralar en büyük mutluluğuysa “Üvercinka”nın ilk basımından
üç tane bulmuş olması. Arif Ağbi’yi tanıyorsanız, bu özel kitapları ondan almak
için yalnızca alıcı olmanızın yetmeyeceğini de bilmeniz gerekir. Onları size
vermesi için onu ikna edebilecek bir şeyleriniz olmalıdır. En son Onat
Kutlar’ın İshak’ı için kadının birine kemanıyla sahafta ufak bir konser
verdirmişti mesela.
Tam giriş muhabbeti yapılmaktaydı ki bu iki adam
arasında bir anda renkler anlamını yitirdi, baskın ve pasif olarak siyah ve
beyaz kaldı yalnızca ortada. Sanki o anda bir atom bombası daha atıldı, bir
madende göçük oldu ya da sadece elinizdeki çay bardağı fayansa düşüp parçalara
ayrıldı ve siz eğildiniz. Çünkü tam o anda Sıtkı Ağbi’nin Narteks’inden sık sık
gelen o ses geldi. Sıtkı Ağbi bunu farkında olarak yapmıyordu muhtemelen ama
hep, seslerin özellikle iyi seslerin en
uzağındayken, en sıradan tonlarda konuşurken, bir kulağın alabileceği en temiz
seslerden biri pasajda yankılanmaya başlıyordu. 36 yıldır Callas dinleyen bu
adam ne zaman etkilendiği bir kitap bitirse, “La Mamma Morta”yı çalar ve ses
düğmesini biraz daha kaydırır. Siz de işi gücü bırakır, olmayı isteyip de
olamadığınız her şey için bir sigara daha yakarsınız.
“Sıtkı
da ben de kitapları insanlardan daha çok severiz, insanlardan daha çok
çektiğimizden olsa.” dedi Arif Ağbi ve bu cümleyi söyledikten hemen sonra alt
dudağını üst dudağının üstüne koyup yalnızca sol yanağıyla gülümsedi. Bu
gülümseme, bu adamın suratında acının ortaya çıkış biçimlerinden en naifiydi.
Biberin acısı yemeğin suyuna karışır gibi, bu cümleyi kurmanın verdiği acı da
dudaklarından koca adamın yüzüne doğru yayıldı. “Çay söyleyelim, yumuşatır
biraz, ne varsa.” dedi bu sefer de koca adam. Acısı her ne ise, onun üzerine
çay dökerek hafifletmeye çalışacaktı belki de. Cemil’in başını sallamasıyla
birlikte ayağa kalktı ve kafasını kapıdan uzatıp Hasan’a seslendi. Hasan, genç
daha üniversite öğrencisi, akşamcıdır okulda. Biraz gitar çalar, bolca çay
getirir.
“Hasan’a
da bir hediye ayarlamak gerek, geçen hafta iki rakam bildi çocuk.” Bu cümle bir
süstü, asıl başka bir konu vardı, yüzünden anlaşılıyordu ki Arif Ağbi, aklının
içinde o konunun sınırlarında dolanıp durup bir türlü içine giremiyordu. Bir
şeyi düşürüp kıracak ve ortalık uyanan bebek sesleriyle dolacakmış gibi
hissediyordu. Temkinliydi, sakin seçmeye çalışıyordu sözcüklerini ki bir anda
uzun zamandır sanki susar gibi, sanki biraz utanmış gibi, biraz da bir şeye
umutlanır gibi konuştu. “Sevgi dönmüş, yani döndü, iki hafta önce döndü.”
Cemil için, tarifsiz bir cümleydi bu, bir gün
duyacağını hep bildiği, bu bilmeden dolayı devamlı bir korkma içinde olduğu ve
daha önce kurduğu tüm senaryoların o anda karşısında silinmek zorunda olduğu
bir cümle. Düşünme yetisini o an kaybetti, beyninin içindeki her şey büyük
sulara karıştı. Sanki o anda bir atom bombası daha atıldı, bir madende göçük
oldu ya da sadece elindeki çay bardağı fayansa düşüp parçalara ayrıldı ve o
eğildi.
memet meşe
yasak sevişmek
öteki kapımdan gel bunu
açamazsın
eski gözlerinle gel öldürmek vakti gel
hem tetik bulun ardında biri olmasın
hanidir ben bu evde saklanıyorum
adımı değiştirdim başka bir adla yaşıyorum
gece gündüz siyah gözlük kullanıyorum
öteki kapımdan gel bunu açamazsın
sabaha karşı gel bütün gözlerinle gel
pancurların gerisinde kararıyorum
içime belalar doğuyor sonbahar doğuyor
telefonda sesini tanıyamıyorum
yüzün parmaklarımdan akıp kayboluyor
böyle hep bir şey kopuyor bir şey kırılıyor
sabaha karşı gel eski gözlerinle gel
öteki kapımdan gel bunu açamazsın
hem tetik bulun ardında biri olmasın
artık hiç kimse beni yaşamıyor
aşklarımı büyük kemanlarla çizdiler
korkularım oldum bittim kimsesizdiler
yalnız bir mısra mıyım ıslanıyorum
bir revolver romanımı tamamlıyor
oyun bitti ışıklarımı söndürdüler
yokmuşsun gibi gel öldürmek vakti gel
öteki kapımdan gel bunu açamazsın
üzerime kilitleyip mühürlediler
hem tetik bulun ardında biri olmasın
eski gözlerinle gel öldürmek vakti gel
hem tetik bulun ardında biri olmasın
hanidir ben bu evde saklanıyorum
adımı değiştirdim başka bir adla yaşıyorum
gece gündüz siyah gözlük kullanıyorum
öteki kapımdan gel bunu açamazsın
sabaha karşı gel bütün gözlerinle gel
pancurların gerisinde kararıyorum
içime belalar doğuyor sonbahar doğuyor
telefonda sesini tanıyamıyorum
yüzün parmaklarımdan akıp kayboluyor
böyle hep bir şey kopuyor bir şey kırılıyor
sabaha karşı gel eski gözlerinle gel
öteki kapımdan gel bunu açamazsın
hem tetik bulun ardında biri olmasın
artık hiç kimse beni yaşamıyor
aşklarımı büyük kemanlarla çizdiler
korkularım oldum bittim kimsesizdiler
yalnız bir mısra mıyım ıslanıyorum
bir revolver romanımı tamamlıyor
oyun bitti ışıklarımı söndürdüler
yokmuşsun gibi gel öldürmek vakti gel
öteki kapımdan gel bunu açamazsın
üzerime kilitleyip mühürlediler
hem tetik bulun ardında biri olmasın
attila ilhan
suç duyurusu
içindekilere
selam et…
yakında
geleceğimi
söyle…
izninle
sert yerde
yatamam
ben…
selam et…
yakında
geleceğimi
söyle…
izninle
sert yerde
yatamam
ben…
^^^^^^^^^^
uzat her yerini, soğuk yorganlarda öksüzüm… öperim, kuş
gözlerinden…
^^^^^^^^^^^^^
Sıyrılarak gelen kuşağın
tam ortası… gürültü dolu
kapanların
çarpmasıyla
aydınlanıyor
göz kapaklarımız,
yanık tenimiz…
bulmaya geldiğimiz
törenlerin
direklerinden inleyen
siren sesleriyle
çınladı
küçücük kulaklarımız…
tam ortası… gürültü dolu
kapanların
çarpmasıyla
aydınlanıyor
göz kapaklarımız,
yanık tenimiz…
bulmaya geldiğimiz
törenlerin
direklerinden inleyen
siren sesleriyle
çınladı
küçücük kulaklarımız…
Sıyrılarak gelen kuşağın
tam ortası…
karların eridiği
bozkırlardan,
yeşili sürerek
ağızlarımıza
vardık;
yaşlarınızdan tadarak
doymaya…
tam ortası…
karların eridiği
bozkırlardan,
yeşili sürerek
ağızlarımıza
vardık;
yaşlarınızdan tadarak
doymaya…
^^^^^^^^^^^^
kentlerin çağrısına aldanarak kapıldık, başladığımız
yerden. içimizi dolduracak topraklar yarıldı, sıyrılarak battı göğsümüze.
bulamamış gibiyiz izleri, kapanarak azalıyoruz; gövdemizde, dimdik.
^^^^^^^^^^^^
Kuşun gölgeye yaslandığı açlığa, cesaretle yalvardık.
taş bağlayan zarif bedenden gelenlerle.
jean pierre fabien
Yeşil Karyola
Saatler var dönümlerimiz olan. Yıllar
yılı ne zaman karşılaşsam üzerindeki sayılarla, "Belki de yaşamımın sona
ereceği saattir bu," der dalarım düşüncelere. Ölümle bağı direk
kurabilecek kadar histerik ve korkağım. Doğrusu, oralarda bir yerlerde her
zaman varolan 'ölüm' fikri beni hep rahatlatmıştır ne de olsa acı çekmek
karşısında kolay bir tercih. Ama acı görecesi? İşte orası kıldan ince bir
çizgi.
***
Su yeşiliydi karyolası, o dönemin
mobilyalarına uygun olarak; yer yer boyası dökülmüş huzur yeşili. Yerden
yüksek, iki kişilik deryaydı. Büyük başlıkları vardı dört bir köşesinde ince
parmaklıklar üzerine kondurulmuş. Heybetliydi, prenses hükmü sürüyordu karyolasında
ak ve kabarık saçlı, ak entarili, teni ak nine. Başka kimseyi de yatırmazdı
yanında. İki kişilikti ama, ona aitti. O da karyolaya tabi, kimseye ait
olamadığı kadar.
Gecelerden bir gece vardı, hâlâ kokusunu
hatırlarım. Ulu bir dağın ormanlarından gelen çamların ılık kokusuyla birleşmiş
hacı misiydi. Gecelerden eylül gecesi.
Ev küçük, iki katlı eski mi eski bir köy
eviydi meydanda. Önünde iki koca çınar, dedemin dedesinin dedesi dikmiş güya.
Gölgesi vuruyordu yola. Çınarın kalın, belirgin, kudretli dalları arkasında
görünen dolunaydı. Hafif esen eylül meltemi... Ardından sonbahar gelecek, kış
hatta. Aldırmıyordu eylül, esiyordu ılık ılık. Evin önünde belki bir metrelik
bir bahçe. Öyle küçük ki işlevsiz. Ama demirle çevriliydi etrafı, malum evin erkeği
demirciydi. Bütün işler onun elinden çıkmaydı. Kapısı bile vardı bu harikalar
diyarı bahçesinin. İçinde boyum kadar da bir kiraz ağacı. Mutluluktan ve
huzurdan içimin ürperdiğini hatırlıyorum o gece. Mutlulukların ağır geldiği
oluyor bazen kaybetme korkusuyla. O gün de öyleydi. Yanılmamıştım.
Bir metrelik bahçenin önünde kapı önü
sohbetleri yapmıştık gecesinde. Topluca gittiğimiz bir aile oturmasından
dönüyorduk belki de. Hatırladığım sadece çınar dalları ardı sıra görünen aydı.
Ne yüzleri hatırlıyorum, ne konuşulanları. Çocuk aklımla mutluluğun özünü
çıkarıyordum kendime; tek başıma dolanıyordum etrafında grubun seke seke. Belki
beş belki on kişi. ama gülüşler, belki dedikodular. Ne dedikleri beni
ilgilendirmiyordu. Ben onların bu halinden oldukça hoşnuttum ve aya bakıyordum.
Aya baktıkça uçuyordum. Aya baktıkça mutluluğum bir kez daha ürpertiyordu
içimi.
Yıllar geçse de hayatımın en sıcak
anıdır o. Son nefesime dek hissini unutamayacağım tek gecedir belki de.
***
Eski evlerin tavanlarında, çocuklara yapılan
salıncakları asabilmek için büyük kancalar olurdu. Bu kancalardan sallandırılan
iplere hamak edasında bohça haline getirilmiş çarşaflar gerilirdi. İnce
yastıklar yerleştirilirdi çarşafların içine. Evin en büyük torunuydum. Her
odada bir kancam vardı.
Şimdi diyorum,
ta dördümdeyken, o gün, o bela gün evin
arka bahçesinde oynarken çatıdan, gram akılsız işçiler yüzünden düşen demirler
elimden fırlayan topumu almak için ilerlediğimde bıraktığım yere düşmeseymiş.
O gün annem beni pencereden görüp de feryad
ederek ağlamasaymış.
Ben bacaklarıma düşen demirleri kabul
eyleyeymişim de bıraksalarmış beni kötürüm.
O zaman da salıncak kurulur muydu bana?
O zaman takılmazdı, hanımımın yatağı
üzerine kanca.
Annemin rahmi benden sonra kurudu.
Benden sonra aldılar kadınlığını. Tek torun olarak kaldım yıllar yılı. Bendim
kancaların sorumlusu. Bendim salıncakların hükümdarı.
Kendimi suçlu saydım. Ölümün binbir
türlü hali vardı. Ben kancalara takılı kaldım.
***
Huzuru olmadığı için dört dönse de bazı
geceler dört köşe deryasında, o gecenin gıcırtıları farklı olarak iliğe
işliyordu. Evvelden de yanına yatırmadığı beyi öleli yirmi küsur yıl olmuştu,
yalnızdı. İşte ben hiç öğrenemedim bu takıntılarını. O böyle şeyler hakkında
konuşmazdı. Ona aklım erdikten sonra konuşmadığı zamanlarıydı. Hatrı da kendi
gibi aktı, pamuk mizaclı. Anımsasaydı konuşur muydu hatıralarını? Karşısına
alıp beni on sekizindeki taze gibi anlatır mıydı gençlik yıllarını, şehvetini
ve gamlarını? Bana kendi bahşettiği ismi
unutur, sulamaktan çürüttüğü pencere önü hanımellerini tekrar tekrar sulardı ak
ninem. Ama sihirli bir şey vardı onda; şarkı söylerdi bana; kadife sesiyle
ellerini sallaya sallaya şarkı söylerdi. Onun hakkında bildiklerim hep kopuk
anılardan ibaret kaldı. O günden sonra sessizlik daha da keskinleşti, daha da
yaktı canımı.
Anlamsız ve karmaşık hayatlarımızın en
mahrem sırlarının gömülü kaldığı o geceden sonra ak ninenin adı anılmadı.
Bembeyaz saçlarına gölge düşürdü ninem, beni korkuttu, beni titretti, beni hala
anlayamadığım şeyler silsilesine itledi de gitti. Titrek olmasına rağmen
geçirebilmiş ipi kancaya. O uzun, o ince, o buruşmuş ayak parmaklarının
üzerinde bile durmuş gıcırdayan heybetli karyolasında. Huzur yeşili karyolası
bile bağırmış ona o gece, zaten o gece öyle bağırmış ki sesi kısılmış
senelerce, sonra da kedilere ev sahibi olmuş bir çöplükte. Onu bile dinlememiş
ak nine, inat nine.
Çok çığlıklar atıldı o gece. Zifir
içinde ışıkları sıra sıra açılan çok ev oldu, sıra sıra bayılan çok kadın, evin
önünde hiç konuşmadan sıra sıra sigara içen çok adam.
Keşke kapı önünün o sıcak anı kalsaydı
aklımda ve sadece dolunay. Oysa ben yıllar boyu sallandığım salıncağımın ipi
ucunda gördüm onu. Benim kancamdı. Konuşamadım. Ağlayamadım. Anlayamadım.
Üst katta sedirin üstüne çıkıp çınarın
ardından görünen dolunayı izedikten sonra, huzurundan ürperdiğim o eylül
gecesinden sonra bir daha ağlayamadım.
irem kulaber
çıkmaz sokak
toplanın. hüzün bulmaya gidiyoruz
bulduğumuz mektupları ayakaltlarımıza kilim belleyerek
bulduğumuz mektupları ayakaltlarımıza kilim belleyerek
üzülmeyin. bakışlarım annemi geri ister gibidir
unutun. ama mezarlıklar hala ağaç dolu
unutun. ama mezarlıklar hala ağaç dolu
sevinin. en azından kar hala beyazdır
ama o yalanları ben söylemedim
ama o yalanları ben söylemedim
inanın. sarhoşluk etmek ciddi bir iştir
yoksa tren raylarından boşanmak ne mümkün
yoksa tren raylarından boşanmak ne mümkün
öpüşün. bir iç savaştır bu lorca’yla benim aramda
unutmayın. bazı kelimeler yaşatır bazı kadınlar öldürür
unutmayın. bazı kelimeler yaşatır bazı kadınlar öldürür
ateş etmeyin. çünkü kaybolduğunuz yerden başlıyorum
dedem bile böyle öldüyse kim bilir padişahlar nasıl ölmüştür
dedem bile böyle öldüyse kim bilir padişahlar nasıl ölmüştür
eskimeyin. yine mi sinemadayız yine mi film aventür
erksan da yok ki şimdi elimizden tutsa
erksan da yok ki şimdi elimizden tutsa
durun. hep babalar vurduğundan mı analara
devlete baba diyor bu kitap tabiata ana
devlete baba diyor bu kitap tabiata ana
toplanın. hüzün bulmaya gidiyoruz
dağılın. ben evinin yabancısıyım
dağılın. ben evinin yabancısıyım
memet meşe
Çınar
Krem
rengi duvarlarda aile fotoğrafları asılıydı. Krem rengi olduğunu biliyordu
duvarların çünkü kendisi boyamıştı 20 yıl önce. Fehime Hanım’ın hala o krem
rengi duvarlarda asılı resimlerdeki gibi gülümsediği günlerde. Ailesi
İstanbullu, seçkin bir aileydi. Babası eski subay, yakışıklı, boylu poslu bir
adam. Şu gri, gür bıyıklarını hatırlıyordu hala. Annesi Selanik göçmeni bir
ailenin kızı. Saçlarını hep sımsıkı topuz yapardı. Hatırlıyordu Fehime Hanım’ın
ailesini. Fehime Hanım 30’unda bu eve taşındığında o daha 10 yaşında ya var ya
yoktu. Ne alımlı kadındı gençken Fehime Hanım. Simsiyah saçlar, simsiyah
gözler. Kim derdi o kadın 75 yaşında akciğer kanserinden ölecekti… 20 yıl önce
dimdik ayakta, o duvarları boyarken, elinde demlenmiş çayla gelip “Yavrum gel
de bir çay iç. Sonra devam edersin. Duvarlar kaçmaz ya bir yere.” demişti.
Annesi zorlamıştı duvarları boyamaya. “Kadıncağız kendi mi yapsın o yaşında,
git de yardım et kızım.” demişti. Fehime Hanım severdi onu. Her gelişinde hafif
bir merakla, belki de tanıdığı bir şeylerden hala iz kaldığını umarak, “Yavrum
baban nasıl? Döndü mü seferden?” derdi. Babasını merak ettiği yoktu aslında.
Tek istediği aynı kalan, değişmeyen bir şeye tutunmaktı. Biliyordu ki; babası
Mayıstan önce dönmezdi seferden. Duymak istediği cevap zaten duymaya alışık
olduğu bir cevabın hala aynı olduğunu bilmekti. İnsan yaşlanınca böyle oluyordu
demek ki; bir şeylerin aynı kalmasını istiyordu. Aynı kalanlara tutunuyor, eski
püskü dünyasına yeni bir şeyi kabul etmiyordu. Fehime Hanım’ı bir kere, onu
ziyarete gelen kızına “Size yük olmaktansa öleyim kızım. Bir de yaşlı kadın mı
kalsın başınıza?” derken duymuştu. O zamanlar hayran kalmıştı ona. “Yaşlılığa,
ölüme nasıl da kafa tutuyor.” diye düşünmüştü. Ancak zamanla fark etmişti
söylenen sözün aslında kastedilmediğini. Şimdi anlıyordu Fehime Hanım’ın
ölmektense kızına, damadına, torununa, komşusuna yük olmayı tercih edeceğini.
Ölmektense her seçeneği seçebileceğini… 55 yaşına gelince anlamıştı yaşlılığı.
Bazı şeyler böyleydi işte; başa gelmeden anlaşılmıyordu. Daha Fehime Hanım gibi
olmamıştı ama çok da uzak değildi. Bacağındaki varisler, yüzündeki
kırışıklıklar, romatizması ve yavaş yavaş kaybolan hatıralar haber veriyordu
olacakları. Değişmeyen bir Fehime Hanım’ın duvarları kalmıştı, bir de bahçedeki
çınar ağacı. 2. kattaki evlerinden ilk merdiveni inince krem rengi duvarlara,
2. merdiveni inince çınar ağacına ulaşılıyordu. Daha 7 yaşındayken o çınar
ağacının dalından düşüp kolunu kırmıştı. 12 yaşındayken o ağacın kara gövdesine
kazımıştı ilk aşkının ismini. 13 yaşındayken o kazınmış ismi görüp de dalga
geçmişti çocuk onunla. O da kazınmış ismi söküp atmıştı çınarın sert
gövdesinden. 16 yaşında o çınarın dalına çıkıp yıldızları seyretmişti kaç gece.
22 yaşında evin anahtarını kaybettiğinde, o çınarın dallarına tırmanıp eve
atmıştı kendini. Hala da oradaydı çınar. 150 yıldır oradaydı. Kendisinden yaşlı
bir o kalmıştı artık tanıdığı. Şimdilerde alt kat komşuları Esma Hanımların
oğlu arkadaşlık ediyordu koca çınara. Geçen gün dalında uyuyakaldı da akşama
kadar kayboldu sanmışlardı. O oğlan da, tıpkı zamanında kendisinin Fehime
Hanım’a ettiği gibi yardım ediyordu ona. Fehime Hanım’ın krem rengi
duvarlarındaki gibi aile fotoğrafları asılıydı kendi duvarlarında da. Siyah
beyaz, eski, solmuş fotoğraflara baktıkça, nedense annesi babası değil, Fehime
Hanım geliyordu aklına. Yaşlılığı ilk onunla tanımıştı. İlk onunla görmüştü
serumu, iğneyi, siyah beyaz akciğer filmlerini. En korktuğu şey yaşlanmak
olduysa, Fehime Hanım sayesindeydi. Şimdi kendisinden 150 yaş büyük çınar
bahçede dimdik dururken, kendisinden 20 yaş büyük Fehime Hanım memleketinin
toprağında yatıyordu.
su
tozlu raflardan çekinmeyin
yıkalım mı bu evleri bak yenileri de elimde
avuçların da yok burada bak yine kötü olan benim
ben üzgün bir adamım senden de öte
bak bu papatyalar benden de üzgün
bu papatyalar benden de üzgünse eğer
en üzgünü doğum günü mumlarıdır bu dünyanın
hem bak bu sokağın sonunda ışık da görünmüyor
gel sen beni dinle yıkalım biz bu evleri
yenileri de elimde bak fena mı olur
avuçların da yok burada bak yine kötü olan benim
ben üzgün bir adamım senden de öte
bak bu papatyalar benden de üzgün
bu papatyalar benden de üzgünse eğer
en üzgünü doğum günü mumlarıdır bu dünyanın
hem bak bu sokağın sonunda ışık da görünmüyor
gel sen beni dinle yıkalım biz bu evleri
yenileri de elimde bak fena mı olur
martılara da mı dadandın bak şurada deniz feneri var
ben ilk orada bulmuştum zaten senin bileklerini
bir martının kanadını düz tutuşunda bulmuştum
sahi ben pek anlamam sen ne dersin
nehirlerin denize vardığındaki heyecanını
sokaklar caddelere vardığında bulur mu dersin
bu evleri yıkıp nehirlere varalım derim ben
hem bak bu sokağın sonunda ışık da görünmüyor
hem martılar da toplanmış şurada deniz feneri var
ben ilk orada bulmuştum zaten senin bileklerini
bir martının kanadını düz tutuşunda bulmuştum
sahi ben pek anlamam sen ne dersin
nehirlerin denize vardığındaki heyecanını
sokaklar caddelere vardığında bulur mu dersin
bu evleri yıkıp nehirlere varalım derim ben
hem bak bu sokağın sonunda ışık da görünmüyor
hem martılar da toplanmış şurada deniz feneri var
arnavut kaldırımlar döktürdüm bak saat daha erken
eşkıyaları temizledim mevsimleri üçe indirdim
en sert siyahları madenlerden çıkardım attım
sen de durma kitapların tozunu al hadi durma
tut çıkar ayla kıyamettir bu engebeli coğrafya
senin de kulaklarında kiraz vardı çocukken
eşkıyaları temizledim mevsimleri üçe indirdim
en sert siyahları madenlerden çıkardım attım
sen de durma kitapların tozunu al hadi durma
tut çıkar ayla kıyamettir bu engebeli coğrafya
senin de kulaklarında kiraz vardı çocukken
memet meşe
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)