Krem
rengi duvarlarda aile fotoğrafları asılıydı. Krem rengi olduğunu biliyordu
duvarların çünkü kendisi boyamıştı 20 yıl önce. Fehime Hanım’ın hala o krem
rengi duvarlarda asılı resimlerdeki gibi gülümsediği günlerde. Ailesi
İstanbullu, seçkin bir aileydi. Babası eski subay, yakışıklı, boylu poslu bir
adam. Şu gri, gür bıyıklarını hatırlıyordu hala. Annesi Selanik göçmeni bir
ailenin kızı. Saçlarını hep sımsıkı topuz yapardı. Hatırlıyordu Fehime Hanım’ın
ailesini. Fehime Hanım 30’unda bu eve taşındığında o daha 10 yaşında ya var ya
yoktu. Ne alımlı kadındı gençken Fehime Hanım. Simsiyah saçlar, simsiyah
gözler. Kim derdi o kadın 75 yaşında akciğer kanserinden ölecekti… 20 yıl önce
dimdik ayakta, o duvarları boyarken, elinde demlenmiş çayla gelip “Yavrum gel
de bir çay iç. Sonra devam edersin. Duvarlar kaçmaz ya bir yere.” demişti.
Annesi zorlamıştı duvarları boyamaya. “Kadıncağız kendi mi yapsın o yaşında,
git de yardım et kızım.” demişti. Fehime Hanım severdi onu. Her gelişinde hafif
bir merakla, belki de tanıdığı bir şeylerden hala iz kaldığını umarak, “Yavrum
baban nasıl? Döndü mü seferden?” derdi. Babasını merak ettiği yoktu aslında.
Tek istediği aynı kalan, değişmeyen bir şeye tutunmaktı. Biliyordu ki; babası
Mayıstan önce dönmezdi seferden. Duymak istediği cevap zaten duymaya alışık
olduğu bir cevabın hala aynı olduğunu bilmekti. İnsan yaşlanınca böyle oluyordu
demek ki; bir şeylerin aynı kalmasını istiyordu. Aynı kalanlara tutunuyor, eski
püskü dünyasına yeni bir şeyi kabul etmiyordu. Fehime Hanım’ı bir kere, onu
ziyarete gelen kızına “Size yük olmaktansa öleyim kızım. Bir de yaşlı kadın mı
kalsın başınıza?” derken duymuştu. O zamanlar hayran kalmıştı ona. “Yaşlılığa,
ölüme nasıl da kafa tutuyor.” diye düşünmüştü. Ancak zamanla fark etmişti
söylenen sözün aslında kastedilmediğini. Şimdi anlıyordu Fehime Hanım’ın
ölmektense kızına, damadına, torununa, komşusuna yük olmayı tercih edeceğini.
Ölmektense her seçeneği seçebileceğini… 55 yaşına gelince anlamıştı yaşlılığı.
Bazı şeyler böyleydi işte; başa gelmeden anlaşılmıyordu. Daha Fehime Hanım gibi
olmamıştı ama çok da uzak değildi. Bacağındaki varisler, yüzündeki
kırışıklıklar, romatizması ve yavaş yavaş kaybolan hatıralar haber veriyordu
olacakları. Değişmeyen bir Fehime Hanım’ın duvarları kalmıştı, bir de bahçedeki
çınar ağacı. 2. kattaki evlerinden ilk merdiveni inince krem rengi duvarlara,
2. merdiveni inince çınar ağacına ulaşılıyordu. Daha 7 yaşındayken o çınar
ağacının dalından düşüp kolunu kırmıştı. 12 yaşındayken o ağacın kara gövdesine
kazımıştı ilk aşkının ismini. 13 yaşındayken o kazınmış ismi görüp de dalga
geçmişti çocuk onunla. O da kazınmış ismi söküp atmıştı çınarın sert
gövdesinden. 16 yaşında o çınarın dalına çıkıp yıldızları seyretmişti kaç gece.
22 yaşında evin anahtarını kaybettiğinde, o çınarın dallarına tırmanıp eve
atmıştı kendini. Hala da oradaydı çınar. 150 yıldır oradaydı. Kendisinden yaşlı
bir o kalmıştı artık tanıdığı. Şimdilerde alt kat komşuları Esma Hanımların
oğlu arkadaşlık ediyordu koca çınara. Geçen gün dalında uyuyakaldı da akşama
kadar kayboldu sanmışlardı. O oğlan da, tıpkı zamanında kendisinin Fehime
Hanım’a ettiği gibi yardım ediyordu ona. Fehime Hanım’ın krem rengi
duvarlarındaki gibi aile fotoğrafları asılıydı kendi duvarlarında da. Siyah
beyaz, eski, solmuş fotoğraflara baktıkça, nedense annesi babası değil, Fehime
Hanım geliyordu aklına. Yaşlılığı ilk onunla tanımıştı. İlk onunla görmüştü
serumu, iğneyi, siyah beyaz akciğer filmlerini. En korktuğu şey yaşlanmak
olduysa, Fehime Hanım sayesindeydi. Şimdi kendisinden 150 yaş büyük çınar
bahçede dimdik dururken, kendisinden 20 yaş büyük Fehime Hanım memleketinin
toprağında yatıyordu.
su
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder