12 Mart 2013 Salı

Yeşil Karyola


Saatler var dönümlerimiz olan. Yıllar yılı ne zaman karşılaşsam üzerindeki sayılarla, "Belki de yaşamımın sona ereceği saattir bu," der dalarım düşüncelere. Ölümle bağı direk kurabilecek kadar histerik ve korkağım. Doğrusu, oralarda bir yerlerde her zaman varolan 'ölüm' fikri beni hep rahatlatmıştır ne de olsa acı çekmek karşısında kolay bir tercih. Ama acı görecesi? İşte orası kıldan ince bir çizgi.
***
Su yeşiliydi karyolası, o dönemin mobilyalarına uygun olarak; yer yer boyası dökülmüş huzur yeşili. Yerden yüksek, iki kişilik deryaydı. Büyük başlıkları vardı dört bir köşesinde ince parmaklıklar üzerine kondurulmuş. Heybetliydi, prenses hükmü sürüyordu karyolasında ak ve kabarık saçlı, ak entarili, teni ak nine. Başka kimseyi de yatırmazdı yanında. İki kişilikti ama, ona aitti. O da karyolaya tabi, kimseye ait olamadığı kadar.
Gecelerden bir gece vardı, hâlâ kokusunu hatırlarım. Ulu bir dağın ormanlarından gelen çamların ılık kokusuyla birleşmiş hacı misiydi. Gecelerden eylül gecesi.
Ev küçük, iki katlı eski mi eski bir köy eviydi meydanda. Önünde iki koca çınar, dedemin dedesinin dedesi dikmiş güya. Gölgesi vuruyordu yola. Çınarın kalın, belirgin, kudretli dalları arkasında görünen dolunaydı. Hafif esen eylül meltemi... Ardından sonbahar gelecek, kış hatta. Aldırmıyordu eylül, esiyordu ılık ılık. Evin önünde belki bir metrelik bir bahçe. Öyle küçük ki işlevsiz. Ama demirle çevriliydi etrafı, malum evin erkeği demirciydi. Bütün işler onun elinden çıkmaydı. Kapısı bile vardı bu harikalar diyarı bahçesinin. İçinde boyum kadar da bir kiraz ağacı. Mutluluktan ve huzurdan içimin ürperdiğini hatırlıyorum o gece. Mutlulukların ağır geldiği oluyor bazen kaybetme korkusuyla. O gün de öyleydi. Yanılmamıştım.
Bir metrelik bahçenin önünde kapı önü sohbetleri yapmıştık gecesinde. Topluca gittiğimiz bir aile oturmasından dönüyorduk belki de. Hatırladığım sadece çınar dalları ardı sıra görünen aydı. Ne yüzleri hatırlıyorum, ne konuşulanları. Çocuk aklımla mutluluğun özünü çıkarıyordum kendime; tek başıma dolanıyordum etrafında grubun seke seke. Belki beş belki on kişi. ama gülüşler, belki dedikodular. Ne dedikleri beni ilgilendirmiyordu. Ben onların bu halinden oldukça hoşnuttum ve aya bakıyordum. Aya baktıkça uçuyordum. Aya baktıkça mutluluğum bir kez daha ürpertiyordu içimi.
Yıllar geçse de hayatımın en sıcak anıdır o. Son nefesime dek hissini unutamayacağım tek gecedir belki de.
***
Eski evlerin tavanlarında, çocuklara yapılan salıncakları asabilmek için büyük kancalar olurdu. Bu kancalardan sallandırılan iplere hamak edasında bohça haline getirilmiş çarşaflar gerilirdi. İnce yastıklar yerleştirilirdi çarşafların içine. Evin en büyük torunuydum. Her odada bir kancam vardı.
Şimdi diyorum,
ta dördümdeyken, o gün, o bela gün evin arka bahçesinde oynarken çatıdan, gram akılsız işçiler yüzünden düşen demirler elimden fırlayan topumu almak için ilerlediğimde bıraktığım yere düşmeseymiş.
O gün annem beni pencereden görüp de feryad ederek ağlamasaymış.
Ben bacaklarıma düşen demirleri kabul eyleyeymişim de bıraksalarmış beni kötürüm.
O zaman da salıncak kurulur muydu bana?
O zaman takılmazdı, hanımımın yatağı üzerine kanca.
Annemin rahmi benden sonra kurudu. Benden sonra aldılar kadınlığını. Tek torun olarak kaldım yıllar yılı. Bendim kancaların sorumlusu. Bendim salıncakların hükümdarı.
Kendimi suçlu saydım. Ölümün binbir türlü hali vardı. Ben kancalara takılı kaldım.
***
Huzuru olmadığı için dört dönse de bazı geceler dört köşe deryasında, o gecenin gıcırtıları farklı olarak iliğe işliyordu. Evvelden de yanına yatırmadığı beyi öleli yirmi küsur yıl olmuştu, yalnızdı. İşte ben hiç öğrenemedim bu takıntılarını. O böyle şeyler hakkında konuşmazdı. Ona aklım erdikten sonra konuşmadığı zamanlarıydı. Hatrı da kendi gibi aktı, pamuk mizaclı. Anımsasaydı konuşur muydu hatıralarını? Karşısına alıp beni on sekizindeki taze gibi anlatır mıydı gençlik yıllarını, şehvetini ve gamlarını?  Bana kendi bahşettiği ismi unutur, sulamaktan çürüttüğü pencere önü hanımellerini tekrar tekrar sulardı ak ninem. Ama sihirli bir şey vardı onda; şarkı söylerdi bana; kadife sesiyle ellerini sallaya sallaya şarkı söylerdi. Onun hakkında bildiklerim hep kopuk anılardan ibaret kaldı. O günden sonra sessizlik daha da keskinleşti, daha da yaktı canımı.
Anlamsız ve karmaşık hayatlarımızın en mahrem sırlarının gömülü kaldığı o geceden sonra ak ninenin adı anılmadı. Bembeyaz saçlarına gölge düşürdü ninem, beni korkuttu, beni titretti, beni hala anlayamadığım şeyler silsilesine itledi de gitti. Titrek olmasına rağmen geçirebilmiş ipi kancaya. O uzun, o ince, o buruşmuş ayak parmaklarının üzerinde bile durmuş gıcırdayan heybetli karyolasında. Huzur yeşili karyolası bile bağırmış ona o gece, zaten o gece öyle bağırmış ki sesi kısılmış senelerce, sonra da kedilere ev sahibi olmuş bir çöplükte. Onu bile dinlememiş ak nine, inat nine.
Çok çığlıklar atıldı o gece. Zifir içinde ışıkları sıra sıra açılan çok ev oldu, sıra sıra bayılan çok kadın, evin önünde hiç konuşmadan sıra sıra sigara içen çok adam.
Keşke kapı önünün o sıcak anı kalsaydı aklımda ve sadece dolunay. Oysa ben yıllar boyu sallandığım salıncağımın ipi ucunda gördüm onu. Benim kancamdı. Konuşamadım. Ağlayamadım. Anlayamadım.
Üst katta sedirin üstüne çıkıp çınarın ardından görünen dolunayı izedikten sonra, huzurundan ürperdiğim o eylül gecesinden sonra bir daha ağlayamadım.
irem kulaber

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder