Saatler var dönümlerimiz olan. Yıllar
yılı ne zaman karşılaşsam üzerindeki sayılarla, "Belki de yaşamımın sona
ereceği saattir bu," der dalarım düşüncelere. Ölümle bağı direk
kurabilecek kadar histerik ve korkağım. Doğrusu, oralarda bir yerlerde her
zaman varolan 'ölüm' fikri beni hep rahatlatmıştır ne de olsa acı çekmek
karşısında kolay bir tercih. Ama acı görecesi? İşte orası kıldan ince bir
çizgi.
***
Su yeşiliydi karyolası, o dönemin
mobilyalarına uygun olarak; yer yer boyası dökülmüş huzur yeşili. Yerden
yüksek, iki kişilik deryaydı. Büyük başlıkları vardı dört bir köşesinde ince
parmaklıklar üzerine kondurulmuş. Heybetliydi, prenses hükmü sürüyordu karyolasında
ak ve kabarık saçlı, ak entarili, teni ak nine. Başka kimseyi de yatırmazdı
yanında. İki kişilikti ama, ona aitti. O da karyolaya tabi, kimseye ait
olamadığı kadar.
Gecelerden bir gece vardı, hâlâ kokusunu
hatırlarım. Ulu bir dağın ormanlarından gelen çamların ılık kokusuyla birleşmiş
hacı misiydi. Gecelerden eylül gecesi.
Ev küçük, iki katlı eski mi eski bir köy
eviydi meydanda. Önünde iki koca çınar, dedemin dedesinin dedesi dikmiş güya.
Gölgesi vuruyordu yola. Çınarın kalın, belirgin, kudretli dalları arkasında
görünen dolunaydı. Hafif esen eylül meltemi... Ardından sonbahar gelecek, kış
hatta. Aldırmıyordu eylül, esiyordu ılık ılık. Evin önünde belki bir metrelik
bir bahçe. Öyle küçük ki işlevsiz. Ama demirle çevriliydi etrafı, malum evin erkeği
demirciydi. Bütün işler onun elinden çıkmaydı. Kapısı bile vardı bu harikalar
diyarı bahçesinin. İçinde boyum kadar da bir kiraz ağacı. Mutluluktan ve
huzurdan içimin ürperdiğini hatırlıyorum o gece. Mutlulukların ağır geldiği
oluyor bazen kaybetme korkusuyla. O gün de öyleydi. Yanılmamıştım.
Bir metrelik bahçenin önünde kapı önü
sohbetleri yapmıştık gecesinde. Topluca gittiğimiz bir aile oturmasından
dönüyorduk belki de. Hatırladığım sadece çınar dalları ardı sıra görünen aydı.
Ne yüzleri hatırlıyorum, ne konuşulanları. Çocuk aklımla mutluluğun özünü
çıkarıyordum kendime; tek başıma dolanıyordum etrafında grubun seke seke. Belki
beş belki on kişi. ama gülüşler, belki dedikodular. Ne dedikleri beni
ilgilendirmiyordu. Ben onların bu halinden oldukça hoşnuttum ve aya bakıyordum.
Aya baktıkça uçuyordum. Aya baktıkça mutluluğum bir kez daha ürpertiyordu
içimi.
Yıllar geçse de hayatımın en sıcak
anıdır o. Son nefesime dek hissini unutamayacağım tek gecedir belki de.
***
Eski evlerin tavanlarında, çocuklara yapılan
salıncakları asabilmek için büyük kancalar olurdu. Bu kancalardan sallandırılan
iplere hamak edasında bohça haline getirilmiş çarşaflar gerilirdi. İnce
yastıklar yerleştirilirdi çarşafların içine. Evin en büyük torunuydum. Her
odada bir kancam vardı.
Şimdi diyorum,
ta dördümdeyken, o gün, o bela gün evin
arka bahçesinde oynarken çatıdan, gram akılsız işçiler yüzünden düşen demirler
elimden fırlayan topumu almak için ilerlediğimde bıraktığım yere düşmeseymiş.
O gün annem beni pencereden görüp de feryad
ederek ağlamasaymış.
Ben bacaklarıma düşen demirleri kabul
eyleyeymişim de bıraksalarmış beni kötürüm.
O zaman da salıncak kurulur muydu bana?
O zaman takılmazdı, hanımımın yatağı
üzerine kanca.
Annemin rahmi benden sonra kurudu.
Benden sonra aldılar kadınlığını. Tek torun olarak kaldım yıllar yılı. Bendim
kancaların sorumlusu. Bendim salıncakların hükümdarı.
Kendimi suçlu saydım. Ölümün binbir
türlü hali vardı. Ben kancalara takılı kaldım.
***
Huzuru olmadığı için dört dönse de bazı
geceler dört köşe deryasında, o gecenin gıcırtıları farklı olarak iliğe
işliyordu. Evvelden de yanına yatırmadığı beyi öleli yirmi küsur yıl olmuştu,
yalnızdı. İşte ben hiç öğrenemedim bu takıntılarını. O böyle şeyler hakkında
konuşmazdı. Ona aklım erdikten sonra konuşmadığı zamanlarıydı. Hatrı da kendi
gibi aktı, pamuk mizaclı. Anımsasaydı konuşur muydu hatıralarını? Karşısına
alıp beni on sekizindeki taze gibi anlatır mıydı gençlik yıllarını, şehvetini
ve gamlarını? Bana kendi bahşettiği ismi
unutur, sulamaktan çürüttüğü pencere önü hanımellerini tekrar tekrar sulardı ak
ninem. Ama sihirli bir şey vardı onda; şarkı söylerdi bana; kadife sesiyle
ellerini sallaya sallaya şarkı söylerdi. Onun hakkında bildiklerim hep kopuk
anılardan ibaret kaldı. O günden sonra sessizlik daha da keskinleşti, daha da
yaktı canımı.
Anlamsız ve karmaşık hayatlarımızın en
mahrem sırlarının gömülü kaldığı o geceden sonra ak ninenin adı anılmadı.
Bembeyaz saçlarına gölge düşürdü ninem, beni korkuttu, beni titretti, beni hala
anlayamadığım şeyler silsilesine itledi de gitti. Titrek olmasına rağmen
geçirebilmiş ipi kancaya. O uzun, o ince, o buruşmuş ayak parmaklarının
üzerinde bile durmuş gıcırdayan heybetli karyolasında. Huzur yeşili karyolası
bile bağırmış ona o gece, zaten o gece öyle bağırmış ki sesi kısılmış
senelerce, sonra da kedilere ev sahibi olmuş bir çöplükte. Onu bile dinlememiş
ak nine, inat nine.
Çok çığlıklar atıldı o gece. Zifir
içinde ışıkları sıra sıra açılan çok ev oldu, sıra sıra bayılan çok kadın, evin
önünde hiç konuşmadan sıra sıra sigara içen çok adam.
Keşke kapı önünün o sıcak anı kalsaydı
aklımda ve sadece dolunay. Oysa ben yıllar boyu sallandığım salıncağımın ipi
ucunda gördüm onu. Benim kancamdı. Konuşamadım. Ağlayamadım. Anlayamadım.
Üst katta sedirin üstüne çıkıp çınarın
ardından görünen dolunayı izedikten sonra, huzurundan ürperdiğim o eylül
gecesinden sonra bir daha ağlayamadım.
irem kulaber
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder