12 Mart 2013 Salı

Bir Başka Roman Tefrikası


2.

Turistler için hazırlanmış çinili tabaklar, galata kulesi bibloları ve rengarenk şallar içerisi ile karşılaştırıldığında insanları fazlasıyla şaşırtır. Çünkü içerisi kitapları kokularıyla seçen insanlar için hazırlanmış çevresinden izole bir yaşama alanıdır. Girer girmez alnındaki kırışıklıkları uzun zaman önce edinmiş bir adamla karşılaşmış gibi hissedersiniz kendinizi, size yıllarca biriktirdiği anılarını bir yudum çay içer gibi anlatacak bir adamla. Sağlı sollu bütün kitapçılarda aklınıza gelmeyecek o kadar çok şeyle karşılaşabilirsiniz ki, bunların hepsi bu adamın anılarıdır ve her deştiğinizde hayatınızın gidiş yönü biraz daha kayar. Belki Baba Evi’nin ilk baskısına Orhan Kemal’in el yazısıyla attığı bir notla, belki tam olarak 18.11.1976’da sevgilisini özleyen bir kadının kitap kenarlarına karaladıklarıyla, belki de Cem Karaca’nın Moğollar’la çıkardığı El Çek Tabip 45’liğiyle karşılaşabilirsiniz. Tanımadığınız insanlarla aranızda paranın sorun olmayacağı belki tek yerdir burası. Balık ve kokoreç kokusuyla bezenmiş kalabalık bir sokağın, girişi neredeyse her seferinde karıştırılan yeridir Aslıhan Pasajı.
             
        Güneş bir Eylül ayında ne kadar olması gerekiyorsa o kadardı. Cemil de bir Eylül ayında bir insan ne giyinmesi gerekiyorsa onları giymişti. İnce bir hırka, on beş yıldır bir türlü vazgeçemediği desenlere sahip bir gömlek ve kahverengi bir pantolon. Ama bu ayın yalnızca bir-iki gününde kendini gösteren yağmur belli ki bugünü seçmişti. İlk birkaç damla yere düştüğünde Cemil henüz İstiklal’in girişindeydi. Ve iyi biliyordu ki bir yağmur eğer Eylül’de yağıyorsa, hemen hızlanır, hepi topu on dakika sürer, ve sonra sakince yerini önceki havaya bırakırdı. Bu yağmurlarla insanların karakterlerinden ince ayrıntılar çıkarılabilirdi. İstiklal ikiye ayrılırdı: Kenarda bekleyenler ve yoluna devam edenler. Binaların çatılarındaki ufak çıkıntılar, kenarda bekleyenler için on dakikalık bir sığınak oluştururken, Cemil ve Cemil gibiler caddenin ortasından hedeflerine akmaya devam ederlerdi. Bir filmin en imrenilen sahnesindeki esas karakterler gibi.
           
      Yağmur damlaları hafif hafif azaldığında Cemil sağa saptı. Kafası hep soluna çevrilmiş şekilde, şaşırılan girişi arıyordu. Kısa saçlarında tutunmaya çalışan damlaları eliyle sıyırıp içeri ilk adımını attı. Hemen Selma Abla’yı gördü. Yeni gelen film afişlerini düzenlemekteydi. Cemil sessizce Selma Abla’nın arkasına geçti. Afişleri okşaya okşaya yerleştiren bu kadının pasajda olan bitenle alakası bir zamandır kesilmiş gibi görünüyordu. Cemil sesini boğuklaştırıp “Pardon, orijinal mi bunlar?” dedi. Selma Abla müşterisine kafasını çevirmeden, biraz da suratını ekşiterek “Olanı da var olmayanı da.” diye cevap verdi. Kendi deyimiyle “çok uzun zamandır” burada olan bu kadın, Cemil kendini bildi bileli bu soruya bu cevabı veriyordu.   Cemil, Selma Abla’yı dürttü, gülüşüp tokalaştılar. Bu sefer bu iki insan birlikte pasajda olan bitenden kendilerini soyutlayıp afişleri okşamaya başladı. Taxi Driver, La Haine, Carlito’s Way, Sevmek Zamanı, Ah Güzel İstanbul… Çokça hayatın rayı olmuş filmlerin afişleri. Bazen bir katil olmaya, bazen bir bebek doğurmaya, bazen bilmediğin bir kente giderken seni taşıyan raylar bunlar. Cemil dayanamadı, sordu:

“Abla bunları satarken hiç mi için acımıyor?”  
“Oğlum bilmiyor musun, kendime almadan hiçbir şey satmam ben.”
“Ya elindekilere bir şey olursa?”
“Ben elimdekilere bir şey olur diye hepsinden iki tane alıyorum.”

                Bu kadın “çok uzun zamandır” buradaydı ama her konuştuğunda hakkında yeni bir şey sunuyordu. Cemil bu cevaba sebepsiz mutlu oldu, konuşmadan vedalaştılar, ilerledi. Düzlüğün sonunda sağdaki dükkana gidiyordu. Arif Ağbi’nin dükkanına. Arif Ağbi de bu pasajın en eski sahaflarından biri. Onu bu pasajdaki diğer herkesten ayıran en önemli özellik sadece ikinci el kitaplar bulundurması. Ne plak, ne afiş, ne dergi ne de bir sahafta bulunabileceğini düşündüğünüz diğer her şey. Yalnız ve yalnız o suntaya çalan kokulara sahip eski kitaplar.  

                Arif Ağbi, Cemil’in üniversite zamanlarından üst komşusu. Aradan neredeyse 13 yıl geçti ama Cemil hala haftada en az bir kere bu yürüyen kütüphanenin sayfalarını karıştırmadan edemez. Her sahafta olduğu gibi dışardan hiç tahmin edilemez alışkanlıklara ve takıntılara sahip bir adam Arif Ağbi. Sadece ikinci el kitaplar bulunduruyor olmasından başka, başkasında bulunmayan loto teknikleri var mesela. Her zaman bir kolon kendisi oynar. Bir kolon pasajdakilerin söylediği rakamları yazar. Geri kalan kolonları da kitap verdiği misafirlerine doldurtur. Evet, kitap verdiği insanlara asla müşteri demez, onlar onun misafirleridir ve eğer acil gitmeniz gerektiğine onu inandıramazsanız bir çayını içmek ve kısaca geçmişinizden, ne iş yaptığınızdan, kimleri okuduğunuzdan ona bahsetmek zorundasınızdır. Son olarak da Arif Ağbi her loto çekilişinden sonra rakam tutturanlara bir uygun bir hediye bulur ve öğrencilere hep bol para üstü verir.               

                Cemil, Arif Ağbi’ye konuşmaktan zevk aldığı bir insana verilen o hızlı ve sıcak selamı verip halini hatırını sordu. Bir yandan da on altı kareden oluşan fileli iskemleye yavaşça yayıldı. Arif Ağbi için Eylül aylarının güzelliği hep diğer aylara göre daha yukarıdadır. Çünkü İstanbul’daki öğrenci nüfusu olması gereken yere ulaşır. Ve şüphesiz Arif Ağbi’nin kitap vermeyi ve sohbet etmeyi en çok sevdiği misafirler üniversite öğrencileridir. Raflar sırf bu yüzden son birkaç aydan daha dolu, hatta daha gelecekler var. Bu sıralar en büyük mutluluğuysa “Üvercinka”nın ilk basımından üç tane bulmuş olması. Arif Ağbi’yi tanıyorsanız, bu özel kitapları ondan almak için yalnızca alıcı olmanızın yetmeyeceğini de bilmeniz gerekir. Onları size vermesi için onu ikna edebilecek bir şeyleriniz olmalıdır. En son Onat Kutlar’ın İshak’ı için kadının birine kemanıyla sahafta ufak bir konser verdirmişti mesela. 

                Tam giriş muhabbeti yapılmaktaydı ki bu iki adam arasında bir anda renkler anlamını yitirdi, baskın ve pasif olarak siyah ve beyaz kaldı yalnızca ortada. Sanki o anda bir atom bombası daha atıldı, bir madende göçük oldu ya da sadece elinizdeki çay bardağı fayansa düşüp parçalara ayrıldı ve siz eğildiniz. Çünkü tam o anda Sıtkı Ağbi’nin Narteks’inden sık sık gelen o ses geldi. Sıtkı Ağbi bunu farkında olarak yapmıyordu muhtemelen ama hep, seslerin  özellikle iyi seslerin en uzağındayken, en sıradan tonlarda konuşurken, bir kulağın alabileceği en temiz seslerden biri pasajda yankılanmaya başlıyordu. 36 yıldır Callas dinleyen bu adam ne zaman etkilendiği bir kitap bitirse, “La Mamma Morta”yı çalar ve ses düğmesini biraz daha kaydırır. Siz de işi gücü bırakır, olmayı isteyip de olamadığınız her şey için bir sigara daha yakarsınız.

“Sıtkı da ben de kitapları insanlardan daha çok severiz, insanlardan daha çok çektiğimizden olsa.” dedi Arif Ağbi ve bu cümleyi söyledikten hemen sonra alt dudağını üst dudağının üstüne koyup yalnızca sol yanağıyla gülümsedi. Bu gülümseme, bu adamın suratında acının ortaya çıkış biçimlerinden en naifiydi. Biberin acısı yemeğin suyuna karışır gibi, bu cümleyi kurmanın verdiği acı da dudaklarından koca adamın yüzüne doğru yayıldı. “Çay söyleyelim, yumuşatır biraz, ne varsa.” dedi bu sefer de koca adam. Acısı her ne ise, onun üzerine çay dökerek hafifletmeye çalışacaktı belki de. Cemil’in başını sallamasıyla birlikte ayağa kalktı ve kafasını kapıdan uzatıp Hasan’a seslendi. Hasan, genç daha üniversite öğrencisi, akşamcıdır okulda. Biraz gitar çalar, bolca çay getirir.

“Hasan’a da bir hediye ayarlamak gerek, geçen hafta iki rakam bildi çocuk.” Bu cümle bir süstü, asıl başka bir konu vardı, yüzünden anlaşılıyordu ki Arif Ağbi, aklının içinde o konunun sınırlarında dolanıp durup bir türlü içine giremiyordu. Bir şeyi düşürüp kıracak ve ortalık uyanan bebek sesleriyle dolacakmış gibi hissediyordu. Temkinliydi, sakin seçmeye çalışıyordu sözcüklerini ki bir anda uzun zamandır sanki susar gibi, sanki biraz utanmış gibi, biraz da bir şeye umutlanır gibi konuştu. “Sevgi dönmüş, yani döndü, iki hafta önce döndü.”

          Cemil için, tarifsiz bir cümleydi bu, bir gün duyacağını hep bildiği, bu bilmeden dolayı devamlı bir korkma içinde olduğu ve daha önce kurduğu tüm senaryoların o anda karşısında silinmek zorunda olduğu bir cümle. Düşünme yetisini o an kaybetti, beyninin içindeki her şey büyük sulara karıştı. Sanki o anda bir atom bombası daha atıldı, bir madende göçük oldu ya da sadece elindeki çay bardağı fayansa düşüp parçalara ayrıldı ve o eğildi.
memet meşe

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder