2.
Turistler
için hazırlanmış çinili tabaklar, galata kulesi bibloları ve rengarenk şallar
içerisi ile karşılaştırıldığında insanları fazlasıyla şaşırtır. Çünkü içerisi
kitapları kokularıyla seçen insanlar için hazırlanmış çevresinden izole bir
yaşama alanıdır. Girer girmez alnındaki kırışıklıkları uzun zaman önce edinmiş
bir adamla karşılaşmış gibi hissedersiniz kendinizi, size yıllarca biriktirdiği
anılarını bir yudum çay içer gibi anlatacak bir adamla. Sağlı sollu bütün
kitapçılarda aklınıza gelmeyecek o kadar çok şeyle karşılaşabilirsiniz ki,
bunların hepsi bu adamın anılarıdır ve her deştiğinizde hayatınızın gidiş yönü
biraz daha kayar. Belki Baba Evi’nin ilk baskısına Orhan Kemal’in el yazısıyla
attığı bir notla, belki tam olarak 18.11.1976’da sevgilisini özleyen bir
kadının kitap kenarlarına karaladıklarıyla, belki de Cem Karaca’nın Moğollar’la
çıkardığı El Çek Tabip 45’liğiyle karşılaşabilirsiniz. Tanımadığınız insanlarla
aranızda paranın sorun olmayacağı belki tek yerdir burası. Balık ve kokoreç
kokusuyla bezenmiş kalabalık bir sokağın, girişi neredeyse her seferinde
karıştırılan yeridir Aslıhan Pasajı.
Güneş bir Eylül ayında ne kadar olması gerekiyorsa o
kadardı. Cemil de bir Eylül ayında bir insan ne giyinmesi gerekiyorsa onları
giymişti. İnce bir hırka, on beş yıldır bir türlü vazgeçemediği desenlere sahip
bir gömlek ve kahverengi bir pantolon. Ama bu ayın yalnızca bir-iki gününde
kendini gösteren yağmur belli ki bugünü seçmişti. İlk birkaç damla yere
düştüğünde Cemil henüz İstiklal’in girişindeydi. Ve iyi biliyordu ki bir yağmur
eğer Eylül’de yağıyorsa, hemen hızlanır, hepi topu on dakika sürer, ve sonra
sakince yerini önceki havaya bırakırdı. Bu yağmurlarla insanların
karakterlerinden ince ayrıntılar çıkarılabilirdi. İstiklal ikiye ayrılırdı:
Kenarda bekleyenler ve yoluna devam edenler. Binaların çatılarındaki ufak
çıkıntılar, kenarda bekleyenler için on dakikalık bir sığınak oluştururken,
Cemil ve Cemil gibiler caddenin ortasından hedeflerine akmaya devam ederlerdi.
Bir filmin en imrenilen sahnesindeki esas karakterler gibi.
Yağmur damlaları hafif hafif azaldığında Cemil sağa
saptı. Kafası hep soluna çevrilmiş şekilde, şaşırılan girişi arıyordu. Kısa
saçlarında tutunmaya çalışan damlaları eliyle sıyırıp içeri ilk adımını attı.
Hemen Selma Abla’yı gördü. Yeni gelen film afişlerini düzenlemekteydi. Cemil
sessizce Selma Abla’nın arkasına geçti. Afişleri okşaya okşaya yerleştiren bu
kadının pasajda olan bitenle alakası bir zamandır kesilmiş gibi görünüyordu.
Cemil sesini boğuklaştırıp “Pardon, orijinal mi bunlar?” dedi. Selma Abla müşterisine
kafasını çevirmeden, biraz da suratını ekşiterek “Olanı da var olmayanı da.”
diye cevap verdi. Kendi deyimiyle “çok uzun zamandır” burada olan bu kadın,
Cemil kendini bildi bileli bu soruya bu cevabı veriyordu. Cemil, Selma Abla’yı dürttü, gülüşüp tokalaştılar.
Bu sefer bu iki insan birlikte pasajda olan bitenden kendilerini soyutlayıp
afişleri okşamaya başladı. Taxi Driver, La Haine, Carlito’s Way, Sevmek Zamanı,
Ah Güzel İstanbul… Çokça hayatın rayı olmuş filmlerin afişleri. Bazen bir katil
olmaya, bazen bir bebek doğurmaya, bazen bilmediğin bir kente giderken seni
taşıyan raylar bunlar. Cemil dayanamadı, sordu:
“Abla bunları satarken hiç mi için acımıyor?”
“Oğlum bilmiyor musun, kendime almadan hiçbir şey satmam ben.”
“Ya elindekilere bir şey olursa?”
“Ben elimdekilere bir şey olur diye hepsinden iki tane alıyorum.”
“Oğlum bilmiyor musun, kendime almadan hiçbir şey satmam ben.”
“Ya elindekilere bir şey olursa?”
“Ben elimdekilere bir şey olur diye hepsinden iki tane alıyorum.”
Bu kadın “çok uzun zamandır” buradaydı ama her
konuştuğunda hakkında yeni bir şey sunuyordu. Cemil bu cevaba sebepsiz mutlu
oldu, konuşmadan vedalaştılar, ilerledi. Düzlüğün sonunda sağdaki dükkana
gidiyordu. Arif Ağbi’nin dükkanına. Arif Ağbi de bu pasajın en eski
sahaflarından biri. Onu bu pasajdaki diğer herkesten ayıran en önemli özellik
sadece ikinci el kitaplar bulundurması. Ne plak, ne afiş, ne dergi ne de bir
sahafta bulunabileceğini düşündüğünüz diğer her şey. Yalnız ve yalnız o suntaya
çalan kokulara sahip eski kitaplar.
Arif Ağbi, Cemil’in üniversite zamanlarından üst
komşusu. Aradan neredeyse 13 yıl geçti ama Cemil hala haftada en az bir kere bu
yürüyen kütüphanenin sayfalarını karıştırmadan edemez. Her sahafta olduğu gibi
dışardan hiç tahmin edilemez alışkanlıklara ve takıntılara sahip bir adam Arif
Ağbi. Sadece ikinci el kitaplar bulunduruyor olmasından başka, başkasında
bulunmayan loto teknikleri var mesela. Her zaman bir kolon kendisi oynar. Bir
kolon pasajdakilerin söylediği rakamları yazar. Geri kalan kolonları da kitap
verdiği misafirlerine doldurtur. Evet, kitap verdiği insanlara asla müşteri
demez, onlar onun misafirleridir ve eğer acil gitmeniz gerektiğine onu
inandıramazsanız bir çayını içmek ve kısaca geçmişinizden, ne iş yaptığınızdan,
kimleri okuduğunuzdan ona bahsetmek zorundasınızdır. Son olarak da Arif Ağbi
her loto çekilişinden sonra rakam tutturanlara bir uygun bir hediye bulur ve
öğrencilere hep bol para üstü verir.
Cemil, Arif Ağbi’ye konuşmaktan zevk aldığı bir
insana verilen o hızlı ve sıcak selamı verip halini hatırını sordu. Bir yandan
da on altı kareden oluşan fileli iskemleye yavaşça yayıldı. Arif Ağbi için
Eylül aylarının güzelliği hep diğer aylara göre daha yukarıdadır. Çünkü
İstanbul’daki öğrenci nüfusu olması gereken yere ulaşır. Ve şüphesiz Arif
Ağbi’nin kitap vermeyi ve sohbet etmeyi en çok sevdiği misafirler üniversite
öğrencileridir. Raflar sırf bu yüzden son birkaç aydan daha dolu, hatta daha
gelecekler var. Bu sıralar en büyük mutluluğuysa “Üvercinka”nın ilk basımından
üç tane bulmuş olması. Arif Ağbi’yi tanıyorsanız, bu özel kitapları ondan almak
için yalnızca alıcı olmanızın yetmeyeceğini de bilmeniz gerekir. Onları size
vermesi için onu ikna edebilecek bir şeyleriniz olmalıdır. En son Onat
Kutlar’ın İshak’ı için kadının birine kemanıyla sahafta ufak bir konser
verdirmişti mesela.
Tam giriş muhabbeti yapılmaktaydı ki bu iki adam
arasında bir anda renkler anlamını yitirdi, baskın ve pasif olarak siyah ve
beyaz kaldı yalnızca ortada. Sanki o anda bir atom bombası daha atıldı, bir
madende göçük oldu ya da sadece elinizdeki çay bardağı fayansa düşüp parçalara
ayrıldı ve siz eğildiniz. Çünkü tam o anda Sıtkı Ağbi’nin Narteks’inden sık sık
gelen o ses geldi. Sıtkı Ağbi bunu farkında olarak yapmıyordu muhtemelen ama
hep, seslerin özellikle iyi seslerin en
uzağındayken, en sıradan tonlarda konuşurken, bir kulağın alabileceği en temiz
seslerden biri pasajda yankılanmaya başlıyordu. 36 yıldır Callas dinleyen bu
adam ne zaman etkilendiği bir kitap bitirse, “La Mamma Morta”yı çalar ve ses
düğmesini biraz daha kaydırır. Siz de işi gücü bırakır, olmayı isteyip de
olamadığınız her şey için bir sigara daha yakarsınız.
“Sıtkı
da ben de kitapları insanlardan daha çok severiz, insanlardan daha çok
çektiğimizden olsa.” dedi Arif Ağbi ve bu cümleyi söyledikten hemen sonra alt
dudağını üst dudağının üstüne koyup yalnızca sol yanağıyla gülümsedi. Bu
gülümseme, bu adamın suratında acının ortaya çıkış biçimlerinden en naifiydi.
Biberin acısı yemeğin suyuna karışır gibi, bu cümleyi kurmanın verdiği acı da
dudaklarından koca adamın yüzüne doğru yayıldı. “Çay söyleyelim, yumuşatır
biraz, ne varsa.” dedi bu sefer de koca adam. Acısı her ne ise, onun üzerine
çay dökerek hafifletmeye çalışacaktı belki de. Cemil’in başını sallamasıyla
birlikte ayağa kalktı ve kafasını kapıdan uzatıp Hasan’a seslendi. Hasan, genç
daha üniversite öğrencisi, akşamcıdır okulda. Biraz gitar çalar, bolca çay
getirir.
“Hasan’a
da bir hediye ayarlamak gerek, geçen hafta iki rakam bildi çocuk.” Bu cümle bir
süstü, asıl başka bir konu vardı, yüzünden anlaşılıyordu ki Arif Ağbi, aklının
içinde o konunun sınırlarında dolanıp durup bir türlü içine giremiyordu. Bir
şeyi düşürüp kıracak ve ortalık uyanan bebek sesleriyle dolacakmış gibi
hissediyordu. Temkinliydi, sakin seçmeye çalışıyordu sözcüklerini ki bir anda
uzun zamandır sanki susar gibi, sanki biraz utanmış gibi, biraz da bir şeye
umutlanır gibi konuştu. “Sevgi dönmüş, yani döndü, iki hafta önce döndü.”
Cemil için, tarifsiz bir cümleydi bu, bir gün
duyacağını hep bildiği, bu bilmeden dolayı devamlı bir korkma içinde olduğu ve
daha önce kurduğu tüm senaryoların o anda karşısında silinmek zorunda olduğu
bir cümle. Düşünme yetisini o an kaybetti, beyninin içindeki her şey büyük
sulara karıştı. Sanki o anda bir atom bombası daha atıldı, bir madende göçük
oldu ya da sadece elindeki çay bardağı fayansa düşüp parçalara ayrıldı ve o
eğildi.
memet meşe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder