24 Temmuz 2013 Çarşamba



temmuz 2013 / 7

şavaş kazanan çocuklara yalancı ağıt

ben senden yana değilim dünya
derdini düşürdüğün toprağım senindir
isa ölmeden bana bir kuş getir

elimde bir bahçeye sümbül olacak umut
göğsümde koparılacakbir düğme daha var
yine de yanıltmasın seni sırtımdaki kan
başımdaki turna
sabrımı sancınla ovdum ben
ve atım dehlendiği bir savaşa koşuludur hala
gel sürün yarama:
savaş çocukları ve atomları ilgilendirmez

çünkü sana söylediğim şiir
öyle kolay ezberlenir her dilde
dağlardan katır katır taşınan ölüler geçer
dağlar bir irin gibi büyür bozkırda

günlerce koşup anlat bunu insanlara
faşizim alnının akıyla çıktı dachau'dan
fotoğrafını çek polisi ara

işte korkunun acıklı tomurcukları kaldı bize
savaş kazanan çoculara yalancı ağıt

evet çözülür bir gün kahrımdaki düğüm
yürekciğimdeki çukur suyla dolar da
balıklara ev olurum

hepimiz huzursuzuz sığınaklarda

                                                                        mehmet nejat

Ece Ayhan Üzerine Birkaç Not

                    Şiir yazmak değil de şair olmak en azından belli oranda farklı bakabilmeyi, farklı yazabilmeyi, farklı yaşabilmeyi gerektirir. Bu gerekliliği en fazla hisseden ve en fazla sindirebilen şair ise kesinlikle Ece Ayhan’dır. İkinci Yeni şiirinin karaşın, sivil, sıkı –ki bunların hepsi kendinin getirdiği sıfatlardır ve uzatılabilir bir listedir- şairidir kendileri.

            Şiiri ve yaşama bakışının farklılığın açmak gerekiyor biraz. İkinci Yeni şiiri farklıydı. Döneminde ve sonrasında hep anlamsızlıkla, kapalılıkla vs. suçlandığı açıkça biliniyor. Fakat İkinci Yeni’nin önde gelen 3-5 atlısının arasında da en kapalısı kendi deyimiyle en sıkısı Ece Ayhan’dı. Edebiyatla ilgili ne okursanız okuyun en sık karşılaşacağınız nokta “özgün bir dil yaratmanın kalıcı olmak adına en büyük adım” olduğudur. Ece Ayhan bu konuda en aşmış insandır tartışmasız. Bir toplumun konuştuğu dili öğrenmek için sözlüklere nasıl ihtiyaç duyuyorsanız Ece Ayhan’ı da öğrenmek için bir sözlüğe ihtiyacınız var. Şiir söyleyişi, kullandığı kelimeleri, imgeleriyle bambaşka bir şiirin sımsıkı bir şiirin yazıcısı olmayı seçti o. Sıkı şiir konusunda ise Ayhan, okur ile yazar arasında bulunan mesafeyi kaldırmak istemiştir. Bir sanat birikimi gerekliliğini açıkça okurun hissetmesini sağlamıştır kendi şiiriyle. İşte bu yüzden onun şiiri sıkıdır. Bu yüzden kapalıdır. Okurun yazabilecek, yazarınsa okuyabilecek olabilmesidir aslolan Ayhan’ın şiir anlayışında. Fakat bu cümle bir yere kadar gayet anlam taşıyor gibi görünse de bir insan bütün hayatını Ayhan’ın şiirini çözmeye adasa dahi hep açamadığı imgelerle karşılaşacaktır. Sıkı şiir işte, uğraşlarınız bir yere kadar. Bunun sebebi de sorgulayıcı yönü Ayhan’ın. Sorgulama eylemi bütün insanlık için pek bir anlamlıdır. Hayat sorgulanmalıdır, sistem sorgulanmalıdır, insan sorgulanmalıdır. Evet bunlar kesinlikle yapılmalıdır fakat üzgünüz ki bu pratiğe dökülemeyen romantik söylemlerden ileriye gidememiştir çoğu zaman. Ayhan ise kendi işi gereği dili sorgulamıştır parçalamıştır. Bunun sonucu bambaşka bir yöne “ecece”ye evrilmiştir dili.

                 Ece Ayhan’ın sisteme bakışına eğilecek olursak en temelinde bir muhaliftir. Otorite karşıtıdır, kolay kabullenmeyendir. Hep sorunu iktidarladır ki bu da gayet basit anlaşılırdır. Bir sorun varsa bu yönetenlerin ya da doğrusu yönetmeye çalışanların çıkardığı bir şeydir ve hesabı onlardan sorulmalıdır. Ayhan’ın bu yönü biraz daha çocukluğu incelenerek çözülebilir. Babasız büyümüştür Ayhan. Baba ve devlet kardeştir. İkisi de kendi alanlarında iktidarı simgeler. Evin egemeni baba, ülkenin egemeni devlettir. Yine ana ile de tabiat kardeştir. Doğurgan olan, besleyen anadır ve tabiattır. Buradan yola çıkarak devlet babadır, tabiat ise ana. Bu diyalektik bakışa sahip olduğu düşünülebilir kesinlikle Ayhan’ın. En azından ben öyle düşünüyorum. Evde babasız yetişmesi çocukluğunda bir otorite boşluğunda yetişmesi sonucunu doğurmuştur. Fakat gençlik çağına geldiğinde otorite görmemiş genç devletle karşı karşıya gelmiştir ki bu tarihler de Menderes diktası dönemine denk gelir. Ece Ayhan için baştakinin pek önemi yoktur zaten. Onun Menderes, İnönü, 2. Selim ya da 3. Murat gibi özel adlara takılmışlığı yoktur. Önemli olan bir otoritenin, muhalif olanı törpülemeye çalışan bir otoritenin varlığıdır. Otoritesiz yaşamanın ne olduğunu hiç bilmeseydi belki çok sıradan bir şair olacaktı ya da şair dahi olamayacaktı. Tabi biz de onu tanıyamayacak okuyamayacaktık.

               Ece Ayhan için muhalif dedik çünkü en genel olabilecek sıfat buydu. Daha özelinde bir şeyler bulmak en azından şu an benim yapabileceğim bir şey değil. Bunun için onun aykırı yönünü yine daha genel hatlardan tanımlamaya çalışacağım. Ayhan’ın en belirgin özelliklerinden biri tarih konusuna büyük önem vermesiydi. “En geniş zamanlı şiir” diyebilmesi de buradan ileri geliyor olsa. Bugün ve tabi dün çoğu şair birkaç tane ucuz romantik şiir ya da bireysel bunalımlarını konu aldığı yine basit şiirler yazıp prim yapmış kendine bir yer edinmiştir. Bu kesinlikle işin kolayına kaçmaktır. Emin olun Ece Ayhan bunu yapmaya kalksa bu basitin dahi en iyisini yapabilecek bir insandı. Ama Ayhan bu yola hiçbir zaman girmedi. Tarih gibi okul sıralarında asla doğrusu öğretilmeyen ve asla da öğretilemeyecek konu üzerinde birikim elde etmeye çalıştı, etti ve onu yazdı. İnsanları yanlış öğrenmelerinden alıkoymaya çalıştı. Resmi kayıtlardaki tarihle çarpıştı. Bu bakımdan bana göre çoğu toplumcudan daha toplumcu bir şair oldu. Şiiri asla ajitasyon yapan bir şiir olmadı, asla bağıran sloganlarla süslenmedi. Alışılmışın dışında bir toplumculuk oldu onunki. Bu sebepten belki de çoğu edebiyatçı onu toplumcu olarak kabul etmeyecektir fakat emin olun Ayhan okuyan bir adamın tarihe başkaldırmaması imkansızdır. Kim bilir Ayhan’ın bu kadar az basılıp az okunan bir adam haline sokulması otoritenin işidir. İşçi sınıfıyla en yakın olduğunu düşündüğümüz şairleri sayacak olsak Nazım’dan, Ahmed Arif’ten bahsederiz herhalde. Bunların yanına kesinlikle eklenmesi gereken şair Ayhan’dır. Yukarıda bahsettiğim okur ile yazar arasında bir homojenlik kurma isteği belki Ayhan’ın işçi sınıfından ayrılması sebep oldu. Fazla okunabilen,daha ötesi anlaşılabilen bir şair olamadı. Buna pek takıldığı da söylenemez zaten. Takılsa Ece Ayhan olamazdı, orası ayrı.

                 “Adalet mülkün temelidir.” gibi yaşadığımız sistemi çok güzel özetleyen bir cümle var. Açacak olursak burada mülkün ne olduğunu rahatlıkla çözebiliriz. Bahsi geçen mülk özel mülkiyettir. Adalet ise mevcut hukuk sistemidir. Yine hemen Ayhan’ın benimsediğini düşündüğümüz diyalektiğe dönüp adaleti sağlaması gereken iktidar, otorite yani devlet, özel mülkiyet kısaca burjuvazinin varlığının koruyucusudur. Ece Ayhan ise bu cümleyi almış “Esas duruş mülkün temelidir.” haline getirmiştir. Esas duruş bilindiği gibi askerde kullanılan duruş. İtaati, otorite karşısında boyun eğmeyi simgeliyor. Bu Ayhan’ı Ayhan yapan çelişkiyi aslında, asker,bürokrasi karşısında tuttuğu sivil tarafı ne denli içselleştirdiğini, zaten o olduğunu ortaya koyar bir cümle. 

                  Ne kadar doğru olacağı tartışılır olsa da Ayhan az ya da çok ne kadar olduğu kestirilemez bir anarşisttir. Çünkü onun düşüncesi yıkmaya kadardır. Otorite karşıtlığı su götürmezdir ama burada üşengeçlik mi etmiştir bilinmez fakat yıkmadan sonrası hakkında fazla konuşmamıştır. Yeni bir şey kurabilmek için yıkmanın gerekliliğini kimse yadsıyamaz fakat bu demek değildir ki yıktıktan sonra işlevini tamamlamış olacaksın. İşte asıl sorumluluk yıktıktan sonra yeniyi koyabilmektir. Koyamazsanız zaten yıktığınızın tekrar yapılanmasını izlemeye mecbur kalırsınız.
              
                  Ayrıntılar Ayhan için yine çok önemli yapıtaşlarıdır. Örneğin bir fotoğrafta başrolde bir nesne vardır ve onun yanında onu tamamlayacak yardımcı öğeler. Evet tarih boyu insanların çoğunlukla her alanda desteklediği şey budur. Fakat Ayhan için yine bir fark vardır. Hep ayrıntıların ön plana çıkarmakla uğraşmıştır. Asla büyüğü ve bütünü anlatmaya çalışmamıştır. Şiirinin, yaşamının kara olmasından ötürüdür elbette bunlar. Mutluluk kavramına hiçbir zaman takılmamıştır. Çünkü mutluluğun bir sonuç olamayacağının farkındadır. Yine aynı kapıya çıkıyoruz ki sonuca ancak mevcut otoriteyi yıkarak ulaşabiliriz Ayhan’a göre.

                Ayhan’dan ufak bir alıntı: “Şiirim bütün o olumsuz görünüşlerine rağmen her halükarda insanın incinmemesini gözetir, bunu söylemek isterim. Şiirim insanı yalnız bırakmayı, yalnız kılmayı amaçlıyor işte. Çılgın kalabalıklardan uzak. Şiirimin, insanı birtakım sokaklardan geçirdikten sonra nihayet çıkmaz bir sokakta öyle bırakıvermesinin nedeni belki de budur işte. Bizler ne de olsa yüzyıllar boyu enflasyon çağının çocuklarıyız hep. Bizlerin fotoğrafları hep negatif görünüşlü bundan, bizim suçumuz ne ?” Yalnızlığa yönelişin temelinde insandan değil insanlığı mevcut haline büründüren sistemden tiksinmesi vardır Ayhan’ın. İnsanın incinmemesini gözetmesini ifade etmesinden çıkarabiliriz sanırım bunu. 

              Her zaman için kurallardan sapmış olan bir şiir. Kapalı, sıkı ama asla anlaşılamamış olmayan bir şiir. Resmi tarihin baş düşmanı olan bir şiir. Başta tarih olmak üzere insan ve tabiat ilişkisinde bulduğu her boşluğu doldurmaya çalışan, sorgulayan bir şiir. Kendi dilini yaşayarak yazmış bir şiir. İşte Ece Ayhan şiiri. Orta İkiden Ayrılan Çocukların Öğretmeni haykırır: “Şiirimiz karadır abiler”


memet meşe

edip'e yanıtı bilinen sorular

yıldızların ülkesi var mıdır edip
dicle aktığı toprakları seçer mi?

kasrik boğazı'ndan esen kanlı zemheri
yalnız kasrik'te mi üşütür insanı?

herkes türküsünü elbet kendi sesiyle söyler
insanın dili boynuna kement olur mu?

öldürmeye ekinlerden başlayan adamlar
eşiklere nasıl bir zulümle gelirler?

kimsenin kalmadığı darmadağın köylerde
"önce vatan" yazısı bir hüzün değil midir?

bunca kanın helalini kim kime nasıl öder
mezar taşlarıyla barış olur mu?

gecesi buz anısı kül ışığı kırbaç
hangi gurbet bir sürgünün yüreğini doldurur

"kim istemez şad olmayı cihanda" edip
viranede baykuş sesi zafer midir?

                                                                            şükrü erbaş

suç duyurusu

yelelerinden rüzgarlara soluklanan
atların yakınlarında,
oyuklarında saklandığımız ,
çepeçevre sarmalayan kollarımızdan
tavanlarına, şehirlerine yuvarlanan
“sesimizi” kaybettik
 …
şimdi kim diyecek:
“yaralarından sızıyorsun,
üşütme, ört üstünü” …

. . .

lafım size:
beyler,
paşalar,
madamlar,
matmazeller;
göğün altında
nar tanelerinden
karnavallara çıkan
yollarda yalvarın birbirinize …

. . .

savaşın ırgatlığında
yarıldı, yeri göğü
tamamlayan renklerin.
sen,
hızımızın kaybolan
miğferi,
gelemediğin yollarda
işaretlerle
tanrılar bıraktın
kaybolduğumuz yerlere.

. . .

deli evleri,
zevk çığlıklarıyla koridorlarında
yer alıyordu yalnızlığımın.

. . .

üstünü çıkar,
limiti bol çarkın
diliyle yumuşatacağız
sert derimizi.
söylemeyi bilmediğimiz
tariflerden harmanladığın
lekelerini göster,
serinliğe üfleyerek
eriştiğimiz suretini.
eğer varsa,
şerbetler giydir …
devrilen meydanıma.
jean pierre fabien

Doyle'un Toprağa Selamı

'Hemen şu an' demişti Doyle, 'şu an tüm rüyalarımdan vazgeçeceğim. Ve küller ve tozlar uçuşacak, havadaki acı kömür gibi yakacaklar soluğumu. Kehribar rengi gün ışığı ağır ağır damlayacak ve nihayet tadına kanacağım. Üzüm rengi gülüşler, giz anlamlı bakışlar gibi yudumlayacağım onu. İşte o zaman siz, 'kim bu karanlıklarda sağlamca yürüyen havai adam?' diye telaşla soracaksınız. Adımlarım evlerinize ulaşacak. Kapılarınızdaki üç sürgüyü ve iki asma kilidi arayacak elleriniz. Konuşmadığınız bir sözünüz kursağınızı ırgalarken, şimdi içeride kör bir ocağı yakmaya çalışan karılarınız gelecek akıllarınıza. Ve o henüz gencecik bir kız iken vitrinlerdeki aksinden bakıp toy şeyler düşlediğiniz incecik boynu. Hayat size saka edecek. İsteksizce bileceksiniz, tüm pencerelerin arkadan ve önden aynı olduğunu. Güceneceksiniz, kulaklarınız bir kımıldayışı şiddetle artırıyorken, son basamağı astığımı farkedeceksiniz. Her şeyin bir ivedilikle çoktan düşlendiğini, kanatlanışa ve refaha inancın gençlik günlerinden bir alışkanlık olduğunu sezinleyip, güleceksiniz. 

Şimdi artık bir kumruya, sağ elinizin avcuyla su içirmeyi istiyorsunuz. Yaşanmışlığın üzerinize işlediği aylaklığı yoksul bir çizme gibi çıkarıp kalın topuklarınızı kaşımayı. Belki de bir şeyler yüzdürmeyi, iç cebinizde ucuz konyak şişeleri sakladığınız geceler sularına işediğiniz koyu gri denizin kenarından. Ve keşke bu kez başınızı kaldırıp baktığınızda, yuvarlak bir tanrı gibi sarı pusları arasından daha yücelere yakaran ay ile muhabbet edebilseydiniz. Son vaktinizi yasarken oracıkta, ufak bir mucize lütfedilir de yeniden yaşarsanız diye, küfrün ve bencilliğin fikrini dahi düşünmeyeceğinize inanıyorsunuz. Ve simdi ben, Darcy Doyle, bu karanlık semtin mütevazı nöbetçisi, narin parmaklarımın kut boğumlarını onurla bükerek, kapınızı çalıyorum.''

                                                                                                                                  süha

kimden yana

o ölüm uzakta olduğu için mi güzeldir
yaklaştıkça çirkinleşir
bir kalkışmanın, yeniliğin
kalabalık cesaretidir
sıcak, uzun, birazdan daha sıcak
eskimeyen bir eteği karım bir daha giyecek gibidir
hazırdır da bir genç sivilceleri patlatmaya
anadolu’nun herhangi bir ilinde çıkan
varsın yeter ki yalnızlığın da olduğu oralara
ama omuzların da olduğu
omuzların yanında
gittiğimiz yerler hep biraz da geldiğimiz yerlerdir
o ölüm uzakta olduğu için mi güzeldir

seni duyduğumda ulaştığım utancıdır bu hevesin
bu mesela bir dostuma yalan söylediğimdir

o kadar sevmiyoruz ki artık birbirimizi
korkum kilidin artık buna yettiğindendir

bu yara yanlış yazılmış bir tarih küstahlığıyla
oluk oluk alçalan güneşin bittiğinedir

bir yalnızlık çekiyor yalnızlığımın tetiğini
o ölüm uzakta oldukça bize çok güzeldir

                                                                          memet meşe

...

                                                                         "su uyur, düşman uyur haste-i hicran uyumaz."


babannemle birlikte balkondaki kilimin üzerinde trt nağme dinleye dinleye dedemin dün köyden getirdiği kütür kütür yeşil zeytinleri çiziyor ve dar ağızlı su şişelerine dolduruyoruz. babannemle birlikte ne de güzel susuyoruz. babannemin ellerindeki çiller kayboluyor. derisi inceliyor, gerginleşiyor. zaten incecik olan ufacık yüzünü olduğundan da naif gösteren bir pembelik gelip oturuyor yanaklarına.
balkon demirlerinin arasından ne de güzel gözüküyor turşucu ahmet’in dükkanının önündeki erguvan. bu şeffaf turşu kavanozlarının etrafını bu ekoseli mavi kumaş parçalarıyla ne zaman kaplamış ahmet efendi?
muhakkak dilruba hanımın marifeti bu. hasır ipliklerle dolaşmış kumaş parçalarının etrafını. bu iplikleri böylesi güzel kurdela yapmak ahmet beyin işi değil yok. muhakkak dilruba hanım akletmiş olacak bu işi. pek de iyi etmiş. 
"kızım az daha çizelim şu zeytinlerden karanlık çökmeden,
sonra da ahmet efendiye kadar inip biraz havuç, biraz erik, biraz da patlıcan turşusu alıver. akşama da bir güzel kısır karalım.
itiraz etmiyorum.
yeniden sessizlik.
radyodan yükselen nağmelerde babannemin gençkızlık hayalleri raks ediyor.
radyodan yükselen nağmelerde hayallerim raks ediyor.
bir torunun babannesiyle “kelimeler" vasıtasıyla konuşamayacağı şeyler var.
aşkın, hüznün ve özlemin erik turşusu kadar imtiyaz sahibi olamadığı bir kelimeler imparatorluğu uygun görülmüş aralarında 50 yıllık bir uzaklık olan iki kadına.
ikisi de memnun değil durumdan.
imparatorluğun hudutlarını ellerinde bıçaklar ve kütür zeytinlerle aşmakta zerre beis görmüyorlar.
suskunluğun hükümranlığındaki bambaşka bir ülkeye geçiyorlar. sınırlar yok.
kelimesiz özgürlük olmaz sanırdım.
ah.
aramızda elli sene yok. 
babannemin ellerindeki çiller yok oluyor önce. derisi incelip gerginleşiyor. zaten incecik olan zarif yüzünün albenisini daha da artıran hafif bir pembelik gelip oturuyor solgun yanaklarına.
kelimelerin olmadığı bu ülkede eski aşklar var, kırgınlıklar var, erguvan ağaçları ve ahmet efendinin gençliği var.
babannemin sol kulağının arkasına sıkıştırılmış bir erguvan çiçeği var. bir güzel adamın bir güzel ellerinin saçlarımda usulca gezinişi var. kadın olmak var. yaz akşamlarında yapılan tedirgin yürüyüşlere eşlik eden güzelim şarkılar ve limonlu dondurmalar var.
sabah kahvaltılarına eşlik eden sıcacık ıhlamurlar var. kıştan beri balkondaki şişelerde tatlanmayı bekleyen güzelim yeşil zeytinlerin zarif çiçekli porselen kaselere dökülüşü ve üzerinde nazlı nazlı zeytinyağı gezdirilişi var. 
çocukluğumuz da var sonra. atmış bisiklet zincirlerimiz var. tamire uğraşıp muvaffak olamayışımız ve kapkara olmuş ellerimizle öylece kalakalmışken, elimizdeki zincir karasından da daha kara gözleri olan yavuz bir oğlan çocuğunun imdade yetişip bisikletin atan zincirini büyük bir ciddiyetle tamir edişi, işini bitirdiği andaki gururlu gülümseyişi ve ilk aşk var.
ah minel aşk ve minel garaib var.
ah minel öfke var.
allah öfkemize zeval vermesin diye diye dua eden devrimciliğinden habersiz güzel dedeler var.
allah öfkemizle zeval verdirmesin diye de ama duasını sürdürürken daha da güzelleşen dedeler de var sonra. neler var daha bilseniz. Ah bilseniz neler var. Her şeyden çok ama haste-i hicran var.  mananın tesellisini kelime yapmış rab. elhamdülillah.
haste-i hicran deyip haste-i hicrana ufacık da olsa teselli buluyoruz elhamdülillah.

                                                                                                                                                                                                                                                                                             gültennur batmaz

palmiye


senle hep böyle iyi yerlere gidelim
yorgun argın makinistlerle
acil çıkışlardan yangın merdivenlerinden
gece bekçilerinden kaçıp korkup korkup
ne köpeklerden medet umarak ne atlardan
hep böyle güneşli aydınlık yerlere gidelim

merak buyurma kadın harcımız kafi
el fenerlerimle çakılarımla tünelim hazır
kalpazanlara, katillere tüm o savaşlara isyan
doğulara güneşin bulunduğu kadar doğulara gidelim

gök yanlışına bir silik mızrak yolladığında 
kalbini bir davulun arasında saklama
çünkü bu saçlarım bir gözyaşına üvey annedir demektir
çünkü umudun bir göçün zorlayıcı ilintisidir

güzel köyler sınır boyları yokluğumuza utangaç
mazgallara varamayan sular, kalaylanmamış bakırlar
görürsün, karlar tepelerden inmeye utangaç
umudum göz kırpmadır yaşamamızın bir sonraki çağına
al sondur bu bilet 
bir deprem tanıklığını daha bilmeden gidelim

                                                                          memet meşe

yankı

bir ölçek hasrete daha var mıydı gerek
sen omuzlarıma dokunabilsen ben sabahlarına
birkaç öpüş daha indirebilsek topraklarımıza

sen yüzünü tavanda bırakıp bırakıp giden
perdelerden kokusunu çıkaramadığım
sen üç deyince başlasın diye her şey
ben hayatımı ikilerin üstüne kuruyorum

sen, kriz kriz atlattığım berrak yankı
elleri önde giden rakik kadın, sen
kimsenin bilmediği ülkemizin tanrıçası
yapbozumdaki eksik parça
sen, sokağa çıkma yasağım


memet meşe