24 Temmuz 2013 Çarşamba

...

                                                                         "su uyur, düşman uyur haste-i hicran uyumaz."


babannemle birlikte balkondaki kilimin üzerinde trt nağme dinleye dinleye dedemin dün köyden getirdiği kütür kütür yeşil zeytinleri çiziyor ve dar ağızlı su şişelerine dolduruyoruz. babannemle birlikte ne de güzel susuyoruz. babannemin ellerindeki çiller kayboluyor. derisi inceliyor, gerginleşiyor. zaten incecik olan ufacık yüzünü olduğundan da naif gösteren bir pembelik gelip oturuyor yanaklarına.
balkon demirlerinin arasından ne de güzel gözüküyor turşucu ahmet’in dükkanının önündeki erguvan. bu şeffaf turşu kavanozlarının etrafını bu ekoseli mavi kumaş parçalarıyla ne zaman kaplamış ahmet efendi?
muhakkak dilruba hanımın marifeti bu. hasır ipliklerle dolaşmış kumaş parçalarının etrafını. bu iplikleri böylesi güzel kurdela yapmak ahmet beyin işi değil yok. muhakkak dilruba hanım akletmiş olacak bu işi. pek de iyi etmiş. 
"kızım az daha çizelim şu zeytinlerden karanlık çökmeden,
sonra da ahmet efendiye kadar inip biraz havuç, biraz erik, biraz da patlıcan turşusu alıver. akşama da bir güzel kısır karalım.
itiraz etmiyorum.
yeniden sessizlik.
radyodan yükselen nağmelerde babannemin gençkızlık hayalleri raks ediyor.
radyodan yükselen nağmelerde hayallerim raks ediyor.
bir torunun babannesiyle “kelimeler" vasıtasıyla konuşamayacağı şeyler var.
aşkın, hüznün ve özlemin erik turşusu kadar imtiyaz sahibi olamadığı bir kelimeler imparatorluğu uygun görülmüş aralarında 50 yıllık bir uzaklık olan iki kadına.
ikisi de memnun değil durumdan.
imparatorluğun hudutlarını ellerinde bıçaklar ve kütür zeytinlerle aşmakta zerre beis görmüyorlar.
suskunluğun hükümranlığındaki bambaşka bir ülkeye geçiyorlar. sınırlar yok.
kelimesiz özgürlük olmaz sanırdım.
ah.
aramızda elli sene yok. 
babannemin ellerindeki çiller yok oluyor önce. derisi incelip gerginleşiyor. zaten incecik olan zarif yüzünün albenisini daha da artıran hafif bir pembelik gelip oturuyor solgun yanaklarına.
kelimelerin olmadığı bu ülkede eski aşklar var, kırgınlıklar var, erguvan ağaçları ve ahmet efendinin gençliği var.
babannemin sol kulağının arkasına sıkıştırılmış bir erguvan çiçeği var. bir güzel adamın bir güzel ellerinin saçlarımda usulca gezinişi var. kadın olmak var. yaz akşamlarında yapılan tedirgin yürüyüşlere eşlik eden güzelim şarkılar ve limonlu dondurmalar var.
sabah kahvaltılarına eşlik eden sıcacık ıhlamurlar var. kıştan beri balkondaki şişelerde tatlanmayı bekleyen güzelim yeşil zeytinlerin zarif çiçekli porselen kaselere dökülüşü ve üzerinde nazlı nazlı zeytinyağı gezdirilişi var. 
çocukluğumuz da var sonra. atmış bisiklet zincirlerimiz var. tamire uğraşıp muvaffak olamayışımız ve kapkara olmuş ellerimizle öylece kalakalmışken, elimizdeki zincir karasından da daha kara gözleri olan yavuz bir oğlan çocuğunun imdade yetişip bisikletin atan zincirini büyük bir ciddiyetle tamir edişi, işini bitirdiği andaki gururlu gülümseyişi ve ilk aşk var.
ah minel aşk ve minel garaib var.
ah minel öfke var.
allah öfkemize zeval vermesin diye diye dua eden devrimciliğinden habersiz güzel dedeler var.
allah öfkemizle zeval verdirmesin diye de ama duasını sürdürürken daha da güzelleşen dedeler de var sonra. neler var daha bilseniz. Ah bilseniz neler var. Her şeyden çok ama haste-i hicran var.  mananın tesellisini kelime yapmış rab. elhamdülillah.
haste-i hicran deyip haste-i hicrana ufacık da olsa teselli buluyoruz elhamdülillah.

                                                                                                                                                                                                                                                                                             gültennur batmaz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder