Aslında
ilk baş böyle değildi, çok güzeldi. Kapalıçarşı’da iki dükkan alıp vuracaktık.
Sonra bozuldu. Altı kişiydik biz, Ray Mahallesi’nden. Sırf içinden ray geçiyor
diye adı Ray Mahallesi konulmuş bir mahalleden çıktık. Birimiz çirkinsek
birimiz uzunduk. Hayat birimize eksik verdiğini hep diğerinde tamamlamış
gibiydi. Aslında gelişlere gidişlere daha çocukken alışmıştık, el sallamayı iyi
bilirdik. Ama kötülük etmeden büyüyüp kötü olduk. Öğrenmeden becerdik ne
becerdiysek, yalnız görerek. Taklit ederek.
İlk Kerem gitti İstanbul’a. Bir iki yaş büyüktü
bizden, üniversiteye gitti. Avukat olup çıkacak dedik, sevindik, avukat olup
çıktı, gerçekten sevindik. Yol öğrendi, yordam öğrendi, her şeye o çekti bizi.
İlk o bıraktı. Aramızda en son o başladı sigaraya, bizi ilk o sattı. Hepimizin
aklına girdi. Uğruna yürüdüğümüz, dedi büyük olsun. İyi yaşayalım. Rıza
babasının dükkanında takılırdı yoksa, ben berberde devam ederdim. Mesut’un
sanayide işi iyiydi, belki güreşmeye devam ederdi. İlyas belediyede, Tevfik
kalorifercide kalırdı. Olmadı.
Gene bu aylarda, üstünden 24 sene geçmiş. Her
Cumartesi akşamı olduğu gibi gene içiyoruz, Civan’ın Çayırı’nda, söğüdün
altında. Kerem bayrama gelmiş, yanında iki şişe de bizim oralarda bulunmaz
vodka getirmişti. O gün de sıra Rıza’da, - her hafta birimiz alırdık bir kasa
birayı- kendi Tekel’inden doldurmuş bir kasa birayı Kartal’ın bagajına.
Yavaştan başladık, konuşuyoruz, söylüyoruz, Kerem gelmiş mutluyuz. Birden Kerem
girdi lafa. Böyle böyle dedi, iki dükkan var, birini kapattım bile. Bir evim
var, bir tane daha açarız. Üçer üçer yerleşiriz yolumuzu bulana kadar. Sonra
hepimiz ne istersek ona. Orada para
buradaki gibi değil dedi, bir gelmeye başladı mı çok gelir, istesek de önünü
alamayız. Çok heyecanlıydı, bağırdıkça daha çok, coştukça daha çok. Konuşmasa
da biz onun hayallerini anlar gibiydik, gözlerini yukarıya dikişinden belliydi
kurdukları. Hep daha fazlasından bahsediyordu. Mesut duramadı, tamam kardeşim,
dedi, gelir gelmesine de ya gelmezse, biz her şeyi bırakır ne yaparız ? Kerem
önce yumuşattı bu lafları, kontrolün hep kendisinde olduğu belli oluyordu, geri
kalanımızı hipnoz etmiş gibiydi. Bizi hafiften yokladı, sanki Mesut’u tek
bırakmak ister gibi, bundan emin olunca da, bak kardeşim, dedi, ben bu kadar
adamı, bu kadar kardeşimi emin olmasam işten, yokuşa sürer miyim ? Neyse o gün
öyle bitti, biterken de iyi düşünün, dedi, 4 gün daha buradayım, “he” derseniz
oturur konuşuruz. Benle Tevfik’in aklına yatmıştı, İlyas’la Rıza düşünelim
dediler ama “he” diyecekler belli. Bir tek Mesut karşı çıktı işte ama Mesut
dahil hepimiz onun bir şekilde ikna olacağını biliyorduk. Mesut daha duygusaldı
bizden, kalalım isterdi söğüdün altında. Ömrümüzün sonuna kadar, sadece o kadar
adam, sadece o söğüdün altında kalsak sesini çıkarmazdı. Ama biliyorduk,
gidelim diyecekti.
Eve gittim o gece, ufak bir suyun altına girip,
çektim pijamaları, uzandım yatağa. Olur mu olmaz mı ? Olsa nasıl olur, olmaz
dersem herkes giderse burada tek başına ne yaparım ? Sonra cebimi düşündüm,
Kerem öyle bir etkilemişti ki, sanki gideceğiz daha ikinci ay herkes köşeyi
dönmüş olacak. Kimin kimsenin muhtaçlığı kalmayacak. Burada kalsam, dedim
kendime, ustam ya çok yaşlanacak kendi devredecek ya Allah gecinden versin
toprağa girecek, ancak öyle dükkan bana kalacak. Bizim burada eskiden adet
öyleydi, bir ustanın yanından çıktıysan onun karşısına dükkan açamazdın, açsan
zaten iş yapamazdın, ayıptı. Sevdiğimiz ettiğimiz yoktu ama gün gelip mecbur
evleneceksin. Onu da artık anamın teyzesinin kızı mı olur babamın dayısının kızı
mı olur, anam hangisini beğenirse. Oradan tut elinde kalsın, buradan tut elinde
kalsın, en son dedim tamam ben evet diyorum. Aslında ben Kerem konuşmaya
başladığında evet demiştim de, o gece kendime evet kılıflarını iyice ördüm.
Bayramın 2. akşamıydı. Kerem ya yarının akşamı ya
öbür günün sabahı yola çıkacak, buluştuk yine. Ben aklımdan kurmuştum aslında,
oturur oturmaz, böyle böyle deyip düşündüklerimi anlatıp tamam diyecektim. Ama
bir baktım, sanki geçen günkü adam o değilmiş gibi Mesut girişti lafa: “ Ne bok
yiyoruz ki lan sanki biz burada ? Gidelim amına koyayım, cebimiz para görsün,
biraz da bizim yüzümüz gülsün.” Artık Kerem ne dediyse Mesut hızlanmış. Öyleydi
zaten biraz Mesut, gazı verince elinden gelmeyecek iş yoktu. Sonradan öğrendik
ki, Mesut’un kadınlara biraz zaafı vardı, biraz değil çok zaafı vardı. Kerem
demiş, bak oğlum oranın kadınları buranınkilere benzemez, ayarlarım sana da
bol, şunu da yaparız bunu da yaparız. Konuşmuş işte, Mesut da “he” demiş,
“gidelim amına koyayım.” Kerem iyi bilirdi adamın bam telini, bilmese de
bulurdu, belli Mesut’unkini de bulmuş ve basmıştı. Neyse bu böyle
hararetlenince, ben de verdim peşine gidelim tabi, dedim, anlattım
düşündüklerimi. Tevfik de peşimden geldi. Rıza’yla İlyas kaldı en sona. İlyas
aramızda en sessiziydi zaten, gerimiz tamam dedi miydi, o da tamam bile demez
önden önden yola düşerdi. Babasızlığındandı belki, en az konuşup en çok iş
yapanımız oydu. Neyse, Rıza dedi, benim aklıma yattı yatmasına, herkes tamam
dedikten sonra yok diyecek adam zaten değilim de, Menekşe’yle konuştum, gitme
dedi. Kışa doğru nişanı yaparız, yaza da evimizi kurarız. Ben bilmediğim
etmediğim yerde yaşamam dedi. Ne diyeceğimi bilemedim ben de. Bir daha
konuşayım sizle, dedim. Kerem o dakikaya kadar, sanki barutu yere serpmiş,
kibriti de atmış üzerine, yangının büyümesini izler gibi tek kelime dahi
etmeden bizi izliyordu. Arada, işlerin kendince doğru gitmesinden duyduğu
memnuniyeti dile getirmek ister gibi gülümsüyordu sadece. Geçen gece olduğu
gibi, Rıza’yı da o karşıladı. Tamam kardeşim, dedi, biz sana evlenme düğünü
yapma burada yaşama demiyoruz, gel işimizi kuralım paramızı kazanalım, sonra
geri dön, seni sonra unutacak değiliz ya, yollarız kardan payını, hem belki
senin burada kalman iyi olur, bir evimiz olur burada ha, dedi, hepsini
kapatmayalım. Güldü sonra da, bildiğin kahkaha atarak güldü, hafif gevşemişiz
zaten hepimiz 5 dakika birbirimize baka baka, hiç konuşmadan güldük. Kimse
İlyas’a bakmadı bile, hepimiz tamam dediğinden emindik zaten. Gecenin sonunda
yürürken evlere doğru, Kerem herkes hazırlıklarını tamamlasın o zaman, benden
haber bekleyin, sonra siz de gelin, görün, en son da bitirelim şu işi, dedi.
Müthiş bir güven duyuyorduk o zaman Kerem’e karşı. Sanki Hızır gelmiş yetişmiş,
biz çok büyük bir bataklıktayken kurtarmış hayata tutundurmuştu. Halbuki
sonradan bakınca, biz halimizden gayet memnunduk, öyle durumumuz iyi değildi
ama kötü hiç değildi. Zengin değildik elbette ama çok fakir hiç değildik. En
azından kafamız rahattı. Bizi önce çok kötü olduğumuza inandırdı, sonra da çok
iyisini yapacağına. Yalan yok, inandık.
O geceden sonra aradan çok değil ya bir ya iki hafta
geçti, haber geldi. Hepimiz zaten çoktan hazırlanmışız, Tevfik hariç hiçbirimiz
daha önce görmemişiz İstanbul’u ama hepimizin aklında avcumuzun içi gibi
bildiğimiz bir şehir var, toplamda beş tane şehir, beş İstanbul. Vardık, aldı
bizi Kerem, evi tutmuş dayamış döşemiş elinden geldiğince, mutlu olduk. Hemen
sonraki güne dükkanları gördük, Kerem hiç susmuyor, sanırsın mal sahibi övdükçe
övüyor. İyi dedik, kötüyü görsek şartlanmışız zaten iyi diyeceğiz. Pederlere
haber salındı, krediler hazırlandı, ananın yastık altındaki altınlara uzanıldı,
birikmiş üç beş kuruş ele alındı. Borca girildi velhasıl ama birimizin bile
altında kalacağımız, işin kötüye sürükleneceği yok. İyiydi o sıra her şey iyi.
Birkaç gün aval aval dolandık, gezdik tozduk
avcumuzun içinde. Derken dükkanlar hazırlandı, para ödendi işi kuracağız. Bir
sabah bir uyandık. Ben, Kerem, İlyas bir tarafta kalıyoruz, diğerleri öbür
evde. Uyanınca gördüm bir kağıt mutfakta masanın üstünde, açtım ki Kerem’in
yazısı. Dilim varmıyor aslında kardeşlerim demeye ama affedin beni, etmezsiniz
ama gene de hakkınızı helal edin, diyor. Şaştım kaldım, ne olmuş, ne demek
istemiş. Aklıma intihara gittiği falan geliyor, başka bir şey gelmiyor. Ama
öyle olsa kardeşlerim demeye niye dilin varmasın. Gittim, İlyas’ı uyandırdım,
diğerlerini çağırdım, onlar da iki kat aşağıda oturuyorlardı zaten bizim.
Oturduk düşünüyoruz, ne yapacağız, ne edeceğiz. Gittik çalıştığı yere tabi yok,
ayrılmış iki hafta oldu dediler, polise gittik sonra, bulamadılar falan filan
bu iş bir haftayı buldu ki, haber aldık. Aksaray’da Cerek Selim diye bir adam
varmış, mekanları şunları bunları, bir yandan da müteahhitlik yaparmış. Kerem
onun yanından çıktı. Rıza sinirli, Mesut daha sinirli. Biz gene sakiniz. Herkes
bir şeyler öğrenmek istiyor ama Kerem susuyor, en son Mesut dayanamadı üstüne
yürüdü ki Mesut’un bu Selim’in adamlarından biri silah çekti. Sonra tuttuk tabi
biz bizimkini, gel dedik, siktir et.
İş aslında siktir et deyip geçilebilecek cinsten
değildi, biraz deştik, mücadele ettik ama bir şey çıkmadı, o zamanları
hatırlamak istemem pek, bizimkiler de istemezdi. İnsan kazıklandığını öğrenince
kendinin aptal olduğunu zaten anlıyor ama nasıl kazıklandığını öğrenince… Neyse
onu inşallah yaşamazsın da öğrenmezsin de. Bunu yaşadıktan sonra elde avuçta
bir şey kalmadı, dükkan işi yalan, para kalmadı. İşte orada bir an vardı,
kırılma anı. Geri dönsek belki geri dönerdik, rayına otururdu tekrar her şey. Ama
yüzümüz yoktu galiba dönemedik.
Sonra her şey birkaç yıl içinde çözüldü, hiçbir şey
uzamadı. İlk Mesut gitti. Orada da, Kartal tarafında sanayide işe girdi.
Tutundu da, sevilecek adamdı çünkü. Ama belası işte bir kadınla tanışmış,
geceleri gider gelirmiş. Biraz zaman geçince öğrenmiş ki kadın evli. Adam gece
vardiyasında çalıştığından ev boş. Önce afallamış sonra kadına dayanamamış. İş
uzadıkça uzamış, bizim haberimiz yoktu, en son oldu. Bir gün adam yakalamış,
bir şekilde halletmişler ama bizimki uslanmayıp ikinciye de yakalanınca adam
bizimkinin de kadının da vermiş ağzına mermiyi. Adamı tanımam bilmem belki hala
hapistedir, bizimkini gömdük. Naif çocuktu Mesut, bizden hafif kısa hafif de
genişti. Güreşiyordu işte biz ortaokuldayken, il şampiyonu olmuştu. Sonra
bölgeye gitti, dediğine göre Karadeniz’de de 4. olmuş. Dedim ya önceden şu
dünyada sadece altımız olaydık yaşıyor olurdu şimdi. Ama ilk onu gömdük.
Çok değil gene o sıralar İlyas da tuttu o sıra
belediye üzerinden bulmuş bir şeyler. Bizim oranın başkanı, İlyas’ın dayı
olurdu. İlyas’ı o büyüttü sayılır zaten. Neyse çok deşmeyelim o tarafları, bir
gün bir geldi fırın işine gireceğim dedi, simit yaparım poğaça yaparım açma
yaparım, bulurum bir şekilde yolumu. Şimdi olacak ya da olaydan önce olacak, İlyas
bir işe girecek, ben onu yalnız bırakacağım, hayatta olmaz. Ama o sıralar Kerem
nasıl vurduysa birbirimizin suratına bakamaz olmuştuk, çünkü biraz uzun baksak
birbirimizi suçlayacaktık. Açtı fırınını, ufak da bir çevre. Kazanıyor dedik
herhalde, ulan kazanıyor da bir adam ikinci ayına araba alacak, lüks yaşayacak
parayı kazanamaz ama bizimki yüzüyor. Bizle de irtibatı hafif hafif kesiyordu
ki bir gün öldüğünü öğrendik. Öldürüldüğünü. Ne bok karıştırdıysa pezevenk,
kimin neyinin sınırını deldiyse, mevtayı göremedik bile. Öldürmüşler atmışlar
bir kenara, sorduk soruşturduk da öyle öğrendik. Öyle sessiz, öyle sakin
derdik. 28 sene sustu, yaşadı, 2 ay bağırayım dedi, olmadı. Babası gibi olsun
isterdi zaten, olacaksa – ki mecbur olacak – erken olsun ölüm, alıştırmasın
beni kimseye.
Sonra Tevfik’e oldu olan. O hiç boka bulaşmadı, temiz
yaşadı, dini bütün adamdı zaten. Sadece para kazanayım istedi, yarınki yemeğimi
çıkaracak kadar. O kadar kazandı. Bir otobüs firmasına girdi, gece
direksiyonda, gündüz uykuda, gece yine direksiyonda. Bir süre böyle geçti,
desem ki 5 ay kadar. Televizyondan öğrendim onunkini de, tipik bayram öncesi
trafik kazası, insan bilemiyor. Yanı sıra almış 23 kişiyi de, gitmiş. Tevfik’in
üzerine çok konuşamıyorum. Çünkü bana en çok benzeyen oydu galiba. İlk
arkadaşım, karşı komşumuz. Okulda sıra, mahallede takım arkadaşım. İnce, uzun,
sakalı bir çizgiyle çekilmiş gibi uzayan, yazık bir adamdı. Yazık öldü.
En sona Rıza kaldı, gene o biraz fazla yaşadı. 3-4
sene daha. Fabrikaya girdi, deterjandır çamaşır suyudur üreten bir firma. İyi
de tutundu, çalıştı uzun süre. Bir ara midem ağrıyor demeye başladı, bir iki
gitti geldi ki doktora, mide kanseri dediler. Onu dediler, çok sürmedi. 4 ya da
5 ay sonra onu da gömdüm. Nazlanmadı hiç hastalığa, yok ben duracağım demedi,
gönlü var gibiydi, meyilliydi mezara. Ya böyle işte Ahmet Efendi, gördüğün gibi
anlattıkça azalıyorum. Bir dahakine gel Rıza’dan başlarım daha uzun anlatırım.
-
Peki sen ağbi, sen ne yaptın ?
Ben, o ilk girdiğimiz Kerem’in evinde tam 7 sene daha
yaşadım. Yolu yordamı ben de öğrendim. İş buldum çalıştım, inşaatından
lokantasına işportasına. En son Rıza’nın ölümünden bir iki sene sonraydı,
Hafize Abla haber etti, ustanı kaybettik, gel dükkan başsız kalmasın. Dönüş
öyle. Bir de evlendim ama anamın dayısının kızı falan değil, Menekşe’yle,
Rıza’nın Menekşe’yle. Kız meğer evlenmiş, dul kalmış. Ana yok baba yok ortada.
Ben yalnız meğer o benden daha yalnız. Dost olduk işte öyle. Yuvarlanıp
gidiyoruz. Ha bu arada, ense iyi mi yoksa biraz daha kısaltayım mı ?
mehmet meşe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder