19 Kasım 2013 Salı

Haydar

                Aslında ilk baş böyle değildi, çok güzeldi. Kapalıçarşı’da iki dükkan alıp vuracaktık. Sonra bozuldu. Altı kişiydik biz, Ray Mahallesi’nden. Sırf içinden ray geçiyor diye adı Ray Mahallesi konulmuş bir mahalleden çıktık. Birimiz çirkinsek birimiz uzunduk. Hayat birimize eksik verdiğini hep diğerinde tamamlamış gibiydi. Aslında gelişlere gidişlere daha çocukken alışmıştık, el sallamayı iyi bilirdik. Ama kötülük etmeden büyüyüp kötü olduk. Öğrenmeden becerdik ne becerdiysek, yalnız görerek. Taklit ederek.
          
      İlk Kerem gitti İstanbul’a. Bir iki yaş büyüktü bizden, üniversiteye gitti. Avukat olup çıkacak dedik, sevindik, avukat olup çıktı, gerçekten sevindik. Yol öğrendi, yordam öğrendi, her şeye o çekti bizi. İlk o bıraktı. Aramızda en son o başladı sigaraya, bizi ilk o sattı. Hepimizin aklına girdi. Uğruna yürüdüğümüz, dedi büyük olsun. İyi yaşayalım. Rıza babasının dükkanında takılırdı yoksa, ben berberde devam ederdim. Mesut’un sanayide işi iyiydi, belki güreşmeye devam ederdi. İlyas belediyede, Tevfik kalorifercide kalırdı. Olmadı.
            
    Gene bu aylarda, üstünden 24 sene geçmiş. Her Cumartesi akşamı olduğu gibi gene içiyoruz, Civan’ın Çayırı’nda, söğüdün altında. Kerem bayrama gelmiş, yanında iki şişe de bizim oralarda bulunmaz vodka getirmişti. O gün de sıra Rıza’da, - her hafta birimiz alırdık bir kasa birayı- kendi Tekel’inden doldurmuş bir kasa birayı Kartal’ın bagajına. Yavaştan başladık, konuşuyoruz, söylüyoruz, Kerem gelmiş mutluyuz. Birden Kerem girdi lafa. Böyle böyle dedi, iki dükkan var, birini kapattım bile. Bir evim var, bir tane daha açarız. Üçer üçer yerleşiriz yolumuzu bulana kadar. Sonra hepimiz ne istersek ona. Orada para buradaki gibi değil dedi, bir gelmeye başladı mı çok gelir, istesek de önünü alamayız. Çok heyecanlıydı, bağırdıkça daha çok, coştukça daha çok. Konuşmasa da biz onun hayallerini anlar gibiydik, gözlerini yukarıya dikişinden belliydi kurdukları. Hep daha fazlasından bahsediyordu. Mesut duramadı, tamam kardeşim, dedi, gelir gelmesine de ya gelmezse, biz her şeyi bırakır ne yaparız ? Kerem önce yumuşattı bu lafları, kontrolün hep kendisinde olduğu belli oluyordu, geri kalanımızı hipnoz etmiş gibiydi. Bizi hafiften yokladı, sanki Mesut’u tek bırakmak ister gibi, bundan emin olunca da, bak kardeşim, dedi, ben bu kadar adamı, bu kadar kardeşimi emin olmasam işten, yokuşa sürer miyim ? Neyse o gün öyle bitti, biterken de iyi düşünün, dedi, 4 gün daha buradayım, “he” derseniz oturur konuşuruz. Benle Tevfik’in aklına yatmıştı, İlyas’la Rıza düşünelim dediler ama “he” diyecekler belli. Bir tek Mesut karşı çıktı işte ama Mesut dahil hepimiz onun bir şekilde ikna olacağını biliyorduk. Mesut daha duygusaldı bizden, kalalım isterdi söğüdün altında. Ömrümüzün sonuna kadar, sadece o kadar adam, sadece o söğüdün altında kalsak sesini çıkarmazdı. Ama biliyorduk, gidelim diyecekti.
       
         Eve gittim o gece, ufak bir suyun altına girip, çektim pijamaları, uzandım yatağa. Olur mu olmaz mı ? Olsa nasıl olur, olmaz dersem herkes giderse burada tek başına ne yaparım ? Sonra cebimi düşündüm, Kerem öyle bir etkilemişti ki, sanki gideceğiz daha ikinci ay herkes köşeyi dönmüş olacak. Kimin kimsenin muhtaçlığı kalmayacak. Burada kalsam, dedim kendime, ustam ya çok yaşlanacak kendi devredecek ya Allah gecinden versin toprağa girecek, ancak öyle dükkan bana kalacak. Bizim burada eskiden adet öyleydi, bir ustanın yanından çıktıysan onun karşısına dükkan açamazdın, açsan zaten iş yapamazdın, ayıptı. Sevdiğimiz ettiğimiz yoktu ama gün gelip mecbur evleneceksin. Onu da artık anamın teyzesinin kızı mı olur babamın dayısının kızı mı olur, anam hangisini beğenirse. Oradan tut elinde kalsın, buradan tut elinde kalsın, en son dedim tamam ben evet diyorum. Aslında ben Kerem konuşmaya başladığında evet demiştim de, o gece kendime evet kılıflarını iyice ördüm.
           
     Bayramın 2. akşamıydı. Kerem ya yarının akşamı ya öbür günün sabahı yola çıkacak, buluştuk yine. Ben aklımdan kurmuştum aslında, oturur oturmaz, böyle böyle deyip düşündüklerimi anlatıp tamam diyecektim. Ama bir baktım, sanki geçen günkü adam o değilmiş gibi Mesut girişti lafa: “ Ne bok yiyoruz ki lan sanki biz burada ? Gidelim amına koyayım, cebimiz para görsün, biraz da bizim yüzümüz gülsün.” Artık Kerem ne dediyse Mesut hızlanmış. Öyleydi zaten biraz Mesut, gazı verince elinden gelmeyecek iş yoktu. Sonradan öğrendik ki, Mesut’un kadınlara biraz zaafı vardı, biraz değil çok zaafı vardı. Kerem demiş, bak oğlum oranın kadınları buranınkilere benzemez, ayarlarım sana da bol, şunu da yaparız bunu da yaparız. Konuşmuş işte, Mesut da “he” demiş, “gidelim amına koyayım.” Kerem iyi bilirdi adamın bam telini, bilmese de bulurdu, belli Mesut’unkini de bulmuş ve basmıştı. Neyse bu böyle hararetlenince, ben de verdim peşine gidelim tabi, dedim, anlattım düşündüklerimi. Tevfik de peşimden geldi. Rıza’yla İlyas kaldı en sona. İlyas aramızda en sessiziydi zaten, gerimiz tamam dedi miydi, o da tamam bile demez önden önden yola düşerdi. Babasızlığındandı belki, en az konuşup en çok iş yapanımız oydu. Neyse, Rıza dedi, benim aklıma yattı yatmasına, herkes tamam dedikten sonra yok diyecek adam zaten değilim de, Menekşe’yle konuştum, gitme dedi. Kışa doğru nişanı yaparız, yaza da evimizi kurarız. Ben bilmediğim etmediğim yerde yaşamam dedi. Ne diyeceğimi bilemedim ben de. Bir daha konuşayım sizle, dedim. Kerem o dakikaya kadar, sanki barutu yere serpmiş, kibriti de atmış üzerine, yangının büyümesini izler gibi tek kelime dahi etmeden bizi izliyordu. Arada, işlerin kendince doğru gitmesinden duyduğu memnuniyeti dile getirmek ister gibi gülümsüyordu sadece. Geçen gece olduğu gibi, Rıza’yı da o karşıladı. Tamam kardeşim, dedi, biz sana evlenme düğünü yapma burada yaşama demiyoruz, gel işimizi kuralım paramızı kazanalım, sonra geri dön, seni sonra unutacak değiliz ya, yollarız kardan payını, hem belki senin burada kalman iyi olur, bir evimiz olur burada ha, dedi, hepsini kapatmayalım. Güldü sonra da, bildiğin kahkaha atarak güldü, hafif gevşemişiz zaten hepimiz 5 dakika birbirimize baka baka, hiç konuşmadan güldük. Kimse İlyas’a bakmadı bile, hepimiz tamam dediğinden emindik zaten. Gecenin sonunda yürürken evlere doğru, Kerem herkes hazırlıklarını tamamlasın o zaman, benden haber bekleyin, sonra siz de gelin, görün, en son da bitirelim şu işi, dedi. Müthiş bir güven duyuyorduk o zaman Kerem’e karşı. Sanki Hızır gelmiş yetişmiş, biz çok büyük bir bataklıktayken kurtarmış hayata tutundurmuştu. Halbuki sonradan bakınca, biz halimizden gayet memnunduk, öyle durumumuz iyi değildi ama kötü hiç değildi. Zengin değildik elbette ama çok fakir hiç değildik. En azından kafamız rahattı. Bizi önce çok kötü olduğumuza inandırdı, sonra da çok iyisini yapacağına. Yalan yok, inandık.
              
                   O geceden sonra aradan çok değil ya bir ya iki hafta geçti, haber geldi. Hepimiz zaten çoktan hazırlanmışız, Tevfik hariç hiçbirimiz daha önce görmemişiz İstanbul’u ama hepimizin aklında avcumuzun içi gibi bildiğimiz bir şehir var, toplamda beş tane şehir, beş İstanbul. Vardık, aldı bizi Kerem, evi tutmuş dayamış döşemiş elinden geldiğince, mutlu olduk. Hemen sonraki güne dükkanları gördük, Kerem hiç susmuyor, sanırsın mal sahibi övdükçe övüyor. İyi dedik, kötüyü görsek şartlanmışız zaten iyi diyeceğiz. Pederlere haber salındı, krediler hazırlandı, ananın yastık altındaki altınlara uzanıldı, birikmiş üç beş kuruş ele alındı. Borca girildi velhasıl ama birimizin bile altında kalacağımız, işin kötüye sürükleneceği yok. İyiydi o sıra her şey iyi.
                Birkaç gün aval aval dolandık, gezdik tozduk avcumuzun içinde. Derken dükkanlar hazırlandı, para ödendi işi kuracağız. Bir sabah bir uyandık. Ben, Kerem, İlyas bir tarafta kalıyoruz, diğerleri öbür evde. Uyanınca gördüm bir kağıt mutfakta masanın üstünde, açtım ki Kerem’in yazısı. Dilim varmıyor aslında kardeşlerim demeye ama affedin beni, etmezsiniz ama gene de hakkınızı helal edin, diyor. Şaştım kaldım, ne olmuş, ne demek istemiş. Aklıma intihara gittiği falan geliyor, başka bir şey gelmiyor. Ama öyle olsa kardeşlerim demeye niye dilin varmasın. Gittim, İlyas’ı uyandırdım, diğerlerini çağırdım, onlar da iki kat aşağıda oturuyorlardı zaten bizim. Oturduk düşünüyoruz, ne yapacağız, ne edeceğiz. Gittik çalıştığı yere tabi yok, ayrılmış iki hafta oldu dediler, polise gittik sonra, bulamadılar falan filan bu iş bir haftayı buldu ki, haber aldık. Aksaray’da Cerek Selim diye bir adam varmış, mekanları şunları bunları, bir yandan da müteahhitlik yaparmış. Kerem onun yanından çıktı. Rıza sinirli, Mesut daha sinirli. Biz gene sakiniz. Herkes bir şeyler öğrenmek istiyor ama Kerem susuyor, en son Mesut dayanamadı üstüne yürüdü ki Mesut’un bu Selim’in adamlarından biri silah çekti. Sonra tuttuk tabi biz bizimkini, gel dedik, siktir et.
          
      İş aslında siktir et deyip geçilebilecek cinsten değildi, biraz deştik, mücadele ettik ama bir şey çıkmadı, o zamanları hatırlamak istemem pek, bizimkiler de istemezdi. İnsan kazıklandığını öğrenince kendinin aptal olduğunu zaten anlıyor ama nasıl kazıklandığını öğrenince… Neyse onu inşallah yaşamazsın da öğrenmezsin de. Bunu yaşadıktan sonra elde avuçta bir şey kalmadı, dükkan işi yalan, para kalmadı. İşte orada bir an vardı, kırılma anı. Geri dönsek belki geri dönerdik, rayına otururdu tekrar her şey. Ama yüzümüz yoktu galiba dönemedik.
                Sonra her şey birkaç yıl içinde çözüldü, hiçbir şey uzamadı. İlk Mesut gitti. Orada da, Kartal tarafında sanayide işe girdi. Tutundu da, sevilecek adamdı çünkü. Ama belası işte bir kadınla tanışmış, geceleri gider gelirmiş. Biraz zaman geçince öğrenmiş ki kadın evli. Adam gece vardiyasında çalıştığından ev boş. Önce afallamış sonra kadına dayanamamış. İş uzadıkça uzamış, bizim haberimiz yoktu, en son oldu. Bir gün adam yakalamış, bir şekilde halletmişler ama bizimki uslanmayıp ikinciye de yakalanınca adam bizimkinin de kadının da vermiş ağzına mermiyi. Adamı tanımam bilmem belki hala hapistedir, bizimkini gömdük. Naif çocuktu Mesut, bizden hafif kısa hafif de genişti. Güreşiyordu işte biz ortaokuldayken, il şampiyonu olmuştu. Sonra bölgeye gitti, dediğine göre Karadeniz’de de 4. olmuş. Dedim ya önceden şu dünyada sadece altımız olaydık yaşıyor olurdu şimdi. Ama ilk onu gömdük.
             
   Çok değil gene o sıralar İlyas da tuttu o sıra belediye üzerinden bulmuş bir şeyler. Bizim oranın başkanı, İlyas’ın dayı olurdu. İlyas’ı o büyüttü sayılır zaten. Neyse çok deşmeyelim o tarafları, bir gün bir geldi fırın işine gireceğim dedi, simit yaparım poğaça yaparım açma yaparım, bulurum bir şekilde yolumu. Şimdi olacak ya da olaydan önce olacak, İlyas bir işe girecek, ben onu yalnız bırakacağım, hayatta olmaz. Ama o sıralar Kerem nasıl vurduysa birbirimizin suratına bakamaz olmuştuk, çünkü biraz uzun baksak birbirimizi suçlayacaktık. Açtı fırınını, ufak da bir çevre. Kazanıyor dedik herhalde, ulan kazanıyor da bir adam ikinci ayına araba alacak, lüks yaşayacak parayı kazanamaz ama bizimki yüzüyor. Bizle de irtibatı hafif hafif kesiyordu ki bir gün öldüğünü öğrendik. Öldürüldüğünü. Ne bok karıştırdıysa pezevenk, kimin neyinin sınırını deldiyse, mevtayı göremedik bile. Öldürmüşler atmışlar bir kenara, sorduk soruşturduk da öyle öğrendik. Öyle sessiz, öyle sakin derdik. 28 sene sustu, yaşadı, 2 ay bağırayım dedi, olmadı. Babası gibi olsun isterdi zaten, olacaksa – ki mecbur olacak – erken olsun ölüm, alıştırmasın beni kimseye.
       
         Sonra Tevfik’e oldu olan. O hiç boka bulaşmadı, temiz yaşadı, dini bütün adamdı zaten. Sadece para kazanayım istedi, yarınki yemeğimi çıkaracak kadar. O kadar kazandı. Bir otobüs firmasına girdi, gece direksiyonda, gündüz uykuda, gece yine direksiyonda. Bir süre böyle geçti, desem ki 5 ay kadar. Televizyondan öğrendim onunkini de, tipik bayram öncesi trafik kazası, insan bilemiyor. Yanı sıra almış 23 kişiyi de, gitmiş. Tevfik’in üzerine çok konuşamıyorum. Çünkü bana en çok benzeyen oydu galiba. İlk arkadaşım, karşı komşumuz. Okulda sıra, mahallede takım arkadaşım. İnce, uzun, sakalı bir çizgiyle çekilmiş gibi uzayan, yazık bir adamdı. Yazık öldü.

                En sona Rıza kaldı, gene o biraz fazla yaşadı. 3-4 sene daha. Fabrikaya girdi, deterjandır çamaşır suyudur üreten bir firma. İyi de tutundu, çalıştı uzun süre. Bir ara midem ağrıyor demeye başladı, bir iki gitti geldi ki doktora, mide kanseri dediler. Onu dediler, çok sürmedi. 4 ya da 5 ay sonra onu da gömdüm. Nazlanmadı hiç hastalığa, yok ben duracağım demedi, gönlü var gibiydi, meyilliydi mezara. Ya böyle işte Ahmet Efendi, gördüğün gibi anlattıkça azalıyorum. Bir dahakine gel Rıza’dan başlarım daha uzun anlatırım.

-          Peki sen ağbi, sen ne yaptın ?
              
  Ben, o ilk girdiğimiz Kerem’in evinde tam 7 sene daha yaşadım. Yolu yordamı ben de öğrendim. İş buldum çalıştım, inşaatından lokantasına işportasına. En son Rıza’nın ölümünden bir iki sene sonraydı, Hafize Abla haber etti, ustanı kaybettik, gel dükkan başsız kalmasın. Dönüş öyle. Bir de evlendim ama anamın dayısının kızı falan değil, Menekşe’yle, Rıza’nın Menekşe’yle. Kız meğer evlenmiş, dul kalmış. Ana yok baba yok ortada. Ben yalnız meğer o benden daha yalnız. Dost olduk işte öyle. Yuvarlanıp gidiyoruz. Ha bu arada, ense iyi mi yoksa biraz daha kısaltayım mı ?

mehmet meşe

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder