1.
Otobüs
yolculukları hep birbirine benzer zaten. Hele bu mevsimde. Daha hissedilir bir
ayrılık tadı vardır, daha sert bir tat. Rüzgar çok üşütmez ama hırka giymek
zorunda bırakır insanı. Zaten hırka geçiş mevsimlerini saptayan bir ayraçtır.
Güz geldiğini de hırkalardan anlarsınız, bahar geldiğini de. Yanıldığı pek
görülmemiştir. Ayrılığın kokusu sinmiştir, çıkmaz hırkaların üzerinden. Bu
yolculukları iyi bilenler, ne zaman bir hırka görseler sevdikleri bir şeyden
ayrılacaklarını düşünürler. Korkarlar.
Çalışmayan kadınlar bütün bir yazı köylerinde
geçirmişlerdir. Kış yiyecekleri hazırlamışlar, neredeyse hiç para harcamamışlar
ve çocukların biraz olsun topun nereye gideceğini düşünmeden topa vurabileceği
yerlerde top oynamalarını sağlamışlardır. Şimdi ise ellerinde birkaç çuvalla
birlikte muavinle bagaj tartışması yapmaktadırlar. Kesinlikle galip gelecekleri
bir tartışmadır bu. Ve genelde iki çocuğuyla birlikte iki otobüs bileti
almıştır. Aklından geçen ise sağ salim İstanbul’a varmak ve kendisi ile cam
arasına sıkıştıracağı iki çocuğunun yol boyu mızmızlanmamasıdır. Garip bir
insan tipidir bu kadın. Evrende bu tip kadınlardan daha kolay memnun olabilecek
başka bir cins bulamazsınız. Çünkü ona istediğini verdiğinizde asla bir istekte
daha bulunmaz. Sizden isteyecekleri de zaten asla ortalamanın üstüne çıkmaz.
Çok bulaşık çıkmamışsa makinede biriktirmez onları, elinde yıkar. Gidip eteği
hazır almaz, mümkünse kumaşını bulur kendi diker. Kendi bir lokma yediyse,
çocuklarına iki lokma yedirmeden rahat edemez. Velhasıl modern insana terstir
her yönüyle. Bir insan tipi daha vardır bu otobüslerde. Onlar erkektir genelde.
Çocukluğundan beri hep birilerinin onun emri altında olmasını istemiş ama hiç
başaramamıştır. Ona saygı duymaz kimse, ki duyması için de hiç sebep yoktur.
Sırf bu yüzden fırsatını bulduğunda emir vermekten asla geri kalmaz. Muavin
onun için bir avdır bu anlamda. Olabildiğince hizmetinde tutmaya çalışır onu.
Mola yerlerinde de garsonlara aynı şekilde davranır. İnsanları yargılamak, bir
insana göstermeniz gereken son silahınızdır aslında. Ama ille de bu silahınızı
kullanmanız gerekirse, insanların size karşı davranışlarını değil, diğer
insanlara karşı davranışlarını yargılamalısınızdır. Çünkü en doğru sonucu ancak
böyle alabilirsiniz. Bu durum, yargılamaların olabilecek en tarafsız ve en
akılcı yoludur. Bu tip insanlara karşı çoğunluk, o son silahınızı kullanmanız
gerekir ve dakikalarca istemeden de olsa maruz kaldığınız o bütün diyalog ve
tavırları yargılarsınız. Kaçınılmaz olarak da onları aptal statüsüne mahkum
edersiniz.
Eren, sigarasını yayvan tabla üzerinde yumuşakça
ezdikten sonra saatine baktı. Henüz hareket saatine on dakika vardı. Gözleri
kalabalık arasında muavini aradı, beyaz gömleği ve bordo yeleği sayesinde
muavini bulmak zor olmadı. Birinci tip kadınla elbette ki bagaj
tartışmasındaydı. Alamayacağını bile bile ekstra yük için kadından para
istiyordu. Eren, bir sigara daha yakma tereddütünü çabuk aştı, sigarayı yaktı
ve etrafını gözlemeye devam etti. Hissettiği hafif ürperiş vücudunda bir haz
yarattı. Bunun üzerine hırkasının önünü kapattı. Sol avcunun içine sıkıştırdığı
hırkasının ucunu da tutup sağ koltukaltının altına sokuşturdu. Sağ eli ise iki
parmağının arasına sıkıştırılmış sigarayla birlikte dudaklarının tam karşısında
duruyor ve o el asla inmiyordu. Sigara içen birinin sağ eli her zaman üşümeye
mahkumdur zaten, Eren de bu kuralı bozmuyordu. Çevrede aslında oldukça büyük
bir gürültü kendini hissettiriyordu fakat Eren bunları hiç önemsemediğini
kendine ispatlamak istercesine kafasını çok yavaş şekilde çeviriyordu, hiçbir
şeye tepki vermiyordu. Devamlı olarak otobüsler geliyor ve gidiyorlardı.
İnsanlar da öyle. Herkesi yolcu etmeye gelmiş akrabalar ve arkadaşlar yüzünden
gardaki toplam insan sayısı yolcu sayısının üç dört katı kadardı. Eren’in bu
orana hiçbir katkısı yoktu. Hareket saatinin geldiğini anonslardan anlamak
mümkün değildi. O boğuk sesin arasında, tümü birbirine benzeyen anonsların
kendi seferine ait olup olmadığını ayırt etmek neredeyse imkansızdı. Eren
tekrar saatini kontrol etti ve sigarasını yayvan tabla üzerinde yumuşakça
ezerek orta kapıya doğru hareketlendi.
Otobüs, gardakilerin şoföre geri gelmede yardım
amaçlı “Gel, gel, dur!” bağırışlarıyla birlikte hareket etmeye başladı. Bu
hareket tanıdıklarını yolcu etmeye gelenlerin oluşturduğu koridorun arasından
çok yavaş ve dikkatli bir şekilde oluyordu. Çevredekiler ellerini sallıyordu.
El sallama hareketi herkeste aynıydı ama herkes bu harekete farklı anlamlar
yüklüyordu. Dolan gözlerini saklamayanlar, göstermek istemeyenler, bir
yolculuğun heyecanıyla mutlu olanlar, umutlular, yalnızlığa ilerleyenler… Hepsi
ama hepsi el sallıyordu. Eren ise ne hissettiğini kendisi de saptayamıyordu. El
sallayanlardan gözlerini kaçırıyordu. Hep böyle oluyordu Eren için yer
değiştirmeler. Bir adımını eşiğin bu yanına, diğer adımını öte yanına
koyuyordu. Ama hiçbir zaman tamamıyla bir tarafta tutamıyordu kendini. İnsanlar
koşarlarken ayaklarının ikisinin de havada olduğu anlar olur. Bir isyandır bu
yerküreye bir anlamda. Ona güven duymayabileceğinin bir göstergesidir. Ama
atlar koşarlarken ya arka ayakları ya da ön ayakları yere illa değer. Bu
kendini, kendinden daha büyük bir güce yaslamadır, güven duyup düşünmemektir,
isyan güdüsünün bastırılmasıdır. Eren bu yönüyle insanlardan hayli ayrılıyordu.
Daha kopamayan bir tip, daha noksan. Noksanlığını tamamlamak yerine, ona
arkasını dönmeyi tercih eden bir tip. Noksanlığını aşı vurulmuş sol kolu gibi
sakınan bir tip.
Otobüs bir süre sonra düz yola düştü. Hız arttı,
yolcular koltuklara iyice yerleşip gevşediler. Eren, otobüsün en arkasının
yalnızca iki koltuk önünde sol tarafta cam kenarında oturuyordu. Kafasını
kaldırmasıyla aksi yöne saçaklanan eller gördü. Bu eller çalışmaya başlayan
klimalar sonrası kafalarının tam üstlerindeki dört beş düğmenin ne işe
yaradığının çözmek için havaya kalkmıştı. Eren ne kafasına doğru gelen havayla
ne de üstündeki düğmelerle ilgilenmedi. Hafifçe ayaklarının önüne doğru eğilip
çantasından müzikçalarını çıkardı ve bir insanın uzun gece yolculuğunda ne
dinlemesi gerekiyorsa onları dinlemeye başladı. Yani onlar, biraz Veysel, biraz
Mahzuni, biraz Neşet. Bir ölüme üzülmek için sebebe ihtiyacınız yoktur.
Karşılaşılan her ölüm, ölenden ziyade bize henüz kimsenin kaçmayı başaramadığı
sonu bir kez daha hatırlattığı için üzülmeyi hak eder. Ama bir ölüme daha çok
üzülmeniz ancak ölenle aranızdaki paylaşımın fazlalığıyla mümkündür. Hayatınız
boyunca sırf amcanız ya da dayınız olduğu için yan yana gelmek zorunda
kaldığınız insanların ölümüne, yıllarca alışveriş yaptığınız ve size her akşam
bir tane ekmek ayıran bakkalın ölümünden daha az gözyaşı ayırmanızın yalnız
sebebi budur. Bir müzisyenin, hatta bir müzisyenin ötesinde sanki yazdığı bütün
türküleri yalnızca siz dinleyesiniz diye yazmış olan bir adamın ölümüne daha
üzülmenin de yalnız sebebi budur. Eren hazır yapacak hiçbir şeyi yokken, kendisine yazılmış gibi duran bütün
türkülerle birlikte biraz daha Neşet’e üzüldü.
Otobüsün ışıkları birkaç yalpalamadan sonra tamamen
yandı. Muavinin sesi otobüsün içine yayıldı. Eren’in kulaklarında yalnızca
Frigya dinlenme tesislerine geldikleri ve yarım saatlik bir mola verildiği kaldı.
Zaten bu kadarı yeterliydi. Otobüsüm ışıkları ilk yaktığındaki homurdanmalar
yerini yavaşça fren seslerine bıraktı. Eren saatine baktı, üçü on geçiyordu.
Otobüsün arka koltukları, kapıların açılmasıyla hızla boşaldı. Genelini ön
koltuklarda bulunanların oluşturduğu bir kısım yolcu tekrar gözlerini
kapadılar. Bazıları hiç uyanmamıştı bile. Eren otobüsten indikten sonra önce
tuvalete ardından da lokanta bölümüne geçti. Sulu yemeklerin olduğu bölümün
hemen sonunda, soğuk ve lezzetli olmadıkları görünüşlerinden belli olan
gözlemeler vardı. Patatesli, patlıcanlı, peynirli… Tadı güzel olmasa da gözleme
gözlemeydi. Fakat bir beş dakika sonra Eren kendini çok zorlasa da gözlemenin
tamamını bitiremedi. Otobüse geçti. Biraz sonra boğuk anonsların arasında, kendi
otobüsününki geçti. Birkaç dakika sonra da otobüsün ışıkları tekrar söndü.
Güneşin hafifçe yükselmesiyle birlikte Eren’in yarım
saatte bir bölünen uykusu tamamen uzaklaştı. Hala açık olan müzikçaları bir
şeyler fısıldamaya devam ediyordu. Etrafı izlemeye koyuldu. Etraf uçsuz
bucaksız çıplak topraktı. Doğanın insana verdiği en terk edilmez hediye olan
topraklar, yeniden ekilip bire beş vermeden önce dinlenmesinin son demlerini
yaşıyordu. Tarihte yanılsamaya çalmayan tek mutluluğun toprak olduğunu Eren henüz
bilmiyordu. Fakat o da her insan gibi, eğer ömrü çok kısa sürmezse, bunu
öğrenecekti.
Otobüsün İstanbul’a yaklaştığı havanın renginden
anlaşıyordu. Gebze taraflarına geldikten sonra daha kasvetli, daha isli, daha
karamsar bir renge bürünüyordu çünkü hava. Bu durum kuşkusuz buralarda yaşamak
zorunda kalan insanların tamamının karakterine yansıyordu. Bu ufak ama sıkışmış
bölgenin insanları, diğer insanlara göre hep daha mutsuz, hep daha muhtaç
insanlar oluyorlardı git gide. Kuşaktan kuşağa çoğalan bu durum gelecek
nesiller açısından ciddi bir kaygı oluşturuyordu. Eren de tıpkı bu milyonlar
gibi daha muhtaç bir insandı. Güneşin yükselmesine rağmen hava henüz pek de
ısınmış sayılmazdı. Etrafta gözüken arabaların sayısı da otobüsün içindeki
gözünü açmış insanların sayısı da artmıştı. Çocuklarını camla kendisi arasına
sıkıştırmış iki biletli kadın amacına ulaşmak üzere mutluydu. Eren ise ne
hissettiğini hala kestirememişti. Esenler, bu ne hissettiğini hala kestirememiş
insanı karşılamaya hazırdı. Zaten Esenler günün her saati, her türden insanı
karşılamaya hazırdı. Bu otogar, dünyada görüp görebileceğiniz en garip yerdi
belki de. Aklınızın alabileceğinin daha üstünde hikayelere sahip olan bütün
insanlar, İstanbul’a kaçmak için de, İstanbul’dan kaçmak için de burayı
kullanıyordu çünkü. Çünkü İstanbul sıradan insanlar için değil, kaçan insanlar
için yüzyıllarca hazırlanmış bir şehirdi.
Eren otomatik kapıya asılıp açmaya çalıştı. Var olan
tüm gücünü boşaltsa da kapı açılmadı. Arkadan sert bir ses Eren’e yöneldi. Eren’in
muhtemelen uykusuzluğu ve yorgunluğu bu otomatik kapı savaşına sebep olmuştu
ama bu bağırtı onu kendine getirdi. Bir anda kalp atışları hızlandı. Arkasına
dönmesi yalnızca bir saniyesini alsa da, o bir saniyede türlü senaryolar içinde
şoförle kavga etti. Vurdu, vuruldu, kalabalık geldi, zor yatıştı ortalık.
Kısaca her şey oldu ama bir tek gerçekte yaşanacak şey olmamıştı. Eren döndüğü
gibi durumu çaktı. Hata etmenin verdiği utangaçlığı çekip yüzüne özür diledi.
İkinci tip insanlardan olması muhtemel bu şoför bir-iki bilmişlik koyup ortaya,
tespihiyle Eren’e binmesini işaret etti. Servis hareket etti. Eren, her kış
haberlere “su basılmış” evleriyle çıkıp meşhur olan Alibeyköy’ü izliyordu.
Buradaki tüm apartmanlar yamaca yapılmış olduğundan, bir tarafta giriş katı
olan daire, diğer yanda üçüncü kat olabiliyordu. Bu her gördüğünüzde bir kez
daha şaşırmanız gereken ve insanların gülüncüne giden bir şeydi. Eren de hafif
gülümsedi. Esasında bu durum, sonuçlarına bakarsak, insanların üzülmesi gereken
bir durumdu. Fakat İstanbul insanı, nerede gülüp nerede üzüleceğini pek
bilmediğinden buna da gülüp geçiyordu. Burada yetişen çocukların oyunları da
diğer semtlerin çocuklarına göre oldukça farklıydı. Yüz metrelik rampanın
tepesinden aşağı, bisiklet üzerinde ellerini bırakıp yarışırlar mesela. Bu
yarışlar ya beş saniyelik bir korna sesiyle, ya acı frenle ya da kolu üç
yerinden kırılmış bir çocuğun ağlama sesiyle noktalanır.
Eren iki ay önce servise bindiği yerde, bu sefer
servisten indi. Sağına baktı, sonra arkasına döndü. Boş giden Eminönü tramvayı
imrendi biraz. Bir sigara çıkarıp kaldırımın arkasına doğru oturdu. Gözüne
görme engelliler için yapılmış özel yol çarptı. Bu durumda hiçbir payı olmasa
da çok mutlu oldu. Bu yolun görme engelliler için olduğunu öğrenmeden önceki
hali geldi aklına, güldü. “Düz bir
kaldırımın ortasına bir mühendis niye çatallı sarı bir şerit çizer ki?”
sorusunu sorup, utandığı günü hatırladı. Sigarasını iyice çekti içine, kalktı.
Dayısının ölümünden daha çok üzüldüğü tekele uğradı. Artık orası Kamil Ağbi’nin
oğlunundu. Kamil Ağbi ki Saray Meydanı’nın en güzel insanı. Tek geçtiği atların
hepsi gelen, her akşam tanıdıklara birer ekmek ayıran, biranın yanına çerezi,
şarabın yanına kaşarı hediye veren Kamil Ağbi. Meydan üçüncü kalp krizine karşı
gelemeyen bu adamın eksikliğine hala alışamamış görünüyordu. İdris Amca’nın
ganyan bayisi o günden beri daha boş mesela. Eren bozuk gülümsemesiyle birlikte
bir ekmek alıp ayrıldı tekelden. On metre ötedeki kahvaltıcıdan bal-kaymak
ikilisini de doldurup poşetini üç dakika ötedeki eve yollandı. Kimseyi rahatsız
etmeyeyim diye zile basmadı, anahtarla girdi içeri. Tam dört numaranın önüne
geldiğinde durdu. İçerden her zamanki Gülşen Abla’nın bağırışları yükseliyordu.
“Gerizekalı Berk, ben sana o sütün hepsi bitecek
demedim mi? Yumurtanı da bitirmemişsin, boşuna mı yaptım ben o yumurtayı?
Çoraplarını çıkar, kaç kere dedim aynı çorabı iki gün giymeyeceksin diye?”
Eren en azından dört numarada pek bir şeyin
değişmediğini anlayıp sevindi. Yalnızca bir kat daha çıktıktan sonra kendi
oturdukları eve, yani yedi numaraya geldi. İçerden gelen sesleri dinlerken
Eren, bir insan bir şeyi ne kadar özleyebilirse, bu evdekileri de o kadar
özlediğini fark etti. Kapıyı açtı. “Ağbiiii.” bağırışları eşliğinde Mert
kucağına atladı. Öpüştüler, sarıldılar. Eren, kucağında Mertle birlikte güzel
kokular duyduğu mutfağa doğru yürüdü. Farkında olmadan yanaklarına kadar
açılmış dudaklarıyla birlikte Cemil’i gördü. Tam ben de uyuyorsunuz diye
düşünmüştüm şeklinde açıklamalara girişecekti ki Cemil hemen araya girdi,
Eren’e sarılıp konuştu:
“Ne uyuması oğlum senin geleceğin gün uyunur mu? Geç
otur, kızartma yaptım. En altta patatesler, yanına doğru patlıcanla kabak.
Üstüne de domatesle biber.”
memet meşe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder