21 Aralık 2012 Cuma

Bir Başka Roman Tefrikası


1.

Otobüs yolculukları hep birbirine benzer zaten. Hele bu mevsimde. Daha hissedilir bir ayrılık tadı vardır, daha sert bir tat. Rüzgar çok üşütmez ama hırka giymek zorunda bırakır insanı. Zaten hırka geçiş mevsimlerini saptayan bir ayraçtır. Güz geldiğini de hırkalardan anlarsınız, bahar geldiğini de. Yanıldığı pek görülmemiştir. Ayrılığın kokusu sinmiştir, çıkmaz hırkaların üzerinden. Bu yolculukları iyi bilenler, ne zaman bir hırka görseler sevdikleri bir şeyden ayrılacaklarını düşünürler. Korkarlar.
             
   Çalışmayan kadınlar bütün bir yazı köylerinde geçirmişlerdir. Kış yiyecekleri hazırlamışlar, neredeyse hiç para harcamamışlar ve çocukların biraz olsun topun nereye gideceğini düşünmeden topa vurabileceği yerlerde top oynamalarını sağlamışlardır. Şimdi ise ellerinde birkaç çuvalla birlikte muavinle bagaj tartışması yapmaktadırlar. Kesinlikle galip gelecekleri bir tartışmadır bu. Ve genelde iki çocuğuyla birlikte iki otobüs bileti almıştır. Aklından geçen ise sağ salim İstanbul’a varmak ve kendisi ile cam arasına sıkıştıracağı iki çocuğunun yol boyu mızmızlanmamasıdır. Garip bir insan tipidir bu kadın. Evrende bu tip kadınlardan daha kolay memnun olabilecek başka bir cins bulamazsınız. Çünkü ona istediğini verdiğinizde asla bir istekte daha bulunmaz. Sizden isteyecekleri de zaten asla ortalamanın üstüne çıkmaz. Çok bulaşık çıkmamışsa makinede biriktirmez onları, elinde yıkar. Gidip eteği hazır almaz, mümkünse kumaşını bulur kendi diker. Kendi bir lokma yediyse, çocuklarına iki lokma yedirmeden rahat edemez. Velhasıl modern insana terstir her yönüyle. Bir insan tipi daha vardır bu otobüslerde. Onlar erkektir genelde. Çocukluğundan beri hep birilerinin onun emri altında olmasını istemiş ama hiç başaramamıştır. Ona saygı duymaz kimse, ki duyması için de hiç sebep yoktur. Sırf bu yüzden fırsatını bulduğunda emir vermekten asla geri kalmaz. Muavin onun için bir avdır bu anlamda. Olabildiğince hizmetinde tutmaya çalışır onu. Mola yerlerinde de garsonlara aynı şekilde davranır. İnsanları yargılamak, bir insana göstermeniz gereken son silahınızdır aslında. Ama ille de bu silahınızı kullanmanız gerekirse, insanların size karşı davranışlarını değil, diğer insanlara karşı davranışlarını yargılamalısınızdır. Çünkü en doğru sonucu ancak böyle alabilirsiniz. Bu durum, yargılamaların olabilecek en tarafsız ve en akılcı yoludur. Bu tip insanlara karşı çoğunluk, o son silahınızı kullanmanız gerekir ve dakikalarca istemeden de olsa maruz kaldığınız o bütün diyalog ve tavırları yargılarsınız. Kaçınılmaz olarak da onları aptal statüsüne mahkum edersiniz.
             
   Eren, sigarasını yayvan tabla üzerinde yumuşakça ezdikten sonra saatine baktı. Henüz hareket saatine on dakika vardı. Gözleri kalabalık arasında muavini aradı, beyaz gömleği ve bordo yeleği sayesinde muavini bulmak zor olmadı. Birinci tip kadınla elbette ki bagaj tartışmasındaydı. Alamayacağını bile bile ekstra yük için kadından para istiyordu. Eren, bir sigara daha yakma tereddütünü çabuk aştı, sigarayı yaktı ve etrafını gözlemeye devam etti. Hissettiği hafif ürperiş vücudunda bir haz yarattı. Bunun üzerine hırkasının önünü kapattı. Sol avcunun içine sıkıştırdığı hırkasının ucunu da tutup sağ koltukaltının altına sokuşturdu. Sağ eli ise iki parmağının arasına sıkıştırılmış sigarayla birlikte dudaklarının tam karşısında duruyor ve o el asla inmiyordu. Sigara içen birinin sağ eli her zaman üşümeye mahkumdur zaten, Eren de bu kuralı bozmuyordu. Çevrede aslında oldukça büyük bir gürültü kendini hissettiriyordu fakat Eren bunları hiç önemsemediğini kendine ispatlamak istercesine kafasını çok yavaş şekilde çeviriyordu, hiçbir şeye tepki vermiyordu. Devamlı olarak otobüsler geliyor ve gidiyorlardı. İnsanlar da öyle. Herkesi yolcu etmeye gelmiş akrabalar ve arkadaşlar yüzünden gardaki toplam insan sayısı yolcu sayısının üç dört katı kadardı. Eren’in bu orana hiçbir katkısı yoktu. Hareket saatinin geldiğini anonslardan anlamak mümkün değildi. O boğuk sesin arasında, tümü birbirine benzeyen anonsların kendi seferine ait olup olmadığını ayırt etmek neredeyse imkansızdı. Eren tekrar saatini kontrol etti ve sigarasını yayvan tabla üzerinde yumuşakça ezerek orta kapıya doğru hareketlendi. 
            
    Otobüs, gardakilerin şoföre geri gelmede yardım amaçlı “Gel, gel, dur!” bağırışlarıyla birlikte hareket etmeye başladı. Bu hareket tanıdıklarını yolcu etmeye gelenlerin oluşturduğu koridorun arasından çok yavaş ve dikkatli bir şekilde oluyordu. Çevredekiler ellerini sallıyordu. El sallama hareketi herkeste aynıydı ama herkes bu harekete farklı anlamlar yüklüyordu. Dolan gözlerini saklamayanlar, göstermek istemeyenler, bir yolculuğun heyecanıyla mutlu olanlar, umutlular, yalnızlığa ilerleyenler… Hepsi ama hepsi el sallıyordu. Eren ise ne hissettiğini kendisi de saptayamıyordu. El sallayanlardan gözlerini kaçırıyordu. Hep böyle oluyordu Eren için yer değiştirmeler. Bir adımını eşiğin bu yanına, diğer adımını öte yanına koyuyordu. Ama hiçbir zaman tamamıyla bir tarafta tutamıyordu kendini. İnsanlar koşarlarken ayaklarının ikisinin de havada olduğu anlar olur. Bir isyandır bu yerküreye bir anlamda. Ona güven duymayabileceğinin bir göstergesidir. Ama atlar koşarlarken ya arka ayakları ya da ön ayakları yere illa değer. Bu kendini, kendinden daha büyük bir güce yaslamadır, güven duyup düşünmemektir, isyan güdüsünün bastırılmasıdır. Eren bu yönüyle insanlardan hayli ayrılıyordu. Daha kopamayan bir tip, daha noksan. Noksanlığını tamamlamak yerine, ona arkasını dönmeyi tercih eden bir tip. Noksanlığını aşı vurulmuş sol kolu gibi sakınan bir tip.
        
     Otobüs bir süre sonra düz yola düştü. Hız arttı, yolcular koltuklara iyice yerleşip gevşediler. Eren, otobüsün en arkasının yalnızca iki koltuk önünde sol tarafta cam kenarında oturuyordu. Kafasını kaldırmasıyla aksi yöne saçaklanan eller gördü. Bu eller çalışmaya başlayan klimalar sonrası kafalarının tam üstlerindeki dört beş düğmenin ne işe yaradığının çözmek için havaya kalkmıştı. Eren ne kafasına doğru gelen havayla ne de üstündeki düğmelerle ilgilenmedi. Hafifçe ayaklarının önüne doğru eğilip çantasından müzikçalarını çıkardı ve bir insanın uzun gece yolculuğunda ne dinlemesi gerekiyorsa onları dinlemeye başladı. Yani onlar, biraz Veysel, biraz Mahzuni, biraz Neşet. Bir ölüme üzülmek için sebebe ihtiyacınız yoktur. Karşılaşılan her ölüm, ölenden ziyade bize henüz kimsenin kaçmayı başaramadığı sonu bir kez daha hatırlattığı için üzülmeyi hak eder. Ama bir ölüme daha çok üzülmeniz ancak ölenle aranızdaki paylaşımın fazlalığıyla mümkündür. Hayatınız boyunca sırf amcanız ya da dayınız olduğu için yan yana gelmek zorunda kaldığınız insanların ölümüne, yıllarca alışveriş yaptığınız ve size her akşam bir tane ekmek ayıran bakkalın ölümünden daha az gözyaşı ayırmanızın yalnız sebebi budur. Bir müzisyenin, hatta bir müzisyenin ötesinde sanki yazdığı bütün türküleri yalnızca siz dinleyesiniz diye yazmış olan bir adamın ölümüne daha üzülmenin de yalnız sebebi budur. Eren hazır yapacak hiçbir şeyi yokken,  kendisine yazılmış gibi duran bütün türkülerle birlikte biraz daha Neşet’e üzüldü. 
        
    Otobüsün ışıkları birkaç yalpalamadan sonra tamamen yandı. Muavinin sesi otobüsün içine yayıldı. Eren’in kulaklarında yalnızca Frigya dinlenme tesislerine geldikleri ve yarım saatlik bir mola verildiği kaldı. Zaten bu kadarı yeterliydi. Otobüsüm ışıkları ilk yaktığındaki homurdanmalar yerini yavaşça fren seslerine bıraktı. Eren saatine baktı, üçü on geçiyordu. Otobüsün arka koltukları, kapıların açılmasıyla hızla boşaldı. Genelini ön koltuklarda bulunanların oluşturduğu bir kısım yolcu tekrar gözlerini kapadılar. Bazıları hiç uyanmamıştı bile. Eren otobüsten indikten sonra önce tuvalete ardından da lokanta bölümüne geçti. Sulu yemeklerin olduğu bölümün hemen sonunda, soğuk ve lezzetli olmadıkları görünüşlerinden belli olan gözlemeler vardı. Patatesli, patlıcanlı, peynirli… Tadı güzel olmasa da gözleme gözlemeydi. Fakat bir beş dakika sonra Eren kendini çok zorlasa da gözlemenin tamamını bitiremedi. Otobüse geçti. Biraz sonra boğuk anonsların arasında, kendi otobüsününki geçti. Birkaç dakika sonra da otobüsün ışıkları tekrar söndü.
   
   Güneşin hafifçe yükselmesiyle birlikte Eren’in yarım saatte bir bölünen uykusu tamamen uzaklaştı. Hala açık olan müzikçaları bir şeyler fısıldamaya devam ediyordu. Etrafı izlemeye koyuldu. Etraf uçsuz bucaksız çıplak topraktı. Doğanın insana verdiği en terk edilmez hediye olan topraklar, yeniden ekilip bire beş vermeden önce dinlenmesinin son demlerini yaşıyordu. Tarihte yanılsamaya çalmayan tek mutluluğun toprak olduğunu Eren henüz bilmiyordu. Fakat o da her insan gibi, eğer ömrü çok kısa sürmezse, bunu öğrenecekti.
  
     Otobüsün İstanbul’a yaklaştığı havanın renginden anlaşıyordu. Gebze taraflarına geldikten sonra daha kasvetli, daha isli, daha karamsar bir renge bürünüyordu çünkü hava. Bu durum kuşkusuz buralarda yaşamak zorunda kalan insanların tamamının karakterine yansıyordu. Bu ufak ama sıkışmış bölgenin insanları, diğer insanlara göre hep daha mutsuz, hep daha muhtaç insanlar oluyorlardı git gide. Kuşaktan kuşağa çoğalan bu durum gelecek nesiller açısından ciddi bir kaygı oluşturuyordu. Eren de tıpkı bu milyonlar gibi daha muhtaç bir insandı. Güneşin yükselmesine rağmen hava henüz pek de ısınmış sayılmazdı. Etrafta gözüken arabaların sayısı da otobüsün içindeki gözünü açmış insanların sayısı da artmıştı. Çocuklarını camla kendisi arasına sıkıştırmış iki biletli kadın amacına ulaşmak üzere mutluydu. Eren ise ne hissettiğini hala kestirememişti. Esenler, bu ne hissettiğini hala kestirememiş insanı karşılamaya hazırdı. Zaten Esenler günün her saati, her türden insanı karşılamaya hazırdı. Bu otogar, dünyada görüp görebileceğiniz en garip yerdi belki de. Aklınızın alabileceğinin daha üstünde hikayelere sahip olan bütün insanlar, İstanbul’a kaçmak için de, İstanbul’dan kaçmak için de burayı kullanıyordu çünkü. Çünkü İstanbul sıradan insanlar için değil, kaçan insanlar için yüzyıllarca hazırlanmış bir şehirdi.
            
    Eren otomatik kapıya asılıp açmaya çalıştı. Var olan tüm gücünü boşaltsa da kapı açılmadı. Arkadan sert bir ses Eren’e yöneldi. Eren’in muhtemelen uykusuzluğu ve yorgunluğu bu otomatik kapı savaşına sebep olmuştu ama bu bağırtı onu kendine getirdi. Bir anda kalp atışları hızlandı. Arkasına dönmesi yalnızca bir saniyesini alsa da, o bir saniyede türlü senaryolar içinde şoförle kavga etti. Vurdu, vuruldu, kalabalık geldi, zor yatıştı ortalık. Kısaca her şey oldu ama bir tek gerçekte yaşanacak şey olmamıştı. Eren döndüğü gibi durumu çaktı. Hata etmenin verdiği utangaçlığı çekip yüzüne özür diledi. İkinci tip insanlardan olması muhtemel bu şoför bir-iki bilmişlik koyup ortaya, tespihiyle Eren’e binmesini işaret etti. Servis hareket etti. Eren, her kış haberlere “su basılmış” evleriyle çıkıp meşhur olan Alibeyköy’ü izliyordu. Buradaki tüm apartmanlar yamaca yapılmış olduğundan, bir tarafta giriş katı olan daire, diğer yanda üçüncü kat olabiliyordu. Bu her gördüğünüzde bir kez daha şaşırmanız gereken ve insanların gülüncüne giden bir şeydi. Eren de hafif gülümsedi. Esasında bu durum, sonuçlarına bakarsak, insanların üzülmesi gereken bir durumdu. Fakat İstanbul insanı, nerede gülüp nerede üzüleceğini pek bilmediğinden buna da gülüp geçiyordu. Burada yetişen çocukların oyunları da diğer semtlerin çocuklarına göre oldukça farklıydı. Yüz metrelik rampanın tepesinden aşağı, bisiklet üzerinde ellerini bırakıp yarışırlar mesela. Bu yarışlar ya beş saniyelik bir korna sesiyle, ya acı frenle ya da kolu üç yerinden kırılmış bir çocuğun ağlama sesiyle noktalanır.
             
   Eren iki ay önce servise bindiği yerde, bu sefer servisten indi. Sağına baktı, sonra arkasına döndü. Boş giden Eminönü tramvayı imrendi biraz. Bir sigara çıkarıp kaldırımın arkasına doğru oturdu. Gözüne görme engelliler için yapılmış özel yol çarptı. Bu durumda hiçbir payı olmasa da çok mutlu oldu. Bu yolun görme engelliler için olduğunu öğrenmeden önceki hali geldi aklına, güldü.  “Düz bir kaldırımın ortasına bir mühendis niye çatallı sarı bir şerit çizer ki?” sorusunu sorup, utandığı günü hatırladı. Sigarasını iyice çekti içine, kalktı. Dayısının ölümünden daha çok üzüldüğü tekele uğradı. Artık orası Kamil Ağbi’nin oğlunundu. Kamil Ağbi ki Saray Meydanı’nın en güzel insanı. Tek geçtiği atların hepsi gelen, her akşam tanıdıklara birer ekmek ayıran, biranın yanına çerezi, şarabın yanına kaşarı hediye veren Kamil Ağbi. Meydan üçüncü kalp krizine karşı gelemeyen bu adamın eksikliğine hala alışamamış görünüyordu. İdris Amca’nın ganyan bayisi o günden beri daha boş mesela. Eren bozuk gülümsemesiyle birlikte bir ekmek alıp ayrıldı tekelden. On metre ötedeki kahvaltıcıdan bal-kaymak ikilisini de doldurup poşetini üç dakika ötedeki eve yollandı. Kimseyi rahatsız etmeyeyim diye zile basmadı, anahtarla girdi içeri. Tam dört numaranın önüne geldiğinde durdu. İçerden her zamanki Gülşen Abla’nın bağırışları yükseliyordu.
         
       “Gerizekalı Berk, ben sana o sütün hepsi bitecek demedim mi? Yumurtanı da bitirmemişsin, boşuna mı yaptım ben o yumurtayı? Çoraplarını çıkar, kaç kere dedim aynı çorabı iki gün giymeyeceksin diye?”
            
    Eren en azından dört numarada pek bir şeyin değişmediğini anlayıp sevindi. Yalnızca bir kat daha çıktıktan sonra kendi oturdukları eve, yani yedi numaraya geldi. İçerden gelen sesleri dinlerken Eren, bir insan bir şeyi ne kadar özleyebilirse, bu evdekileri de o kadar özlediğini fark etti. Kapıyı açtı. “Ağbiiii.” bağırışları eşliğinde Mert kucağına atladı. Öpüştüler, sarıldılar. Eren, kucağında Mertle birlikte güzel kokular duyduğu mutfağa doğru yürüdü. Farkında olmadan yanaklarına kadar açılmış dudaklarıyla birlikte Cemil’i gördü. Tam ben de uyuyorsunuz diye düşünmüştüm şeklinde açıklamalara girişecekti ki Cemil hemen araya girdi, Eren’e sarılıp konuştu:
             
   “Ne uyuması oğlum senin geleceğin gün uyunur mu? Geç otur, kızartma yaptım. En altta patatesler, yanına doğru patlıcanla kabak. Üstüne de domatesle biber.”
memet meşe

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder