19 Şubat 2012 Pazar

BURADA

“oğuz'cuğum atay'a“

"Beni anlamalısın. Çünkü ben kitap değilim" diye tamamladı cümleyi içinden. Arkasındaki iki çocuk tam o sırada bu aforizmadan ve Oğuz Atay'dan konuşuyorlardı. Hatta biri Oğuz Atay üzerinden para kazanan günümüz yazarlarından birine okkalı küfürler de edecekti ama o bunları duymayacaktı.

Çünkü tam o an, biraz önce içinden tamamladığı aforizmanın devamını hatırlamaya çalışıyordu. Hatırlamaya çalıştıkça oluşan çağrışımlar, zihninde yıllardır girmediği mahallelere, sokaklara girmesine, yıllardır konuşmadığı, görmediği insanlarla muhatap olmasına sebep olacaktı. Zihnini kurcalamayalı çok olmuştu.

(Bu sırada oturduğu çayhanede çalan şarkının bir bölümüne arkasında oturan iki çocuk eşlik etti. Onun aklı aforizmada ve istediği çayın hâlâ gelmeyişindeydi.)

"Korkular salıyorsun üstüme korkular"

Bütünüyle, baştan ayağa, hiçbir şey olarak oturuyordu çayhanede. O, hayatı boyunca olduğu her yerde hiçbir şey olarak bulunmuştu. Öyle ya bazı adamlar hiçbir şeydir. Bazı adamların yaşamı ya da ölümü dünyadaki kimse için hiçbir şey ifade etmez. Bulundukları her yerde diğer insanların tamamlayıcısı rolündedirler. Olmasalar yerlerinde olacak bir "hiçbir şey" muhakkak bulunur. Müşterisi oldukları çaycı bile zor fark eder onları.

Bu seferki hiçbir şeyliği aforizma vesilesiyle zihninde çıktığı yolculuktandı. Bunu fark edecek durumda değildi. Hiçbir şeyliği daha çocukken adını kaybetmesiyle başlamıştı. Daha çocukken, diğer insanların onu, 3 harfli adının yerine "ısmarlama pantoloncu Metin'in oğlu" diyerek çağırmasıyla başlamıştı. 3 harfli bir isim yerine 4 kelimelik bir tamlamayı seçen insanlar yüzünden. Zihnindeki yolculukta ilk karşısına çıkan Metin oldu haliyle. Terzihanesinde bir pantolonu basenlerinden daraltmaya çalışan ve yanındaki çocuğa "cinsini siktiğim" diye bağıran Metin. Gidip o çocuğu kurtarmak ve babasının burnundan getirmek istedi. Babasını öldürmek istedi. Metin hiç dinlememişti onu. Hiç dinlemediğiniz birini nasıl anlayabilirsiniz? Üstelik ismini kaybetmesinin de birinci sebebiydi. Ufaklığından beri hep bir geç kalmışlık hissiyle beraber görmüştü babasını. Babası onu anlamamıştı, anlayamazdı.

Zihnindeki o sokaktan, o adam ve çocuktan olabildiğince uzaklaşmaya çalıştı. Koştu, koştu, koştu. Öyle ki oturduğu yerde nefes nefes kaldı.

(Bu sırada çayhanede şarkılar çalmaya devam ediyordu. İlk geldiği anda orada olan bütün insanlar gitmiş, yerine yenileri gelmişti. Anlaşılan insanlar ne kadar "bir şey" olursa olsunlar yerleri dolamayacak bir şey olamıyorlardı. Belki onların bir şey olmaları da bunu bilmeyişlerindeydi.)

Yeni bir şarkı çalıyordu ve şarkının şurasında irkildi.

"Dost yüzlü, dost gülücüklü"

İrkilmesiyle zihninde oradan oraya koşuşturması kesildi ve kendisini bir mezarlıktı buldu. Selim'i gördü bir mezarı kazarken. Selim, hayatı boyunca ailesi ve devlet daireleri dışında ona ismiyle hitap eden iki kişiden biriydi. Galatasaray'lıydı ve beraber seyrettikleri bir maçta tanışmışlardı. Dost olmuşlardı. Selim her hafta o kahvede maçları canlı izleyebilmek için çalışıyor, mezar kazıyordu. (Soranlara inşaat işiyle uğraşıyorum diyordu.) Dostlukları Selim'den öğrendikleriyle gelişti hep. En çok da ölümle ilgili öğrendikleriyle... Ölümü bir mezar kazıcısından daha çok kim düşünebilirdi ki? Selim'e göre ölüler anlaşılmayı beklemeden tek anlayanlardı. Bir mezar kazıcısını ölülerden başka kim anlayabilirdi?

Zihnindeki o mezarlıkta, mezar kazan Selim'in yanına yaklaşan birini gördü. 4-5 yıl önceki haline ne çok benziyordu. Dikkatli baktı. Hayır benzemiyordu bizzat O'ydu! O zaman babasının yanındaki ufak çocuk da kendisiydi. Nasıl anlayamamıştı? Onlara görünmeyecek şekilde yanlarına yaklaştı. Ayağına çalılar dolandı, düşecek gibi oldu ama sessiz kalmayı becerdi. Konuştuklarını dinlemeye koyuldu. Yine ölüler... Sonrasında konu Galatasaray'ın haftasonu Ankara'da yapacağı maça geldi. Selim Ankara doğumlu olduğunu ama Ankara'nın yaşanacak bir yer olmamasından dolayı ailesinin kaçarcasına İstanbul'a geldiğini söyledi. Tam o anda Ankara'ya gitme sebebini hatırladı. Yıllar önce Selim ona bunları söylediğinde herkesin kaçtığı yere gitmek istemişti. Ankara'ya...

(Çayhanede insanlar koyu bir muhabbete dalmışlardı. Şarkılara kimse eşlik etmiyordu. Çayı hâlâ gelmemişti.)

"Bir kız vardı, güzeldi sanki ve senindi"

Zihni birdenbire Ankara oluverdi. Kendini birdenbire Cebeci'de sloganı "1 ayda çıkmazsa paranız iade" olan Kafala KAFE'nin önünde yürür buldu. Kendini birdenbire O'nun adıyla uyanmaya başladığı ilk günlerde buldu. Kimdi o? Bir mali müşavirin biricik kızıydı. Sahi adı neydi? "B. ile başlıyordu sanırım" diye geçirdi içinden. 4 yıldır her sabah söyleyerek uyandığı ismi tabii ki unutmamıştı. Sadece o an bir kez daha tekrarlamak istememişti. Dört yıldır olmayan biriydi ama aslında dört yıl öncesinden daha çok vardı.

Kafenin ve fakültelerin önünden hızlı hızlı geçti. Ankara'da tuttuğu evi hatırladı. Oraya gitmeliydi. Sonra bir an duraksadı. Yıllar öncesinde her gün geçtiği yolları bir an hatırlayamadı. Sonra tekrar yürümeye başladı. Yürüdü, hızlandı, koştu. O zamana kadar yaşadığı bütün hayal kırıklıkları bütün geç kalınmış hisleri için koştu. Oturduğu evin kapısına gitmesi çok sürmedi. Kapının önünde iki kişi konuşuyordu. Dikkatlice baktı. Biri kendisiydi, şaşırmadı bu sefer. Diğeri de 4 yıldır her sabah adıyla uyandığıydı. 4 yıldır her sabah olmayandı. Koşup sarılmak istedi kıza. Koşup 4 yıldır niye yoksun diye kızmak istedi. Koşup dört yıldır niye her gün bu kadar varsın diye ağlamak istedi karşısında. Çocuk gibi ağlamak istedi.

Yapamadı.

Yanlarına yaklaştı yine gizlenerek. "Sen benim yalnızlık kırıcımsın, sen olmazsan yalnızlığımdan kurtulamam. Beni anlamalısın" dedi çocuk. Kız adını söyledi devamında bir şey söylemek istercesine. Sonra sustu. Kız öylesine sustu ki dünyadaki her şey bitmez bir sessizliğe sahip oldu. Ve orda öylece büyük bir hayal kırıklığı olarak durdu. Sadece karşısındakinin değil, birçoklarının hayal kırıklığı olarak...

Kendine geldiğinde Oğuz Atay'ın aforizmasını tamamlayabiliyordu artık. Babası, Selim ve O yeterince yardımcı olmuşlardı zihninin sokaklarında.

"Çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz. Yaşarken anlaşılmaya mecburum"

Tam bu sırada çayı da geldi. Oturduğu sandalyeye yaslandı iyice ve bir hikaye kahramanı olmadığının farkına varıp rahatladı hiçbir şey olan herkes adına...

r.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder