19 Şubat 2012 Pazar

Bir Kasım Diyelim Bugüne

Üç gün önceydi, fakülteden arkadaşım Sait beni kolumdan tuttuğu gibi Genç Şairler Derneği’ne götürmüştü. Bu dar kapılı yerden ilk defa giriyordum, içeride güler yüzlü, başlarının üstü beyazlamış, her boydan, kravatlı ve gömlekli genç şairler elimi sıkıyorlardı. ( Henüz ölememiş her şairin genç sayıldığını bildiğim için, karşılaştığım bu manzara beni şaşırtmış sayılmazdı. ) Yuvarlak masaların birine oturduk. Kürsüye gelen her insanla beraber ışıklar biraz daha parlıyordu. Sait etrafa gülücükler dağıtmakla meşguldü. Ben burada ne işim olduğunu anlamaya çalışıyordum. Sait hiçbir zaman kaybına mahal vermeden ağzındaki baklayı çıkardı. “Cumartesi” diyordu, “burada bir konuşma yapmak istemez misin?” Cevabımı beklemeden yanımızda durmadan sigara içen genç şaire benim meziyetlerimi anlatıyor ve benim bu iş için biçilmiş kaftan olduğumu söylüyordu. (Niçin yapıyordu bunu, Sait hiç değişmeyecek miydi? ) Genç şair her cümlenin sonunda bir nokta gibi beliriyor, kafasını bir aşağı bir yukarı oynatıyordu. Sait bana dönüp: “Bu iş tamam” dedi, bu iş tamamdı tamam olmasına da. Allah aşkına neydi bu iş?

Sonunda anlaşıldı ki, her hafta burada bir cenaze töreni düzenleniyordu. Eskiden yuğ adı verilen bu törenlere genç şairler şimdilerde anma töreni diyor, bu törenlerde konuşmacılar uzun ve sıkıcı sagular söylüyordu. Feryatlar yerine, şairin veya yazarın hayata dair sözleriyle birlikte dinleyenlerin gözlerinden birkaç damla da yaş düştü mü, her şey tamamdı. Benim görevim, bu haftaki merhum Yahya Kemal’i, bilmiyorlarmış gibi onlara uzun uzun anlatıp, konuşmanın sonunda belki de dünyada cevabı hiç değişmeyecek olan tek soruyu sormaktı. - Merhum Yahya Kemali nasıl bilirsiniz ?

Sait fakültede sevdiğim tek arkadaşımdı. Onu kıramazdım. Başka başka insanları da seviyordum ama onlara olan sevgim yalnızca Yunus Emre'den ötürüydü. Uzun ve sıkıcı fakülte yıllarımı Sait’le geçiriyordum. Tanıdığım başka başka insanların aksine, Sait bana güvenebilme yetisini kaybetmiyordu. Bense onunla tanıştığım günden beri, yüzünü kara çıkartmakla meşhurdum. Sait'i kıramazdım, zaten benim bu hayatta hiç kimseyi kırmaya lüksüm de yoktu. Bu işin üstesinden gelip, hayattan Sait'e yaşattığım tüm hayal kırıklıklarının öcünü almayı düşündüm. Hem böylece üç gün boyunca benim de hazırlanacak bir işim olacaktı.( Olmaz olaydı )

Ve benim için yoğun bir çalışma temposu başlamıştı, Hiç durmadan Yahya Kemal okuyordum, çok okumaktan mı artık neden bilmem, bir süre sonra kendimi, Seine nehrine bakan bir evin odasında buluyordum, karşımda Mallarme anlamadığım bir dilde “ Aheste çek kürekleri mehtap uyanmasın” diyordu. ( Mallarme Salı geceleri uyumazdı. ) İşi öyle abarttım ki, bir ara kürsüye Yahya Kemal kılığında gitmeyi bile tahayyül ettim. Konuşmalarım bir anda değişmişti. Kullandığım sözcükler naftalin kokulu, gayet ciddi görünümlüydüler. Okuyacağım metni ezberlemiştim bile...

Uyandığımda saatin üç olduğunu saymazsak, her şey sıradandı. Hatta cumartesi günü için hiç fena olmayan bir gök vardı dışarıda. Gözümü açar açmaz üç gündür hazırladığım konuşma metnini aramaya koyuldum. Kağıtlar, müsveddeler, dergiler, sigara paketleri, boş küllükler arasında beklenildiği gibi metni bulamıyordum. Heyecana kapılmama lüzum yoktu, beyaz bir kağıt bulup ezberimdeki her şeyi kağıda bir bir yazdım. “Bu akşam burada, şiirimizin en büyük gemisinin, son limanına yolculuğunun ardından geçen bunca yıl sonra...” Bu konuşmayı bırakın yapmayı, Sait olmasa dinlemeye bile katlanamayacağıma emindim. Ama bugün günlerdir beni perişan eden Yahya Kemal'i sonunda toprağa veriyordum. Bu mutluluğun verdiği utançla, kendimle baş başa kalmak bana dayanılmaz geliyordu. Tören başlayana kadar, içimden

- Artık kendimi kalabalığın ortasına bırakmalıyım diye geçirdim.

Dışarı çıkar çıkmaz, ince bir rüzgar beni karşıladı. Hava hafifçe kararmıştı, caddelerin birbirine geçmiş uğultusu, yol ayrımlarıyla dinleniyordu. Her yerde bolca insan vardı. Aralarına karışmak için sabırsızlanıyordum. Böylece suçu kalabalığa atıp, yani kendimi onların arasında bırakıp, usulca Genç Şairler Derneği'ne sıvışabilirdim. Kendimi birkaç saatliğine bırakacak bir yer ararken, gözlerim otobüs beklemekte olan kadına ilişmekte geç kalmamıştı, gözlerim zaten bu tür fırsatları hiç kaçırmazdı sağolsun. Kadın, yüzüne adam akıllı bakılınca sarışın bile sayılabilirdi. Bilinçaltım zamanında hortumla öyle bir dövülmüş olacak ki, zihnimde hemen “Ismarlama Pantoloncu Metin” tabelası peyda oldu ( Hep şişman ve gözlüklü bir adam olarak düşünüyordum ısmarlama pantoloncu Metin'i, bakalım gerçeği ne zaman öğreneceğim ) Ben şişman ve gözlüklü Metin Abiyle meşgulken, sarışın, ilk gelen otobüse atlamıştı bile. Karar vermekte zorlandım, sonunda kendimi onun üç koltuk arkasında içsel bir yolculuk yaparken buldum. Otobüs yolculuklarının en tuhaf yanı, bana yalnızlığımı daha bir hissettirmesiydi, otobüsün hareket etmesiyle birlikte ben de beynimde bir paralel evren yaratır, ruhumu o evrende kendimin en karmaşık sokaklarına yollardım. Fren takımlarıma zeval gelsin de bu yolculuk beni çok uzaklara götürmeden son bulsun diye, telefonumu açık tutardım hep...

Bu insan yığının içinde sarışının peşinden yürümem oldukça zordu. Bir yandan beni fark etmemesini sağlamak, diğer yandan da yüzünü her zaman görebileceğim bir açıda tutmak, kendimi Medrano Sirkinde incecik bir telin üstünde ayakta durmaya çalışan bir cambaz gibi hissetmeme neden oluyordu. Fakat ne yalan söyleyeyim beceriyordum. Eğer sırat dedikleri köprüden de bu sarışınla geçme ihtimalim olsa, şimdi en güzel günahları işleyebilirdim. Sarışının adımları birden hızlandı, kendini bu yürüyen insan yığınından kurtarıp, şu küçük masalı, hasır sandalyelerle dolu avluya bıraktı. Buradaki kalabalık yalnızca oturan insanlardan oluşuyordu. İnsanlar aynı hikayeden art arda farklı cümleler söylüyorlarmış gibi konuşuyorlardı. Sarışın oturmuştu bile, ortada müthiş bir ahenk vardı, ben altta kalamazdım. Onu görebileceğim bir yere heyecanla eğildim. Şimdi her şey daha kolaydı, gözlerim insanların üzerinde geziniyor, hemen hemen yirmi saniyede bir sarışına çarpıyordu. Yüzü çok güzeldi, dudakları minicik, istisnasız, dünyadaki bütün işaret parmaklarının çeyreği kadardı. Avucunda çay bardağı sıkı sıkı duruyordu. İçim tıka basa Yahya Kemal ile doluyken dudaklarımdan dökülen mısralara ben bile şaşırmıştım:

“Ceylanı kurtardım avcının elinden
ama daha baygın yatar ayılamadı.
Kopardım portakalı dalından
ama kabuğu soyulamadı.
Oldum yıldızlarla haşır neşir
ama sayısı bir tamam sayılamadı.”

Nesri nazma yaklaştırmanın sırası değildi, saat kaçtı? Sarışın bana gülümsediğine göre yedi olmalıydı ve günlerdir beklediğim Yahya Kemal anmasını kaçırmıştım. Peki ama niçin gülümsüyordu bana? Yanına gidip, “Senin yüzünden” dedim. “Bir cenaze törenini kaçırdım.” Saatine bakıp şaşırdı, işin aslını öğrendiğinde, beraber üç bardak çay içmiş, babasının terzi olduğunu öğrenmiştim bile. Bana uzun uzun Eyüp Sultan'dan, halktan ve seksten bahsetti. Ona Ece Ayhan okumaması gerektiğini söyledim, öyle ya ne dediği anlaşılıyor muydu, belki bilmediğimiz bir dilden küfürler savuruyordu bize. Gülümsedi, kuşlar uçtu dünyanın bilmem neresinde.

Bu güzel anlar elbette ki son bulacaktı, ve teknoloji bütün trajedisiyle olaya el koyuyordu. Sarışının telefonu saat tam on iki dermişçesine çaldı. “Nereye gideceğini bilmeyen için yol ayrımının bir önemi yok.” diyordu bir yazar. Okuduğumda da sevmiştim ama şimdi nedense bu söz daha bir etten kemikten geliyor bana. Yahya Kemal için üzgünüm, Sait için de…

mehmet nejat

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder