Tanrı’ya inanmıyorum ama bunun Allah’la bir alakası
yok. Bunun sadece ama sadece bir adamla alakası var. O adam da Kutay Gündem
Alan. Yani babam. Kendi günahlarını benim üzerimden temize çekmeye çalışan bu
adam esnafın arasında sırıtmamak için Ramazan’da lokantayı açmaz, yalnızca
cemaatle kılınan namazlara giderdi. Abdest aldığını pek sanmam, oruç
tutmadığını zaten biliyorum. Bütün bunlar beni şimdi hiç ilgilendirmez ama o
zamanlar bazı geceler hiç, bazı geceler eve geç gelip anneme çamaşır makinesi
ve bana tetris olarak dönmesi gereken paraları metresine yedirdiği için beni
ilgilendiriyordu. Annem ağlıyor, o ağladıkça tetris ve metres kelimeleri
birbirlerine yaklaşıyordu. Ben lise çağlarıma kadar metresi, memelerinin
arasında para elindeyse tetris olan bir kadın olarak tasvir ettim.
Bütün bunlar babamı kötü bir adam yapmaya elbette
yetiyordu ama onun asıl kötülüğü ben iki taşın arasından topu geçirip üç
kornerin ardından atacağım penaltının hayaliyle yanarken ve daha kötüsü tüm
mahalle arkadaşlarım bu hayale kavuşurken beni Kuran kursuna yollamasıydı.
Evet, bir çocuğu asla arkadaşlarıyla birlikte gerçekleştirebileceği bir
hayalden mahrum bırakmamalısınız. Eğer bırakırsanız ömürlük bir düşman
kazanmayı da göze almalısınız. Babamın bunun farkında olduğunu sanmıyorum ama
göze aldığına eminim. Sonuçta liseyi terk edene kadar derslerim, attığım ve
yediğim dayaklar yüzünden babamdan şamar yemiş bir adamım. Dayak atmayı
çocukluğumdan beri bu yüzden çok seviyorum çünkü dayak attığımda yalnızca bir
kere dayak yiyorum.
Kurs bana çok şeyler kattı. Şimdi unutmuş olsam da
Latin Alfabesi’nden önce öğrendiğim Arap Alfabesi, onlarca ezberlenmiş sure ve
duanın yanı sıra yanağının yalnızca sağ tarafında gamzesi ve benimkinin
neredeyse iki katı olan burnuyla her gün benden önce kursa gelen bir çocuk:
İsmail. Burnu sonraları daha da büyüyecek olsa da diğer yanağında hiç gamze
çıkmadı. Hayatı boyunca taşıyacağı kronik mutsuzluğun sebebinin bu olmasını çok
isterdim ama tabi ki değil. Kore Savaşı’nda şehit olan hiç görmediği dedesi de
değil. İçeriği benzer olmasa da benimkiyle aynı, babası. Eğer babası anayasal
düzene karşı gelmeseydi, hadi madem geldi anayasal düzeni değiştirseydi,
müebbet hapis yemeyecek, annesi pek muhtemel üvey bir babayla evlenmeyecek,
İsmail de babaannesiyle bir hayat yaşamak zorunda kalmayacaktı. Pek tabi
babaanne şefkatinin yeri ayrıdır –sonuçta bunu hiç yaşayamamış olanlar da var-
ama bir anne şefkati olmadığı kesin. İsmail ve baba şefkati konusuna ise hiç
girmiyorum.
İsmail’i ilk bana Fatiha’yı ezberlememe yardım ettiği
için sevmiştim. Ki bu sevmelerim ilkiydi ve ardı arkası kesilmeyecekti. Maçta
giymem için spor ayakkabılarını verdiğinde, önce benim sonra kendinin ödevini
yaptığında, çikolatalı sütünün yarısını bana içirdiğinde zamanlarından
başlayarak işe gitmediğim gün yerime gittiğinde, Neslihan’a alacağım kolyenin
parasını verdiğinde zamanlarına kadar uzanacaktı. Okulda ve çıkışlarında zaten
beraberdik ama bir zaman sonra artık geceleri de beraber olmaya başladık. Tabi
ben, İsmail ve babaannesi.
Okuldan ayrılmaya ilk ben karar verdim ama İsmail’in
peşimden gelmesi uzun sürmedi. Tabi ben çalışmak zorundayken o Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin artık kemiklerinin nerede olduğu belli olmayan bir adama verdiği
maaş sayesinde yuvarlanıyordu. Her akşam üç bira içerken İsmail’in ayda bir
görüştüğü babasını hapisten kaçırma planları yapıyorduk. Bunun üstüne onun üvey
benim öz babamı bulabileceğimiz ilk mezara nasıl tıkabileceğimizi
tartışıyorduk. Ben Neslihan’ı anlatırken o elbette ki susuyordu. Çirkin olmak
değil ama sıradan olmak kötü bir şeydir. Çünkü kadınların ilgisini asla
çekemezsiniz. Ben çirkin bir adamım ve en azından aradan sıyrılabiliyorum. Hem
ağzım da laf yapar, bir kadını neresinden okşamaya başlamam gerektiğini
bilirim. İsmail’se bu hikayedeki sıradan adamın ta kendisi. Gençliğimiz boyunca
eli babaannesinden başka hiçbir kadının eline değmedi. Bence gerçekten komik
olsalar da esprilerine benden başka kimse gülmedi. Keşke çirkin o, sıradan ben
olsaydım ama yanlış gömlekleri en başından giymiştik.
Bu şekilde planlarımızı uygulayamadan günler, aylar
hatta yıllar geçmişti. İsmail’in babası hala hapisteydi, üvey babası da
annesiyle. Ama plana uymasa da sonuca ulaşmış bir şekilde babam kalp
yetmezliğinden bulduğu ilk mezara girmişti. Sağlığında kapısından gözleyemediğim
lokanta bana kalmıştı. Piyangodan veya lotodan büyük bir para bulana kadar
idare edeceğim dükkan bana kalmıştı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin parasını
babaannenin temel ihtiyaçlarına ayırdıktan sonra lokantanın giderlerine
harcıyor, sonra bütün ay o açığı kapatmak için çorba, pilav ve kuru fasulye
pişiriyorduk. Hijyene önem versek de işçiler, memurlar ve öğrencilere kolaylık
olsun diye indirdiğimiz fiyatlar aksi bir görüntü çiziyordu.
Ve günlerden bir gün, İsmail’i, lokantayı, üç birayı
ve Neslihan’ı ayıracak olan şey oldu. Belki de her şey mercimeği, pirinci ve
fasulyeyi toptan aldığımız adamın beni borcumu ödemem için sıkıştırmasıyla
başladı. Piyangodan hala para çıkmamış olması da bunları körüklemiş olabilir.
Yemeklerini yedikten sonra hiçbir şey olmamış gibi kalkıp kapıya yönelen iki
adama “Birader?” dememle başladı, arkalarını dönmeleriyle devam etti, bir
tanesinin bana şamar atmasıyla hızlandı ve benim bıçağı sırayla saplamamla son
buldu. İki dakika öncesinde hayat oldukça sıradanken, o an artık hayat bir film
senaryosuna konu olabilecek hale döndü. Kaçılabilecek bir şey kalmadı elbette,
adamlar meğer sivil polismiş, lokantada hesap ödemezlermiş gibi artık benim
için teferruat haline gelen açıklamalardan bahsetmeme gerek yok sanırım. Polislerden
biri hafif biri ağır yaralandı ama ikisi de ölmedi. Bense o gece, ondan sonraki
gece ve çıkacağım ilk mahkemeye kadar her gün ve gece sürekli dayak yedim. En
az 6-7 sene yatarım vardı ve ben yatmak istemiyordum. Salih Abi’yle konuştum,
her şey ayarlandı, iki kişilik, Avusturya yolcusuyuz.
Sen orada olsan da değişecek olana dur diyemezsin
belki ama bunun en olmayacak zamanda ve sen yokken değişmesi bir tür cinayet.
Ya da açık konuşacak olursak yatarımdan yırtmak için iki kişilik ayarladığım
geri kalan hayat planı bir kevaşe dürtüklemesiyle dostum kardeşim İsmail
tarafından mahvediliyordu. Şimdi tekrar kapalı konuşacak olursak Nazife
İsmail’le benim Avusturya’da yaşayacağımız hayatı öldürüyordu.
Ben içeriye girdim, tam 6 sene 4 ay 18 günlüğüne.
İsmail Nazife’yle evlendi. Meğer Nazife hamile kalmış, adam çocuğu istememiş,
çünkü adam evliymiş. Nazife de bir yerde barınabilmek için evlenmesi gerekmiş,
evlenecek adam olarak da tabi bizimkini bulmuş. Bizimkinin neden, nasıl buna
ikna oldu bilmiyorum. Muhtemelen yanlış gömlekleri giydiğimiz için. Ki artık
nedenin nasılın hiçbir önemi yok.
Okuduğum kitap sayısı kadar sigara paketi bitirerek 6
sene 4 ay 18 gün yattım ve çıktım. Geçenlerde bir gün Tophane taraflarındaki
merdivenlerden Eminönü’nü gözlüyorum. Karşıdan karşıya geçen, büyük burunlu tek
gamzeli bir adam gördüm. Önler açılmış, hafif kambur çıkmış ve saçlar kırarmış.
İsmail ben ona bakarken hareket edemez. Ona baktım, o da bana baktı, hareket
edemedi. Ortada metafiziksel bir olay yok. 12-13 yaşlarında bir gün karşıdan
geliyordu yanında da inşaat, ben buna bakınca durdu, iki adım önüne tuğla
düştü. Çok güldük, bundan sonra dedim ben sana bakınca dur, ben espri yaptım o
ciddiye aldı. Hala daha demek ki ciddiye alıyor.
Ne
yapacağımı en çok bilemediğim anı o an yaşadım, İsmail’se dibime kadar geldi,
sarıldı ve ağlamaya başladı. Bense ne ona sarılıyor ne kendimi geri
çekebiliyordum. Yürümeye başladık sonra mahalleye doğru. Susuyorduk. İki insan
konuşarak yürüyorlarsa ortada bir konuşma vardır ama iki insan susarak
yürüyorlarsa ortada iki konuşma vardır. İsmail benle ne konuştu yol boyu
bilmiyorum, bense sürekli “neden?” diye sordum.
Ali Abi’nin kahvesi hala yerinde duruyor, kapıdaki
masalardan birine oturup ben oralet söyledim İsmail soda. Bir anda heyecanla
“Barış, dedi, eğer bir kadının peşinden gitmek varken bir adamın peşinden
gitseydim, dedi, bana enayi derlerdi.” Galiba kendince mantıklı bir açıklama
bulmuştu yaptığına. Az gülümsedim, yalnızca “Sen çok yanlış anlamışsın İsmail”
dedim.
Bir dosta değer verdiğini ne yaparak gösterebilirsin
ki? Geri kalan hayatını ona göre planlayarak mı, malvarlığını onunla paylaşarak
mı yoksa maçta giymesi için ona spor
ayakkabılarını vererek mi? Artık bu tip soruların hiçbirine cevap verebilecek
durumda hissetmiyorum kendimi. İsmail’in suçlu olduğu kadar ben de bencilim,
biliyorum.
Ben bunları düşünürken Nazife kaldırımda göründü,
kahvenin duvarına yaklaştı, önce bana bakışlarıyla vurdu, sonra “Hadi, dedi,
hadi İsmail eve.”
İsmail’e baktım.
mehmet meşe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder