11 Şubat 2014 Salı

Barış


          
     Tanrı’ya inanmıyorum ama bunun Allah’la bir alakası yok. Bunun sadece ama sadece bir adamla alakası var. O adam da Kutay Gündem Alan. Yani babam. Kendi günahlarını benim üzerimden temize çekmeye çalışan bu adam esnafın arasında sırıtmamak için Ramazan’da lokantayı açmaz, yalnızca cemaatle kılınan namazlara giderdi. Abdest aldığını pek sanmam, oruç tutmadığını zaten biliyorum. Bütün bunlar beni şimdi hiç ilgilendirmez ama o zamanlar bazı geceler hiç, bazı geceler eve geç gelip anneme çamaşır makinesi ve bana tetris olarak dönmesi gereken paraları metresine yedirdiği için beni ilgilendiriyordu. Annem ağlıyor, o ağladıkça tetris ve metres kelimeleri birbirlerine yaklaşıyordu. Ben lise çağlarıma kadar metresi, memelerinin arasında para elindeyse tetris olan bir kadın olarak tasvir ettim.
            
    Bütün bunlar babamı kötü bir adam yapmaya elbette yetiyordu ama onun asıl kötülüğü ben iki taşın arasından topu geçirip üç kornerin ardından atacağım penaltının hayaliyle yanarken ve daha kötüsü tüm mahalle arkadaşlarım bu hayale kavuşurken beni Kuran kursuna yollamasıydı. Evet, bir çocuğu asla arkadaşlarıyla birlikte gerçekleştirebileceği bir hayalden mahrum bırakmamalısınız. Eğer bırakırsanız ömürlük bir düşman kazanmayı da göze almalısınız. Babamın bunun farkında olduğunu sanmıyorum ama göze aldığına eminim. Sonuçta liseyi terk edene kadar derslerim, attığım ve yediğim dayaklar yüzünden babamdan şamar yemiş bir adamım. Dayak atmayı çocukluğumdan beri bu yüzden çok seviyorum çünkü dayak attığımda yalnızca bir kere dayak yiyorum.
             
   Kurs bana çok şeyler kattı. Şimdi unutmuş olsam da Latin Alfabesi’nden önce öğrendiğim Arap Alfabesi, onlarca ezberlenmiş sure ve duanın yanı sıra yanağının yalnızca sağ tarafında gamzesi ve benimkinin neredeyse iki katı olan burnuyla her gün benden önce kursa gelen bir çocuk: İsmail. Burnu sonraları daha da büyüyecek olsa da diğer yanağında hiç gamze çıkmadı. Hayatı boyunca taşıyacağı kronik mutsuzluğun sebebinin bu olmasını çok isterdim ama tabi ki değil. Kore Savaşı’nda şehit olan hiç görmediği dedesi de değil. İçeriği benzer olmasa da benimkiyle aynı, babası. Eğer babası anayasal düzene karşı gelmeseydi, hadi madem geldi anayasal düzeni değiştirseydi, müebbet hapis yemeyecek, annesi pek muhtemel üvey bir babayla evlenmeyecek, İsmail de babaannesiyle bir hayat yaşamak zorunda kalmayacaktı. Pek tabi babaanne şefkatinin yeri ayrıdır –sonuçta bunu hiç yaşayamamış olanlar da var- ama bir anne şefkati olmadığı kesin. İsmail ve baba şefkati konusuna ise hiç girmiyorum.
            
    İsmail’i ilk bana Fatiha’yı ezberlememe yardım ettiği için sevmiştim. Ki bu sevmelerim ilkiydi ve ardı arkası kesilmeyecekti. Maçta giymem için spor ayakkabılarını verdiğinde, önce benim sonra kendinin ödevini yaptığında, çikolatalı sütünün yarısını bana içirdiğinde zamanlarından başlayarak işe gitmediğim gün yerime gittiğinde, Neslihan’a alacağım kolyenin parasını verdiğinde zamanlarına kadar uzanacaktı. Okulda ve çıkışlarında zaten beraberdik ama bir zaman sonra artık geceleri de beraber olmaya başladık. Tabi ben, İsmail ve babaannesi.    
             
   Okuldan ayrılmaya ilk ben karar verdim ama İsmail’in peşimden gelmesi uzun sürmedi. Tabi ben çalışmak zorundayken o Türk Silahlı Kuvvetleri’nin artık kemiklerinin nerede olduğu belli olmayan bir adama verdiği maaş sayesinde yuvarlanıyordu. Her akşam üç bira içerken İsmail’in ayda bir görüştüğü babasını hapisten kaçırma planları yapıyorduk. Bunun üstüne onun üvey benim öz babamı bulabileceğimiz ilk mezara nasıl tıkabileceğimizi tartışıyorduk. Ben Neslihan’ı anlatırken o elbette ki susuyordu. Çirkin olmak değil ama sıradan olmak kötü bir şeydir. Çünkü kadınların ilgisini asla çekemezsiniz. Ben çirkin bir adamım ve en azından aradan sıyrılabiliyorum. Hem ağzım da laf yapar, bir kadını neresinden okşamaya başlamam gerektiğini bilirim. İsmail’se bu hikayedeki sıradan adamın ta kendisi. Gençliğimiz boyunca eli babaannesinden başka hiçbir kadının eline değmedi. Bence gerçekten komik olsalar da esprilerine benden başka kimse gülmedi. Keşke çirkin o, sıradan ben olsaydım ama yanlış gömlekleri en başından giymiştik.
            
    Bu şekilde planlarımızı uygulayamadan günler, aylar hatta yıllar geçmişti. İsmail’in babası hala hapisteydi, üvey babası da annesiyle. Ama plana uymasa da sonuca ulaşmış bir şekilde babam kalp yetmezliğinden bulduğu ilk mezara girmişti. Sağlığında kapısından gözleyemediğim lokanta bana kalmıştı. Piyangodan veya lotodan büyük bir para bulana kadar idare edeceğim dükkan bana kalmıştı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin parasını babaannenin temel ihtiyaçlarına ayırdıktan sonra lokantanın giderlerine harcıyor, sonra bütün ay o açığı kapatmak için çorba, pilav ve kuru fasulye pişiriyorduk. Hijyene önem versek de işçiler, memurlar ve öğrencilere kolaylık olsun diye indirdiğimiz fiyatlar aksi bir görüntü çiziyordu.
          
      Ve günlerden bir gün, İsmail’i, lokantayı, üç birayı ve Neslihan’ı ayıracak olan şey oldu. Belki de her şey mercimeği, pirinci ve fasulyeyi toptan aldığımız adamın beni borcumu ödemem için sıkıştırmasıyla başladı. Piyangodan hala para çıkmamış olması da bunları körüklemiş olabilir. Yemeklerini yedikten sonra hiçbir şey olmamış gibi kalkıp kapıya yönelen iki adama “Birader?” dememle başladı, arkalarını dönmeleriyle devam etti, bir tanesinin bana şamar atmasıyla hızlandı ve benim bıçağı sırayla saplamamla son buldu. İki dakika öncesinde hayat oldukça sıradanken, o an artık hayat bir film senaryosuna konu olabilecek hale döndü. Kaçılabilecek bir şey kalmadı elbette, adamlar meğer sivil polismiş, lokantada hesap ödemezlermiş gibi artık benim için teferruat haline gelen açıklamalardan bahsetmeme gerek yok sanırım. Polislerden biri hafif biri ağır yaralandı ama ikisi de ölmedi. Bense o gece, ondan sonraki gece ve çıkacağım ilk mahkemeye kadar her gün ve gece sürekli dayak yedim. En az 6-7 sene yatarım vardı ve ben yatmak istemiyordum. Salih Abi’yle konuştum, her şey ayarlandı, iki kişilik, Avusturya yolcusuyuz.
             
   Sen orada olsan da değişecek olana dur diyemezsin belki ama bunun en olmayacak zamanda ve sen yokken değişmesi bir tür cinayet. Ya da açık konuşacak olursak yatarımdan yırtmak için iki kişilik ayarladığım geri kalan hayat planı bir kevaşe dürtüklemesiyle dostum kardeşim İsmail tarafından mahvediliyordu. Şimdi tekrar kapalı konuşacak olursak Nazife İsmail’le benim Avusturya’da yaşayacağımız hayatı öldürüyordu.
           
     Ben içeriye girdim, tam 6 sene 4 ay 18 günlüğüne. İsmail Nazife’yle evlendi. Meğer Nazife hamile kalmış, adam çocuğu istememiş, çünkü adam evliymiş. Nazife de bir yerde barınabilmek için evlenmesi gerekmiş, evlenecek adam olarak da tabi bizimkini bulmuş. Bizimkinin neden, nasıl buna ikna oldu bilmiyorum. Muhtemelen yanlış gömlekleri giydiğimiz için. Ki artık nedenin nasılın hiçbir önemi yok.
            
    Okuduğum kitap sayısı kadar sigara paketi bitirerek 6 sene 4 ay 18 gün yattım ve çıktım. Geçenlerde bir gün Tophane taraflarındaki merdivenlerden Eminönü’nü gözlüyorum. Karşıdan karşıya geçen, büyük burunlu tek gamzeli bir adam gördüm. Önler açılmış, hafif kambur çıkmış ve saçlar kırarmış. İsmail ben ona bakarken hareket edemez. Ona baktım, o da bana baktı, hareket edemedi. Ortada metafiziksel bir olay yok. 12-13 yaşlarında bir gün karşıdan geliyordu yanında da inşaat, ben buna bakınca durdu, iki adım önüne tuğla düştü. Çok güldük, bundan sonra dedim ben sana bakınca dur, ben espri yaptım o ciddiye aldı. Hala daha demek ki ciddiye alıyor.
           
     Ne yapacağımı en çok bilemediğim anı o an yaşadım, İsmail’se dibime kadar geldi, sarıldı ve ağlamaya başladı. Bense ne ona sarılıyor ne kendimi geri çekebiliyordum. Yürümeye başladık sonra mahalleye doğru. Susuyorduk. İki insan konuşarak yürüyorlarsa ortada bir konuşma vardır ama iki insan susarak yürüyorlarsa ortada iki konuşma vardır. İsmail benle ne konuştu yol boyu bilmiyorum, bense sürekli “neden?” diye sordum.
              
  Ali Abi’nin kahvesi hala yerinde duruyor, kapıdaki masalardan birine oturup ben oralet söyledim İsmail soda. Bir anda heyecanla “Barış, dedi, eğer bir kadının peşinden gitmek varken bir adamın peşinden gitseydim, dedi, bana enayi derlerdi.” Galiba kendince mantıklı bir açıklama bulmuştu yaptığına. Az gülümsedim, yalnızca “Sen çok yanlış anlamışsın İsmail” dedim.
           
     Bir dosta değer verdiğini ne yaparak gösterebilirsin ki? Geri kalan hayatını ona göre planlayarak mı, malvarlığını onunla paylaşarak mı yoksa  maçta giymesi için ona spor ayakkabılarını vererek mi? Artık bu tip soruların hiçbirine cevap verebilecek durumda hissetmiyorum kendimi. İsmail’in suçlu olduğu kadar ben de bencilim, biliyorum.
             
   Ben bunları düşünürken Nazife kaldırımda göründü, kahvenin duvarına yaklaştı, önce bana bakışlarıyla vurdu, sonra “Hadi, dedi, hadi İsmail eve.”
           
     İsmail’e baktım.

mehmet meşe

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder