Uyandı; kıyafetleri yine üzerindeydi. Son birkaç haftada
olduğu gibi, yine “neresinde” uyuduğunu hatırlamıyordu; ama etraflıca
planlanmasına rağmen savaş alanını andıran bir düşünce yığınını uykuya
karıştırıp ziyan etmişti. Yapması gerekenleri düşündü. Adeta, yatarken
omuzlarından alıp kenara koyduğu yüklerini yüklendi. Saate bakmayı hiç
sevmezdi. İlkel yöntemlerle gündelik programını düzenliyordu. Perdeyi sıyırdı;
gözleri kamaştı. En azından güneş henüz batmamıştı.
Hayat hiçbir zaman onu asıl istediği yere getirmemişti. 36
yaşındaydı ve bunun tek suçlusu kendisiydi. Sistemin bir parçası olmayı
üniversiteye girdiği anda zımnen kabul etmişti. Tıp fakültesi kazanmıştı bir
kere, okumalıydı. Zeki olması belki değil, ancak çalışkan olması onun suçuydu.
Sistemin bir parçası olmak konusunda hızla ilerlemişti. Ta ki, ameliyat
masasında ilk hastasını bırakana kadar… Bu yükü kaldıramamış, sistemin işleyen
parçası olmayı reddetmiş ve kenara atılmış bir dişli çarkına dönüşmüştü. Tek
yaptığı şey düşünmekti.
Cihangir’de oturuyordu. Geceleri etrafına baktığı,
merdivenlerde içen, sokak kenarlarında zincir sallayan delikanlılardan; gelen
geçene laf atan travestilere kadar, gençliğinde yanından geçemeyeceği bir insan
topluluğuyla aynı muhiti paylaşıyordu. Burada yaşamayı da kendisi istemişti,
her zaman Cihangir’den Karaköy sahilini gören bir dairede yaşamayı hayal
etmişti. Ancak dairesinden Karaköy sahiline hiç bakmamıştı. Bazense modern
sanatlar müzesinin yanındaki lokantadan evini seyrediyordu.
Hayatından çok fazla kadın geçmiş, hiçbirisi çok uzun kalmamıştı.
Bu durumdan nadiren memnun oluyordu. Hayatını bir kadının toparlayacağına
yüksek bir inancı vardı. Ancak karşısına çıkan hiçbir kadın, kendinde bu ışığı
göremiyordu.
Akşam, uzun zaman sonra tekrar bir şeyler yazmaya
çalışacaktı. Bu yüzden olsa gerek, sur içini baştan sona gezdi. Çocukluğunun
geçtiği bu yerleri hep ilham kaynağı olarak görmüştü. Balat’ta bir işkembe
içti. O gün kimseyle konuşmamayı tercih etti. Zaten telefonunu yanına
almamıştı. Eve gittiğinde onlarca çağrı almayı bekliyordu. (Ancak
muhtemelen Mehmet veya Nejat’tan başka arayan olmayacaktı.) Beyhude beklediğini
fark etti, gülümsedi. Çorbanın sarımsağından kendi dahi rahatsız olmuş olacak
ki, eve yürümeye karar verdi. Geç olmuştu. Birkaç haftadır, en verimli gününü
geçirdiği gerçeğini düşününce acı bir gülümseme aldı yüzünü. Toparlanmalıydı.
Saat 2 olmuştu. Kalemini eline aldı, önünde üniversite
günlerinde müsvedde olarak kullandığı türden sarı saman kâğıt, doldurulmayı
bekliyordu. Günlerdir, haftalardır hatta aylardır zihninin çok ötesinde çok
fazla şey birikmişti. Sol elinde tuttuğu kalem her an infilak edip bütün
duvarları batırmaya yetecek mürekkebe sahipti. Zihnindekiler kelimelere
dökülebilse, ciltlerce yazı çıkardı. Ancak O, yazamıyordu.
Her gece yattıktan sonra uyuyana kadar saatlerce düşünüp,
gün içerisinde yaşadıklarına teatral bir nitelik kazandırmak konusunda usta
olduğunu zannediyordu. Aslında öyleydi, rutin hayatına rağmen, zihninin içinde
dönen oyun, 365 perde olsa soluksuz izlenirdi. Onu dinleyen kişi, yaşayarak elde
etmediğine emin olduğu bu tecrübesini neye borçlu olduğuna bir anlam veremezdi.
O’na göre ise hayat, hem yaşayıp hem de düşünmek için yeterince uzun, vakit
olağanca boldu. Kendi keyif anlayışı da ona bu özelliği kazandırıyordu.
Hiçbir zaman bir yere yetişmek için acele etmedi.
Yetişilmesi gereken bir kişi varsa, o da kendisiydi. O’nun için kendisi, beşer
olmanın doğal sonucu olarak, dünyanın merkezinde yaşıyordu. İnsanların ne
düşündükleri, belki biraz dikkatini çekebilirdi, ancak ne yaptıklarının pek de
önemi yoktu. Zaten yazdıkları da kendisinden ibaretti. Ancak kalemi kitlenmiş,
yazamıyordu. Beyninin içinde bulunan karman çorman bilgileri bir araya getirip
bir kurgu içerisinde verebilmenin çözümlemesini yapmaya çalışıyordu. İnsan
beyni tuhaftı. Onca bilgi ve anıyı biriktiriyor, yeri geldiğinde hepsini
hatırlayabiliyordu. Ancak O, bildiklerini arka arkaya dizemiyordu. Bir gece
boyunca bilimsel bir çıkarım yapmaya çalıştı. Fakat ne O bilim adamıydı; ne de
bunun bilimsel bir açıklaması vardı.
İki gün önce, Hazzo Pulo pasajında tanıştığı kadını düşündü.
Kadınla, şiddetli bir konuşmayı yarım bırakmıştı. Konuşma, içeriği değil, karşı
tarafı etkileyiciliği açısından şiddetliydi. Uzun zamandır, yazı konusunda
karşısında ciddi birisini bulamamaktan kendi kendine yakınıyordu. Ciddi bir
kadın arıyordu. Hayatına giren son kadın, tamamen doğaçlama bir şekilde bu
konuda konuşurken O’nu etkilemeyi başarmıştı. Ancak O, bütün bunların rolden
ibaret olduğunu çok sonra anlamıştı.
Yazılardan konuştular uzunca, bıraksalar sonsuza kadar
konuşabilirlerdi. Çok fazla ortak yönleri vardı. Ama O ilk defa, bir kadını
tanımak için ortak olmayan yönlerden başlamıştı. Bu sefer kolaya kaçmak
istemiyordu. Tam zihninden bunlar geçerken, kadın çantasından “Sarı Kar
Kitabevi” tarafından basılan kitabını çıkardı ve O’na uzattı. Tam kitap üzerine
sığ bir muhabbet açmaya girişirken, kadın acil bir işi çıktığını iddia ederek
gitmişti. O’na göre ise o an hayatta o konuşmanın sonsuza kadar sürmesinden
daha acil bir şey olamazdı.
Hazzo Pulo pasajında kitabı okumaya başladı. Birkaç öykü
deneme karışımı girişimlerden, kadının da tıpkı onun gibi kendisini yazmak gibi
bir alışkanlığı olduğunu anladı. Herkes kendi hikâyesinin başkarakteridir
neticede. Yazıların, O’nun hoşuna gitmesini bir kenara bırakıp O, az önce
yarıda kesilen muhabbetinin sıcaklığını artırdı. Bu kadına en azından bu konuda
güvenebileceğini düşündü. Ancak kafasındaki tek soru işareti, artık bir nebze
daha samimi geçecek olan bu sohbetinin devam edip etmeyeceğiydi. Bunu öğrenmek
için pasajda oldukça fazla vakit geçirmeliydi. Zira numarasını almak gibi bir
klişeye girmekten kaçınmıştı. Son zamanlarda büyük ihtimalle O’nu en çok
korkutan şeyler klişelerdi. Bu yüzden ki, istediğini elde etmesi için,
kendisine hayatta yüklenebilecek en büyük külfet olduğunu düşündüğü şeyi yapmak
zorundaydı: Beklemek.
Derince düşündü. Kendisi için belki de hiçbir şey ifade
etmeyen bu kadının zihninde kapladığı yer hoşuna gitmiş olacak ki, gülümsedi.
Bir kadını kendisinde ilk etkileyen şeyin güzellik olmadığına sevindi. Yazacak
ne kadar çok şeyi olduğunu hatırladı. Tek yapması gereken, birisini seçmekti.
Kolaya kaçtı. Kalemi tekrar eline aldı:
“Beklemek, insanoğlunun zamana ilişkin en çetin imtihanı…”
yavuz şahin şen
Fanzini çıkmaya başladığından beri sıkı bir şekilde takip eden ve okumaktan keyif alan biri olarak naçizane eleştirilerde bulunacağım. Edebiyat dünyasına yeni giriş yapan bir fanzin olarak iyi bir gelişme gösterdiğinizi çok iyi işler çıkardığınızı düşünüyorum ancak bazı sayılarda bir kaç yazının diğerlerine nazaran oldukça amatör kaldığını üzülerek görüyorum. Kendini bu kadar hızlı geliştiren bir işte daha seçici davranılmasını umuyorum. Bu yazı hakkındaki fikrim de bu yönde.. Yazı kendi içinde tutarsızlıklar içermekle birlikte okuyanı saran çarpıcı bir üsluba sahip değil. Elbette ki amatörlük kötü bir şey değil ve uzun bir yolun başlangıcı ama bir yazarın yazılarında özellikle realist gözlemlere yer veriyorsa daha özenli davranması gerekir. Yazıda bahsedilen cihangir betimlemesi aslında Tarlabaşı semtini anlatıyor. Diğer taraftan Cihangir'i bilenler refah düzeyi yüksek entelektüel kesimin ikamet ettiği bir yer olduğunu ve betimlendiği gibi sistemin parçası olmayı reddeden bir insanın kendisini özgür hissettiği bir yer olmaktan uzak olduğunu da bilirler. Yazısında realist gözlemlere yer veren yazar da doğru ifadeler kullanmalı kurgusunu sağlam bir zemine kurmalı ve bunun için gereken çabayı göstermelidir. Yazmak basit olmayan ciddiye alınması gereken bir iştir. Eleştirilerimi daha iyi bir fanzin ve edebiyat adına mazur görmenizi rica ediyor ve emeğinize saygımın büyük olduğunu belirtmek istiyorum. Teşekkür ederim.
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
SilFukara adlı blogunuzla daha yeni tanıştım. Blogunuzda yazılan birçok yazı ayrı bir duygu, farklı bir üslupla adeta bir ressamın tuvaline yaptığı herbir fırça darbesi misali özenerek,duygularınızı katarak okuyucuya sunmussunuz.
YanıtlaSilYazılarınızı okuduğumda farklı yaşantılara misafir oldum. Farklı kişiler beni hayatlarına konuk ettiler.
'Kapı Kolu' adlı yazınız kendimi sorgulamaya itti adeta. Bu yazınızda beni Cihangire konuk ettiniz. Cihangire hiç gitmedim ayrıntılı olarak nasıl bir yer bilmiyorum. Ancak yazınızda,yarattığınız karakterde sanki kendimi buldum. Insanın okuduğu bir yazıda kendini bulması ne garip öyle degil mi? Karakterlerin yaşantısı,düşüncesi,kurduğu hayalleri sizinkine benziyorsa eğer,insan düşünmüyor değil 'Acaba herkes bu hayatta aşağı yukarı aynı şeyleri mi yaşıyor?' Bu soru her daim düşündüğüm ancak cevabını bulamadığım sorulardan biri.Yazınızı okurken, bir soru daha sordum kendime.'Hayat,beni istediğim yere getiremedi mi?' yoksa 'Ben mi hayatımı istedigim yere getiremedim?' Ikinci sorunun cevabını buldum sanırım. Ben, hayatımı istediğim noktaya getiremedim. Evet başarılı oldum ama o başarı artık üstüme biçilmiş bir kaftan misali hep üstüme giydirildi ve giydim. Artık ne istediğimin, neler yapmak istediğimin bir anlami kalmadı.Herkes kurulu olan bu sistemin icindelerdi ve sisteme boyun egmislerdi. Sistem ne gerektiriyorsa o yapiliyordu iyi ya da kötü. Herkesin bu sistemin bir parçası olması beni de bu sistemin icine itti.Sistem dogrultusunda hayatimi sekillendirdim,sistem dogrultusunda yaşadım,yaşıyorum da. Bu sistemden cikacak kadar cesur muyum bilemiyorum.
Kalemi kağıdı elime aldığımda başlıyorum yazmaya çok profesyonel olmasam da icimdekileri yaziyorum kagitlara,karaliyorum biseyler oraya buraya. Düşüncelerimi yazıyorum. Bir öykü,bir hikaye yazamıyorum ama icimden gelenleri aktariyorum kâğıtlara. Bazen ne yazacağımi bilmiyorum bir sebep ariyorum yazmak icin. Bazen de dusunuyorum kendi karakterimi yapim ve onun üstünden anlatayım herseyi ama baslayamiyorum bir türlü belli bir sıraya sokamiyorum yaşadıklarımı.Yazinizda anlattığınız gibi aslında insanlarin yazacak ne kadar çok şeyi olduğunu hatırlaması gercekten bir başlangıç ve hangi konuda olursa beklemek insanın en çetin imtihanı.
Yazinizda beni de konuk ettiğiniz için teşekkür ederim.