Joanne Greenberg: hayatı ya da kişiliği
hakkında çok fazla bilgi edinemediğimiz, yayınlandığı yıllarda oldukça ses
getiren romanlarını takma isimle yazmış, 1932 doğumlu Amerikalı bir kadın
yazar. Eleştirmenler tarafından tam
olarak kurgusallık içermediği için bazen roman kategorisinde
değerlendirilmeyen, fakat bu tarafıyla ve bizzat yazarının geçirdiği bir ruh
hastalığının vesikası olması sebebiyle psikologların incelediği, 1964'te
yayınlanan, adı güzel kendi güzel kitabı: Sana Gül Bahçesi Vadetmedim.
Çok basit
olarak ifade etmek gerekirse Sana Gül Bahçesi Vadetmedim için 16 yaşındaki
şizofren Deborah'ın hastalık ve tedavi sürecini anlatıyor denilip geçilebilir;
ama bu kitabın psikolojik gerçekliğini ve derinliğini yadsımak olur sanırım.
Çünkü kendine zarar vermeye başladığı için ailesini tarafından bir ruh
hastalıkları hastanesine yatırılan genç Deborah, aslında Greenberg'in
kendisidir ve kitabın merkezinde duran şizofreniyi bu kadar görünür kılan da bu
biyografik temeldir. İlla bir kurgusal düzlem aranacaksa, geniş bir çerçevesi
çizilip dünyadan kopuş/hastaneye giriş'le başlatılıp, hastaneden kopuş/ dünyada
dönüş'le sonlandırılabilir metin. Ama çerçevenin içindeki asıl resim Deborah'ın
zihni ve zihninde yarattığı karmaşadadır. Greenberg'ün ustalığı ve kitabın
etkileyicilik dozu da burada yükselir. Deborah'ın düşüncelerinde gezmeye
başladığımızda Greenberg'ün dili, şizofreni ya da herhangi bir ruh hastalığının
zihin ve ruhtaki yansımasına dair çok az fikre sahip bir okuru bile hastalığın
doğasına sokup gerçek manada allak bullak edebilecek kadar konuya hakimdir.
Greenberg
elbette kitabı bir şizofreni hastasının günlüğü olarak ele almamış yalnızca.
Deborah'ın hastalığı hem psikolojinin bilim kısmına dokunuyor, hem de hayatın
tam ortasına, “normal” kavramının üstüne düşüyor. Deborah'a şizofren etiketini
yapıştıran kendi kafasında kurguladığı ve “Yr” adını verdiği dünyaya düşüp,
mantıktan kopması ve bu kopuşla zaman zaman intihara kadar sürüklenmesidir.
Hastalığın nasıl yükseldiğini, Deborah'ın diline ve tanrılarına kadar her ayrıntısını
kendi elleriyle yarattığı zihnindeki bu dünyadan okurken, aslında onun gerçek
dünyadan kopukluğunu, iletişimsizliğini, tutunamayışını görmüş oluruz.
Greenberg bunu sert ve karmaşık bir şekilde yüzümüze çarpmakla kalmaz; bir
şekilde Deborah'la empati kurmamıza da sebep olur. Onunla beraber biz de Yr'e
düşer, oradan dünyaya çıkmaya çabalarız. Hastalıkla beraber arka planda devam
eden tedavi süreciyle beraber bir kurtarıcı çıkar karşımıza: Dr. Fried. Deb'in
deyimiyle “Furi”, onu çok ağır ilerleyen hatta bazen tümüyle gerileyen bir
tedavi sürecinin içine sokar; bu anlamda onu dünyaya davet eder. Okur olarak
kendini yemekhaneden çaldığı kibritlerle yakmaya çalışmasına tanık olduğumuz
Deb'in iyileşmesini, normalleşmesini isterken Dr. Fried gibi sabırlıyızdır.
Deborah'ı anlamaya başlayalı çok olmuştur; onu etraftan koparıp kendi içine
çeken şeyleri, “bizi dört bir yandan saran , neredeyse kudurmuş bir dünya”nın
bize dokunan taraflarını da buluyoruzdur onun uyumsuzluğunda. Biz “normal
insanları” Deborah'tan ayıran şey de buradadır: kaçtığımız zihinsel sığınağın
bir adı, sınırları olmaması ve istediğimizde gerçekliğe dönebilecek olmamız
yalnızca. Deb, onu dünyaya katılmaya çağıran Dr. Fried'a dünyanın çirkinliği ve
kendi güçsüzlüğünü göstererek itiraz ettiğindeyse Dr. Fried hepimize seslenir: “Bak,
dinle beni, sana hiçbir zaman gül bahçesi vadetmedim ben. Hiçbir zaman kusursuz
bir adalet vadetmedim, ve hiçbir zaman huzur ya da mutluluk da vadetmedim. Sana
ancak bütün bunlarla savaşma özgürlüğüne kavuşmanda yardımcı olabilirim. Sana
sunduğum tek gerçeklik: savaşım.”
Deborah'ın
hastalığından sıyrılıp bakınca kitaba, onun dışındakileri; ailesini, çevreyi ve
hastaneyi görürüz - yani onun
iyileşmesini “sofra adabını bilen ve bizim kararlaştırdığımız geleceği kabullenen biri” olmasını
bekleyenleri. Greenberg burada da, toplumun bir şekilde “anormal” olarak nitelendirip ittirdiği
insanları ve onların normalliğe inancını incelikli bir şekilde eleştirir: “ Gizliden
gizliye düşünmenin dışında, kendilerini hiçbir zaman ayrıksı ya da tuhaf olarak
nitelemeye cesaret edemeyen kişilere göre özgürlük çılgın, kaçık, çatlak, daha
ciddi boyutlarda da deli, anormal, dengesiz ve aklını oynatmış biri olma
özgürlüğüydü.
Deb
tam ucundan tutup tırmanacağı zaman hayata sırtını dönmüş bir kadındır, fakat
anlamaya çalışırken henüz 16 yaşında kendisini delirtmeyi başaran dünyaya yüz
çevirmiş, kendi diline ve kurallarına sahip bir evren kurgulayabilecek kadar
güçlü bir dahi olarak da kitap boyunca hayranlık uyandırır.Bu hayranlığın bir
kısmı da hastalığın nasıl anlatılacağını çok iyi bilen Greenberg'edir elbette.
Satır satır “deli”yi anlatan, onu gerçekten anlamamız gerektiği biçimde anlatan
kitap merhamet uyandırmaya çalışmaz, korkmamıza da sebep olmaz. Olsa olsa
fazlasıyla rahatsız eder bizi ve ezberlediğimiz normal-anormal kavramlarını.
Şizofreniden yükselen, onun etrafında dolaşan, onunla
yoğrulan bir hikayenin akıp gitmesi, bir solukta bitmesini beklemek fazla
alıklık olur; Sana Gül Bahçesi Vadetmedim de kolaylık vadeden bir kitap değil.
Başı ve sonu keskince çizilebilecek bir kurgusu yok, peşinden sürükleyen bir
dile de sahip değil. Onu rahatsız ediciliğinin güzelliği için okunması
gereken kitaplar listesine, yazarı Joanne Greenberg'i de hakkında daha
fazla şey bilinmesi gereken sıtkı sıyırmış kadınlar listesine almak daha
yerinde olur.
“Deborah , dünyanın o korkunç kargaşa-okyanusunda
boğulmuş kişilerin hala beti benzi sararmış, soluğu kesilmiş bir haldeyken,
gene bu okyanusa dönüp bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha denemesine yol
açan ne gibi bir şey var acaba, diye merak etmekten başka bir şey yapamadı.”
pınar dönmez
Elinize sağlık çok güzel anlatmışsınız. Ben de bugün blogumda aynı kitabı paylaştım
YanıtlaSilhttp://kanvekuller.blogspot.com.tr/2015/03/lila-sana-gul-bahcesi-vadetmedim.html
Elinize sağlık çok güzel anlatmışsınız. Ben de bugün blogumda aynı kitabı paylaştım
YanıtlaSilhttp://kanvekuller.blogspot.com.tr/2015/03/lila-sana-gul-bahcesi-vadetmedim.html