19 Kasım 2013 Salı

kasım 2013 / 8

sana değil leyla'yadır bu papatyalar‏

göğsündeki yumruk dünyaya çarptıkça irkiliyorum   
gökyüzünü ve ormanları genişleten
bir tayın uğuldayan bacaklarını duyuyorum
göğsündeki yumruk dünyaya çarptıkça
uykularımda ruhumdan aşırtamadığım rüyalar
ey içimdeki kuyulardan çıkar beni
ey içindeki ırmaklara bağışla

taşırdığım son satırdır işte:
vakti kanatacak silahlarımız yok artık
bir daha hangi yüzyıl görüşürüz
sevgilim
hangi çağı kapatan mızrak akıtır kanımızı

ey kıyısız bir denizin sırtında tutunan mavi
ey göğsümde taşıdığım yaman zemheri
yüzün koparılmış bütün çiçeklerin hıncında durur

akılmda bir terzinin iplikten yaratıldığı vardır
bu uzayıp giden bir hikayedir anlatılır krallara

krallar avlarından erken döner bu yüzden
ben seni sevdiğimi böyle ilan ederim

sevgilim kanayıp duran bir oyuktur evren
çınlar kulağında bir gezginin

niçin söylenmemiş sözler düşünürüm sana

mehmet nejat

Haydar

                Aslında ilk baş böyle değildi, çok güzeldi. Kapalıçarşı’da iki dükkan alıp vuracaktık. Sonra bozuldu. Altı kişiydik biz, Ray Mahallesi’nden. Sırf içinden ray geçiyor diye adı Ray Mahallesi konulmuş bir mahalleden çıktık. Birimiz çirkinsek birimiz uzunduk. Hayat birimize eksik verdiğini hep diğerinde tamamlamış gibiydi. Aslında gelişlere gidişlere daha çocukken alışmıştık, el sallamayı iyi bilirdik. Ama kötülük etmeden büyüyüp kötü olduk. Öğrenmeden becerdik ne becerdiysek, yalnız görerek. Taklit ederek.
          
      İlk Kerem gitti İstanbul’a. Bir iki yaş büyüktü bizden, üniversiteye gitti. Avukat olup çıkacak dedik, sevindik, avukat olup çıktı, gerçekten sevindik. Yol öğrendi, yordam öğrendi, her şeye o çekti bizi. İlk o bıraktı. Aramızda en son o başladı sigaraya, bizi ilk o sattı. Hepimizin aklına girdi. Uğruna yürüdüğümüz, dedi büyük olsun. İyi yaşayalım. Rıza babasının dükkanında takılırdı yoksa, ben berberde devam ederdim. Mesut’un sanayide işi iyiydi, belki güreşmeye devam ederdi. İlyas belediyede, Tevfik kalorifercide kalırdı. Olmadı.
            
    Gene bu aylarda, üstünden 24 sene geçmiş. Her Cumartesi akşamı olduğu gibi gene içiyoruz, Civan’ın Çayırı’nda, söğüdün altında. Kerem bayrama gelmiş, yanında iki şişe de bizim oralarda bulunmaz vodka getirmişti. O gün de sıra Rıza’da, - her hafta birimiz alırdık bir kasa birayı- kendi Tekel’inden doldurmuş bir kasa birayı Kartal’ın bagajına. Yavaştan başladık, konuşuyoruz, söylüyoruz, Kerem gelmiş mutluyuz. Birden Kerem girdi lafa. Böyle böyle dedi, iki dükkan var, birini kapattım bile. Bir evim var, bir tane daha açarız. Üçer üçer yerleşiriz yolumuzu bulana kadar. Sonra hepimiz ne istersek ona. Orada para buradaki gibi değil dedi, bir gelmeye başladı mı çok gelir, istesek de önünü alamayız. Çok heyecanlıydı, bağırdıkça daha çok, coştukça daha çok. Konuşmasa da biz onun hayallerini anlar gibiydik, gözlerini yukarıya dikişinden belliydi kurdukları. Hep daha fazlasından bahsediyordu. Mesut duramadı, tamam kardeşim, dedi, gelir gelmesine de ya gelmezse, biz her şeyi bırakır ne yaparız ? Kerem önce yumuşattı bu lafları, kontrolün hep kendisinde olduğu belli oluyordu, geri kalanımızı hipnoz etmiş gibiydi. Bizi hafiften yokladı, sanki Mesut’u tek bırakmak ister gibi, bundan emin olunca da, bak kardeşim, dedi, ben bu kadar adamı, bu kadar kardeşimi emin olmasam işten, yokuşa sürer miyim ? Neyse o gün öyle bitti, biterken de iyi düşünün, dedi, 4 gün daha buradayım, “he” derseniz oturur konuşuruz. Benle Tevfik’in aklına yatmıştı, İlyas’la Rıza düşünelim dediler ama “he” diyecekler belli. Bir tek Mesut karşı çıktı işte ama Mesut dahil hepimiz onun bir şekilde ikna olacağını biliyorduk. Mesut daha duygusaldı bizden, kalalım isterdi söğüdün altında. Ömrümüzün sonuna kadar, sadece o kadar adam, sadece o söğüdün altında kalsak sesini çıkarmazdı. Ama biliyorduk, gidelim diyecekti.
       
         Eve gittim o gece, ufak bir suyun altına girip, çektim pijamaları, uzandım yatağa. Olur mu olmaz mı ? Olsa nasıl olur, olmaz dersem herkes giderse burada tek başına ne yaparım ? Sonra cebimi düşündüm, Kerem öyle bir etkilemişti ki, sanki gideceğiz daha ikinci ay herkes köşeyi dönmüş olacak. Kimin kimsenin muhtaçlığı kalmayacak. Burada kalsam, dedim kendime, ustam ya çok yaşlanacak kendi devredecek ya Allah gecinden versin toprağa girecek, ancak öyle dükkan bana kalacak. Bizim burada eskiden adet öyleydi, bir ustanın yanından çıktıysan onun karşısına dükkan açamazdın, açsan zaten iş yapamazdın, ayıptı. Sevdiğimiz ettiğimiz yoktu ama gün gelip mecbur evleneceksin. Onu da artık anamın teyzesinin kızı mı olur babamın dayısının kızı mı olur, anam hangisini beğenirse. Oradan tut elinde kalsın, buradan tut elinde kalsın, en son dedim tamam ben evet diyorum. Aslında ben Kerem konuşmaya başladığında evet demiştim de, o gece kendime evet kılıflarını iyice ördüm.
           
     Bayramın 2. akşamıydı. Kerem ya yarının akşamı ya öbür günün sabahı yola çıkacak, buluştuk yine. Ben aklımdan kurmuştum aslında, oturur oturmaz, böyle böyle deyip düşündüklerimi anlatıp tamam diyecektim. Ama bir baktım, sanki geçen günkü adam o değilmiş gibi Mesut girişti lafa: “ Ne bok yiyoruz ki lan sanki biz burada ? Gidelim amına koyayım, cebimiz para görsün, biraz da bizim yüzümüz gülsün.” Artık Kerem ne dediyse Mesut hızlanmış. Öyleydi zaten biraz Mesut, gazı verince elinden gelmeyecek iş yoktu. Sonradan öğrendik ki, Mesut’un kadınlara biraz zaafı vardı, biraz değil çok zaafı vardı. Kerem demiş, bak oğlum oranın kadınları buranınkilere benzemez, ayarlarım sana da bol, şunu da yaparız bunu da yaparız. Konuşmuş işte, Mesut da “he” demiş, “gidelim amına koyayım.” Kerem iyi bilirdi adamın bam telini, bilmese de bulurdu, belli Mesut’unkini de bulmuş ve basmıştı. Neyse bu böyle hararetlenince, ben de verdim peşine gidelim tabi, dedim, anlattım düşündüklerimi. Tevfik de peşimden geldi. Rıza’yla İlyas kaldı en sona. İlyas aramızda en sessiziydi zaten, gerimiz tamam dedi miydi, o da tamam bile demez önden önden yola düşerdi. Babasızlığındandı belki, en az konuşup en çok iş yapanımız oydu. Neyse, Rıza dedi, benim aklıma yattı yatmasına, herkes tamam dedikten sonra yok diyecek adam zaten değilim de, Menekşe’yle konuştum, gitme dedi. Kışa doğru nişanı yaparız, yaza da evimizi kurarız. Ben bilmediğim etmediğim yerde yaşamam dedi. Ne diyeceğimi bilemedim ben de. Bir daha konuşayım sizle, dedim. Kerem o dakikaya kadar, sanki barutu yere serpmiş, kibriti de atmış üzerine, yangının büyümesini izler gibi tek kelime dahi etmeden bizi izliyordu. Arada, işlerin kendince doğru gitmesinden duyduğu memnuniyeti dile getirmek ister gibi gülümsüyordu sadece. Geçen gece olduğu gibi, Rıza’yı da o karşıladı. Tamam kardeşim, dedi, biz sana evlenme düğünü yapma burada yaşama demiyoruz, gel işimizi kuralım paramızı kazanalım, sonra geri dön, seni sonra unutacak değiliz ya, yollarız kardan payını, hem belki senin burada kalman iyi olur, bir evimiz olur burada ha, dedi, hepsini kapatmayalım. Güldü sonra da, bildiğin kahkaha atarak güldü, hafif gevşemişiz zaten hepimiz 5 dakika birbirimize baka baka, hiç konuşmadan güldük. Kimse İlyas’a bakmadı bile, hepimiz tamam dediğinden emindik zaten. Gecenin sonunda yürürken evlere doğru, Kerem herkes hazırlıklarını tamamlasın o zaman, benden haber bekleyin, sonra siz de gelin, görün, en son da bitirelim şu işi, dedi. Müthiş bir güven duyuyorduk o zaman Kerem’e karşı. Sanki Hızır gelmiş yetişmiş, biz çok büyük bir bataklıktayken kurtarmış hayata tutundurmuştu. Halbuki sonradan bakınca, biz halimizden gayet memnunduk, öyle durumumuz iyi değildi ama kötü hiç değildi. Zengin değildik elbette ama çok fakir hiç değildik. En azından kafamız rahattı. Bizi önce çok kötü olduğumuza inandırdı, sonra da çok iyisini yapacağına. Yalan yok, inandık.
              
                   O geceden sonra aradan çok değil ya bir ya iki hafta geçti, haber geldi. Hepimiz zaten çoktan hazırlanmışız, Tevfik hariç hiçbirimiz daha önce görmemişiz İstanbul’u ama hepimizin aklında avcumuzun içi gibi bildiğimiz bir şehir var, toplamda beş tane şehir, beş İstanbul. Vardık, aldı bizi Kerem, evi tutmuş dayamış döşemiş elinden geldiğince, mutlu olduk. Hemen sonraki güne dükkanları gördük, Kerem hiç susmuyor, sanırsın mal sahibi övdükçe övüyor. İyi dedik, kötüyü görsek şartlanmışız zaten iyi diyeceğiz. Pederlere haber salındı, krediler hazırlandı, ananın yastık altındaki altınlara uzanıldı, birikmiş üç beş kuruş ele alındı. Borca girildi velhasıl ama birimizin bile altında kalacağımız, işin kötüye sürükleneceği yok. İyiydi o sıra her şey iyi.
                Birkaç gün aval aval dolandık, gezdik tozduk avcumuzun içinde. Derken dükkanlar hazırlandı, para ödendi işi kuracağız. Bir sabah bir uyandık. Ben, Kerem, İlyas bir tarafta kalıyoruz, diğerleri öbür evde. Uyanınca gördüm bir kağıt mutfakta masanın üstünde, açtım ki Kerem’in yazısı. Dilim varmıyor aslında kardeşlerim demeye ama affedin beni, etmezsiniz ama gene de hakkınızı helal edin, diyor. Şaştım kaldım, ne olmuş, ne demek istemiş. Aklıma intihara gittiği falan geliyor, başka bir şey gelmiyor. Ama öyle olsa kardeşlerim demeye niye dilin varmasın. Gittim, İlyas’ı uyandırdım, diğerlerini çağırdım, onlar da iki kat aşağıda oturuyorlardı zaten bizim. Oturduk düşünüyoruz, ne yapacağız, ne edeceğiz. Gittik çalıştığı yere tabi yok, ayrılmış iki hafta oldu dediler, polise gittik sonra, bulamadılar falan filan bu iş bir haftayı buldu ki, haber aldık. Aksaray’da Cerek Selim diye bir adam varmış, mekanları şunları bunları, bir yandan da müteahhitlik yaparmış. Kerem onun yanından çıktı. Rıza sinirli, Mesut daha sinirli. Biz gene sakiniz. Herkes bir şeyler öğrenmek istiyor ama Kerem susuyor, en son Mesut dayanamadı üstüne yürüdü ki Mesut’un bu Selim’in adamlarından biri silah çekti. Sonra tuttuk tabi biz bizimkini, gel dedik, siktir et.
          
      İş aslında siktir et deyip geçilebilecek cinsten değildi, biraz deştik, mücadele ettik ama bir şey çıkmadı, o zamanları hatırlamak istemem pek, bizimkiler de istemezdi. İnsan kazıklandığını öğrenince kendinin aptal olduğunu zaten anlıyor ama nasıl kazıklandığını öğrenince… Neyse onu inşallah yaşamazsın da öğrenmezsin de. Bunu yaşadıktan sonra elde avuçta bir şey kalmadı, dükkan işi yalan, para kalmadı. İşte orada bir an vardı, kırılma anı. Geri dönsek belki geri dönerdik, rayına otururdu tekrar her şey. Ama yüzümüz yoktu galiba dönemedik.
                Sonra her şey birkaç yıl içinde çözüldü, hiçbir şey uzamadı. İlk Mesut gitti. Orada da, Kartal tarafında sanayide işe girdi. Tutundu da, sevilecek adamdı çünkü. Ama belası işte bir kadınla tanışmış, geceleri gider gelirmiş. Biraz zaman geçince öğrenmiş ki kadın evli. Adam gece vardiyasında çalıştığından ev boş. Önce afallamış sonra kadına dayanamamış. İş uzadıkça uzamış, bizim haberimiz yoktu, en son oldu. Bir gün adam yakalamış, bir şekilde halletmişler ama bizimki uslanmayıp ikinciye de yakalanınca adam bizimkinin de kadının da vermiş ağzına mermiyi. Adamı tanımam bilmem belki hala hapistedir, bizimkini gömdük. Naif çocuktu Mesut, bizden hafif kısa hafif de genişti. Güreşiyordu işte biz ortaokuldayken, il şampiyonu olmuştu. Sonra bölgeye gitti, dediğine göre Karadeniz’de de 4. olmuş. Dedim ya önceden şu dünyada sadece altımız olaydık yaşıyor olurdu şimdi. Ama ilk onu gömdük.
             
   Çok değil gene o sıralar İlyas da tuttu o sıra belediye üzerinden bulmuş bir şeyler. Bizim oranın başkanı, İlyas’ın dayı olurdu. İlyas’ı o büyüttü sayılır zaten. Neyse çok deşmeyelim o tarafları, bir gün bir geldi fırın işine gireceğim dedi, simit yaparım poğaça yaparım açma yaparım, bulurum bir şekilde yolumu. Şimdi olacak ya da olaydan önce olacak, İlyas bir işe girecek, ben onu yalnız bırakacağım, hayatta olmaz. Ama o sıralar Kerem nasıl vurduysa birbirimizin suratına bakamaz olmuştuk, çünkü biraz uzun baksak birbirimizi suçlayacaktık. Açtı fırınını, ufak da bir çevre. Kazanıyor dedik herhalde, ulan kazanıyor da bir adam ikinci ayına araba alacak, lüks yaşayacak parayı kazanamaz ama bizimki yüzüyor. Bizle de irtibatı hafif hafif kesiyordu ki bir gün öldüğünü öğrendik. Öldürüldüğünü. Ne bok karıştırdıysa pezevenk, kimin neyinin sınırını deldiyse, mevtayı göremedik bile. Öldürmüşler atmışlar bir kenara, sorduk soruşturduk da öyle öğrendik. Öyle sessiz, öyle sakin derdik. 28 sene sustu, yaşadı, 2 ay bağırayım dedi, olmadı. Babası gibi olsun isterdi zaten, olacaksa – ki mecbur olacak – erken olsun ölüm, alıştırmasın beni kimseye.
       
         Sonra Tevfik’e oldu olan. O hiç boka bulaşmadı, temiz yaşadı, dini bütün adamdı zaten. Sadece para kazanayım istedi, yarınki yemeğimi çıkaracak kadar. O kadar kazandı. Bir otobüs firmasına girdi, gece direksiyonda, gündüz uykuda, gece yine direksiyonda. Bir süre böyle geçti, desem ki 5 ay kadar. Televizyondan öğrendim onunkini de, tipik bayram öncesi trafik kazası, insan bilemiyor. Yanı sıra almış 23 kişiyi de, gitmiş. Tevfik’in üzerine çok konuşamıyorum. Çünkü bana en çok benzeyen oydu galiba. İlk arkadaşım, karşı komşumuz. Okulda sıra, mahallede takım arkadaşım. İnce, uzun, sakalı bir çizgiyle çekilmiş gibi uzayan, yazık bir adamdı. Yazık öldü.

                En sona Rıza kaldı, gene o biraz fazla yaşadı. 3-4 sene daha. Fabrikaya girdi, deterjandır çamaşır suyudur üreten bir firma. İyi de tutundu, çalıştı uzun süre. Bir ara midem ağrıyor demeye başladı, bir iki gitti geldi ki doktora, mide kanseri dediler. Onu dediler, çok sürmedi. 4 ya da 5 ay sonra onu da gömdüm. Nazlanmadı hiç hastalığa, yok ben duracağım demedi, gönlü var gibiydi, meyilliydi mezara. Ya böyle işte Ahmet Efendi, gördüğün gibi anlattıkça azalıyorum. Bir dahakine gel Rıza’dan başlarım daha uzun anlatırım.

-          Peki sen ağbi, sen ne yaptın ?
              
  Ben, o ilk girdiğimiz Kerem’in evinde tam 7 sene daha yaşadım. Yolu yordamı ben de öğrendim. İş buldum çalıştım, inşaatından lokantasına işportasına. En son Rıza’nın ölümünden bir iki sene sonraydı, Hafize Abla haber etti, ustanı kaybettik, gel dükkan başsız kalmasın. Dönüş öyle. Bir de evlendim ama anamın dayısının kızı falan değil, Menekşe’yle, Rıza’nın Menekşe’yle. Kız meğer evlenmiş, dul kalmış. Ana yok baba yok ortada. Ben yalnız meğer o benden daha yalnız. Dost olduk işte öyle. Yuvarlanıp gidiyoruz. Ha bu arada, ense iyi mi yoksa biraz daha kısaltayım mı ?

mehmet meşe

unutulmayan

durmadan taşırdım yanımda üç şeyi
iri çakıl tanelerini, çatlamış bir narı
bir öpüşün bıraktığı harlı lekeyi
ipekten
çalınmış
umutlarla taşırdım
ah sevgilim derdim, ölüm
ne kadar çoktu yaşadığımızda.

bize hep beyaz mendil
sallayan
ölüm ki,
iki kapısında haki bir yalnızlık
dikilirdi

ve
hatırlatırdı
bize, güz kuşlarının
uçup gittiği denizleri.

bense, yulaf kokan
dağlı ellerinde
dolaşmak gibi kolaydır
sanırdım yaşamak ve sana kansız
bir gökyüzü
getirirdim
getirebilsem ah,
-avlusunda çocukların
korkmadan oynadığı-
lalelerle
donanmış simli bir gökyüzü.

bir öpüşün bıraktığı harlı lekeyi
çatlamış bir narı, unutmadım.

behçet aysan

suç duyurusu

Yağdığı kadardır gökyüzü,
seller alabildiği kadar yaşamı
içimizden…
bilirim ki daralınca göğsüm
kentler yıkılır göz kapaklarıma,
ağrılar düşer saçlarımı taradığım
parmak aralarıma…
üzülme, sadece yoksunuz
aynalar karşısında.

. . .

Oysa tarlaları
sürerken
rüzgarları sayıklıyorduk
elma ağaçlarına,
yemişler veriyordu
her korktuğunda
eteklerimize.

. . .

Sirenler
dilimizdeki hüznü taşıyor
nehir kenarlarına,
gerdanımız yaralı
oluk oluk kan yıkıyor
göğsümüzün şehirlerini.
bir pişmanlığımız
kalmış şanınıza
bir garibanlığımız
varlığınıza şükranla,
hasretle.


Esintinin görkemiyle
yaprakların gürültüsü
yükselir,
ağaçların gövdeleri
susuz,
bal giydirilmiş yeryüzüne
oyuklarından selam dururlar.

. . .

görmedik geldiğini
yerler ıslak,
elleri tülden,
bir veranda da
saygıyla önünde
eğildiğimiz hürmetine
güneşler süreriz
boylu boyunca...

. . .

güneş, hiç durmadan
yakacak eteklerimizi...
bir başına ortalık yerde
kalacak acılarımız...
göklere dalar da gidersek
ufak gün ışıklarıyla;
sesten, seyirden uzak
bir tokluğumuz kalacak
şu görkemli,
büyük fakirhaneye ...

jean pierre fabien

İki Perdelik Trajikomedi

Gelmesi, gelmeyecek olmasından daha kötü bir beklenen: Godot. Kimliği, şekli, özü belirsiz varlık. Belki de yokluk. Beckett'ın ustalık eseri.

Beckett'ın 48'de Fransızca yazdığı, 54'te kendi tarafından bazı değişiklerle İngilizceye çevirdiği oyun üst kültür(!) içerisinde çeşitli söylemlerle kendine yer edinmiş durumda. İlk okunduğunda bireyleri bir anlaşılmazlık içerisine sürüklüyor fakat oyunu bütünlüklü bir ‘elde ne var’ görmek yerine, özümsemeye çalışmak, bize doğrudan nüksetmesine izin vermek lazım.

Vladimir ve Estragon, Godot'u bekliyor. Kimilerine göre amaçsızca, hiçbir zaman gelmeyecek bir Tanrı'yı, kimilerine göre nihai bir ölümü. Oyun boyunca Godot hiç gelmiyor ve gidişata bakılacak olunursa da hiç gelmeyecek gibi görünüyor. Fakat tüm bu sorular arasında gözden kaçırılan bir nokta var; beklenenin gelmesi elzem midir? Godot gelince, karakterlerin kendilerine vaat ettikleri kurtuluş gerçekleşecek midir? Bu sorular varsın dursun. Eğer elimizde bir bekleme eylemi varsa, ona bakacağız.

Uzaktakini, gelmeyeni, eksik olanı kusursuzlaştırarak yanıldığımız çok oldu. Burada aslolanın beklemek; amaç sandığımızın bir araç olduğu safsatalarına girmiyorum. Şu oyunla kafamda düzensizce salınan düşünceler kendilerine yer edindi. İşin ilginç yanı hepsi kendi içlerinde dağıldı.

Diyebiliriz ki tüm bu rastgelelik içerisinde bir mutlaklık yok. Ağzımızdan çıkaracağımız kesin bir yargı var olamaz. Didi ve Gogo gibi düşmüş haldeyiz. "Biz, hâlâ düşmeyi öğrenen insanlarız." Kurgusal bir hatanın ardından çernobilden nasibini almış bir tarla üzerinde yeşermeye çalışıyoruz.

Oyun boyunca iletişim aracı dil, Vladimir ve Estragon arasında önemini yitirmiştir. Şu çağ ve kültürde sahip olduğumuz birikimle bakacak olursak birbirlerine bahsettikleri şeyler bize anlamsız bir laf salatasından başka şey ifade etmez. Beckett tıpkı, giderek bir vahşet merkezi olan dünyayı izleyen kayıtsız Tanrı imgesinden tiksindiği gibi dili de bir kurtarıcı olarak görmez. Kurduğu bu evrende dil, anahtardansa kilit işlevi gören bir sistematikten ibarettir.

Ortam çorak ve kimsesiz bir tarla; karakterler bulundukları yere yabancı, adeta sahneye "düşmüş" haldeler. Bu bize elbette ki "Trajik Düşüş"ü anımsatıyor. Karakterler anne ve babadan yoksun, dolayısıyla kimliksizdir. Kullandıkları dilin herhangi bir işlevi yoktur. Geçmişlerini unutup gelecek hakkında bir fikre sahip olmadıkları için zamansal boyutta yitik durumdadırlar. Bulundukları mekân onlara bir şey ifade etmediğinden bir de duruma uzamsal kayıp eklenir. Varoluşları hakkında bir yargıda da bulunamazlar.

Waiting for Godot, Rönesans Dönemi'nden süregelen sistematik zaman döngüsüne ve mantıksallığa bir karşı çıkıştır. Bu dünyadaki karakterler arasında, sebepler sonuçlara bağlanmaz. Hiçbir şey bir mantıksallık içerisinde sunulmaz. Oyunda koyunlara bakan çocuğun Godot tarafından dövülmesi fakat keçilere bakan çocuğa ilişilmemesi bize İncilden ironik referanslar sağlar. Hıristiyanlığa göre koyunlar Tanrı'nın sadık kullarını temsil ederken keçi, ona karşı gelenlerin sembolüdür. Hatta daha eski pagan inançlarının da keçiyi bir sembol olarak kullandığını bunun zamanla evrilerek satanizme ait bir gösterge olduğunu da söyleyebiliriz. Oyundaki neden sonuç kopukluğuna gelecek olursak, bir açıdan Tanrı ile özdeşleştirebileceğimiz Godot'nun kendi sadık kullarına şiddet uygulaması hak etme meselesini sorgulamamıza sebep oluyor. Varsa eğer O, her şeyi mükemmel düzende tutan bir Tanrı mıdır?

Oyundaki 'peki ya?' öğesine gelecek olursak; ilk perdede var olan ağaca ikinci perdede iki yaprak eklenmesi bir umut mudur? sorusu dahi romantik bir bakışın ürünü. Belki de iki yaprak Godot'yu beklerken geçen zamanın mevsimler üzerinden katmerlenmesinin bir sonucudur?

San Quentin Cezaevi Müdürü Herbert Blau oyunu mahkûmlarına sergiletmeden önce onu "insanın ne duyacaksa onun için dinlemesi gereken bir jazz müziği parçası"yla karşılaştırmış.

Çelişkiler, anlamsızlıklar içerisinde, insanoğlunun çorak bir tarla üzerine yansıması bu oyun; herkesin kendi ezgisini duyduğu bir müzik.

“Bana da bir başkası bakarak, uyuyor diyor. Kendisinin de uyuduğunun farkına varmadan uyuyor, hiçbir şey bilmiyor. Uyusun bakalım, diyor benim için. (Bir an.) Böyle devam edemem. (Bir an.) Ne dedim ben?”

irem kulaber




yitip giden

taze ömürlerin kıyısında            
sonbaharın eskitemeyeceği bir kokuya
lanet okurduk                                                              

ve hep yağmurlarla düşürdük
evrilmeyecek acılarımızı

böyleyse tamam                      
bir bakışınız
ellerinden tutacaktır her fidanın                                     

kaybolacak bir anıya                
sebep biçmenin anlamı yoktur -ya da tam tersi-             
hem bilinmez niye                    
bir düş daha kopunca takvimlerden       
başka olacaktır heyecanı                      
kelimeyi yeniden tanımanın                   
küsmüş bir yıldızın son sürat     
intihar keyfi seher vakitlerinde              
sıcak yaz cumalarının               
su içercesine bakraçlardan yudum yudum          
kol kanat gerdiği kederlerin ve              
ocağı yakması belki bir fırıncının
kundurayı tamam etmesi kunduracının                          

filinta delikanlıların çabuk sevip 
bir çırpıda unutmalarına gülmeli
gülüp geçmeyi bilmeli                           
biz hissedebiliyorsak sol yanımızda
bir yumru gibi inkisârı   
o vakit zamanı geldi demektir               
o vakit zamanı geldi                 
yeni şarkıların ve güzel kadınların                                             

susmuşsa çikolata ağızlarıyla     
mahallenin bütün çocukları                    
susmuşsa şehrin çığırtkan seyyar satıcıları                     
bilin ki gökyüzü yarılacaktır       
bilin ki yağmur yağacaktır                     
siz bulutlar ağlarsa da sevinmeyin
çünkü bulutlar                          
kimsesidir kimsesizlerin
ağlamış her bulut gidecekse bir gün       
siz yine de sevinmeyin              
unutmayın martılar uçtukça yükselecektir gökyüzü         

tamam diyoruz rüyalardan gittiği gün bitecek     
biz bileklerinden başladıysak eğer
başlayabildiysek bir kadını sevmeye      
kurak yörelere merhaba diyecekse yüzümüz yeniden
cesur ve mertse sevdalarımız
gönlümüz aşkımız yumrukçasına sık ve yetkinse            
masal olmalıysa dilden dile                               
tek bir gece dahi                                  
hatırlanacaksa çocuklarca                                 
hatırlanmasın                                       

bilirsiniz çocuklar sonuna değin
gitmek isterler hikâyelerin

barış mert

Bir Dilim, Sulu

-Fesleğenci kız, fesleğenci kız! Ekersin biçersin, fesleğenin yaprağı kaçtır bilir misin?
-Bey oğlu, bey oğlu! Okursun yazarsın, gökte yıldız kaçtır bilir misin?
Dışımda gelişen, o kalabalık ve seyir halindeki yaşamlara uzak olmak bu denli büyük bir korkumken; sokaklar ötede, seninle en adi mahallelerle yitik bir hayatı yaşamanın acınası keyfi vardı üzerimde o kış. Başı sonu belli olmayan halkamızda, muğlak bir zamanın açken leziz, tok karna vasat bir diliminde yaşıyorduk. O zamanlar paramız yeterli, heyecanımız olağan, sevişmelerimiz sık ve alışmışlığımız had safhadaydı. İki ucubenin başrolünde, katarsise mahal vermeyen bir filmdi bizimkisi. Şimdi, kendine farklı yönler seçmesine rağmen aynı yastığa gömülen başlarımız bana dibini sıyırdığımız bir yemeği anımsatıyor. Askerde tiksinti getirmiş kara şimşeği hatırlatıyor; kokusuna tahammülü dahi reddeden. Tecrübe etmeden özümsüyorum. Sağ kolun, çarşafın üzerinde. Omzun ve dirseğin arasındaki o zayıf, o pütürlü, o paslı demirlerin orospusu olmuş kısmı yazı tahtam belliyorum. Parmaklarım başta gelişigüzel salınırken harflere bürünüyor. Aklıma, ilkokuldayken arka sıradakinin sırtıma yazdığı edepsiz kelimeler geliyor. Hissiyata dair düşünmeyi reddeden umarsız benliğinden bu çeşit farkındalıklar beklemediğim için rahatça şekillendiriyorum hamurumu.
"Unutulacaksın."
Öyle naif, öyle yavaş yapıyorum bunları. Ardından sigara kokusu sinmiş, kalın telli saçlarının arasına çalakalem bir öpücük bırakıyorum. Her şey tekil, beklentisiz ve akışkan. En zorudur ya o sıcak yatağı, o –artık- kuru, huzursuz ama sıcak yatağı bırakıyor olmak; belki şafak belki akşam vaktidir kestiremediğim güne atıyorum adımımı beni her daim bekleyen durağıma varmak için. Sen, zamanların birinde bir sulu dilim/ beni duraklara mahkum etmiş adam/ beni anı zengini, huzur fukarası eden hasta çocuk/ keşke, ellerimle öldürecek kadar çok sevseydim seni. Hastalıklı bir şekilde, kan çanağına dönmüş gözlerimle salınsaydım cansız bedeninin üzerinde. Elimde bir şey olurdu, değil mi?
Beni aldın yine orada bir yerlere bıraktın. Soruları görmeden cevaplarını vermiştim kendime, sen beni aldın, şimdi ortada soru da yok cevap da. Bir tek, gıpta ve özlem ile.
O, oralarda bir yerlerdeydi, yine oralarda bir yerlerde.

Cries of Whispers (Oldboy OST)*

irem kulaber

akıp giden şeylerin aktığı yerlere

aklıma gelmeyen, zamandır
iyi bir haziran gününü
soğuk çayları, kağıt havluların
alamadığı ıslaklıkları
barındıran
içimde uçurum gibi bir tüfek
yatak odaları gibi değil, olmamak gibi
hiç değil
geceleri giyinen adamların ve
gündüzleri soyunan kadınların
alışık olduğu
bu yüzden bana biraz yaklaş
çünkü yıkanmamış da olsa bir ölü
bir ölüdür

dedemin artık sakalları uzamıyor
annemin güldüğü noksan
ağladığı bir yangına çıradır
benimse içim içime sığıyor
ama kahrolmuyor oligarşi


mehmet meşe

yeni bir aydınlığın inşası ancak sende mümkündür

seni ben kurtaracağım loş otobüslerden, karanlık odalardan,
                                                           yıkık dökük uykulardan
insanlığımla, kollarımla, şairliğimle ürkekliğini abartmadan
seni o geçip giden ekimlerden, kasımlardan, kışlardan baharlara
dalga dalga o suların göğüslerine çarpıp çarpıp yenildiği
sevindirir bir kuş salarsan eğer saçlarını ben inandıracağım
sen genişledikçe yeşeren bir kahvaltı sofrası
güldükçe buyur etmiş olacaksın sol yanındaki uzun taşkın
                                                                                   ırmağa
ben yağmurlarla dövüşüp dövüşüp sırsıklam
bir saç telini daha bulup koyacağım birikmiş utangaçlıklardan
dökülür de dökülmesine ağır aksak taşıdıkların
sakar mı sakar bir duygu senin nerende saklanır
ben görürüm nasıl yürüdüğünü aştığını o kimsesiz bilmediğim
                                                                  kıskanılacak yurda
ben gördükçe bilenirim omuzlarına, uzaktalığına, varamayışıma
bak uyumadım yoksulum ama tuttum çıkardım seni bir ölünün
                                                                           hafızasından
sen ey okyanuslardan aşırdığım üşenmediğim çaldığım
yaklaştın biraz, biraz daha yaklaş
durma artık sen de çağla


mehmet meşe

24 Temmuz 2013 Çarşamba



temmuz 2013 / 7

şavaş kazanan çocuklara yalancı ağıt

ben senden yana değilim dünya
derdini düşürdüğün toprağım senindir
isa ölmeden bana bir kuş getir

elimde bir bahçeye sümbül olacak umut
göğsümde koparılacakbir düğme daha var
yine de yanıltmasın seni sırtımdaki kan
başımdaki turna
sabrımı sancınla ovdum ben
ve atım dehlendiği bir savaşa koşuludur hala
gel sürün yarama:
savaş çocukları ve atomları ilgilendirmez

çünkü sana söylediğim şiir
öyle kolay ezberlenir her dilde
dağlardan katır katır taşınan ölüler geçer
dağlar bir irin gibi büyür bozkırda

günlerce koşup anlat bunu insanlara
faşizim alnının akıyla çıktı dachau'dan
fotoğrafını çek polisi ara

işte korkunun acıklı tomurcukları kaldı bize
savaş kazanan çoculara yalancı ağıt

evet çözülür bir gün kahrımdaki düğüm
yürekciğimdeki çukur suyla dolar da
balıklara ev olurum

hepimiz huzursuzuz sığınaklarda

                                                                        mehmet nejat

Ece Ayhan Üzerine Birkaç Not

                    Şiir yazmak değil de şair olmak en azından belli oranda farklı bakabilmeyi, farklı yazabilmeyi, farklı yaşabilmeyi gerektirir. Bu gerekliliği en fazla hisseden ve en fazla sindirebilen şair ise kesinlikle Ece Ayhan’dır. İkinci Yeni şiirinin karaşın, sivil, sıkı –ki bunların hepsi kendinin getirdiği sıfatlardır ve uzatılabilir bir listedir- şairidir kendileri.

            Şiiri ve yaşama bakışının farklılığın açmak gerekiyor biraz. İkinci Yeni şiiri farklıydı. Döneminde ve sonrasında hep anlamsızlıkla, kapalılıkla vs. suçlandığı açıkça biliniyor. Fakat İkinci Yeni’nin önde gelen 3-5 atlısının arasında da en kapalısı kendi deyimiyle en sıkısı Ece Ayhan’dı. Edebiyatla ilgili ne okursanız okuyun en sık karşılaşacağınız nokta “özgün bir dil yaratmanın kalıcı olmak adına en büyük adım” olduğudur. Ece Ayhan bu konuda en aşmış insandır tartışmasız. Bir toplumun konuştuğu dili öğrenmek için sözlüklere nasıl ihtiyaç duyuyorsanız Ece Ayhan’ı da öğrenmek için bir sözlüğe ihtiyacınız var. Şiir söyleyişi, kullandığı kelimeleri, imgeleriyle bambaşka bir şiirin sımsıkı bir şiirin yazıcısı olmayı seçti o. Sıkı şiir konusunda ise Ayhan, okur ile yazar arasında bulunan mesafeyi kaldırmak istemiştir. Bir sanat birikimi gerekliliğini açıkça okurun hissetmesini sağlamıştır kendi şiiriyle. İşte bu yüzden onun şiiri sıkıdır. Bu yüzden kapalıdır. Okurun yazabilecek, yazarınsa okuyabilecek olabilmesidir aslolan Ayhan’ın şiir anlayışında. Fakat bu cümle bir yere kadar gayet anlam taşıyor gibi görünse de bir insan bütün hayatını Ayhan’ın şiirini çözmeye adasa dahi hep açamadığı imgelerle karşılaşacaktır. Sıkı şiir işte, uğraşlarınız bir yere kadar. Bunun sebebi de sorgulayıcı yönü Ayhan’ın. Sorgulama eylemi bütün insanlık için pek bir anlamlıdır. Hayat sorgulanmalıdır, sistem sorgulanmalıdır, insan sorgulanmalıdır. Evet bunlar kesinlikle yapılmalıdır fakat üzgünüz ki bu pratiğe dökülemeyen romantik söylemlerden ileriye gidememiştir çoğu zaman. Ayhan ise kendi işi gereği dili sorgulamıştır parçalamıştır. Bunun sonucu bambaşka bir yöne “ecece”ye evrilmiştir dili.

                 Ece Ayhan’ın sisteme bakışına eğilecek olursak en temelinde bir muhaliftir. Otorite karşıtıdır, kolay kabullenmeyendir. Hep sorunu iktidarladır ki bu da gayet basit anlaşılırdır. Bir sorun varsa bu yönetenlerin ya da doğrusu yönetmeye çalışanların çıkardığı bir şeydir ve hesabı onlardan sorulmalıdır. Ayhan’ın bu yönü biraz daha çocukluğu incelenerek çözülebilir. Babasız büyümüştür Ayhan. Baba ve devlet kardeştir. İkisi de kendi alanlarında iktidarı simgeler. Evin egemeni baba, ülkenin egemeni devlettir. Yine ana ile de tabiat kardeştir. Doğurgan olan, besleyen anadır ve tabiattır. Buradan yola çıkarak devlet babadır, tabiat ise ana. Bu diyalektik bakışa sahip olduğu düşünülebilir kesinlikle Ayhan’ın. En azından ben öyle düşünüyorum. Evde babasız yetişmesi çocukluğunda bir otorite boşluğunda yetişmesi sonucunu doğurmuştur. Fakat gençlik çağına geldiğinde otorite görmemiş genç devletle karşı karşıya gelmiştir ki bu tarihler de Menderes diktası dönemine denk gelir. Ece Ayhan için baştakinin pek önemi yoktur zaten. Onun Menderes, İnönü, 2. Selim ya da 3. Murat gibi özel adlara takılmışlığı yoktur. Önemli olan bir otoritenin, muhalif olanı törpülemeye çalışan bir otoritenin varlığıdır. Otoritesiz yaşamanın ne olduğunu hiç bilmeseydi belki çok sıradan bir şair olacaktı ya da şair dahi olamayacaktı. Tabi biz de onu tanıyamayacak okuyamayacaktık.

               Ece Ayhan için muhalif dedik çünkü en genel olabilecek sıfat buydu. Daha özelinde bir şeyler bulmak en azından şu an benim yapabileceğim bir şey değil. Bunun için onun aykırı yönünü yine daha genel hatlardan tanımlamaya çalışacağım. Ayhan’ın en belirgin özelliklerinden biri tarih konusuna büyük önem vermesiydi. “En geniş zamanlı şiir” diyebilmesi de buradan ileri geliyor olsa. Bugün ve tabi dün çoğu şair birkaç tane ucuz romantik şiir ya da bireysel bunalımlarını konu aldığı yine basit şiirler yazıp prim yapmış kendine bir yer edinmiştir. Bu kesinlikle işin kolayına kaçmaktır. Emin olun Ece Ayhan bunu yapmaya kalksa bu basitin dahi en iyisini yapabilecek bir insandı. Ama Ayhan bu yola hiçbir zaman girmedi. Tarih gibi okul sıralarında asla doğrusu öğretilmeyen ve asla da öğretilemeyecek konu üzerinde birikim elde etmeye çalıştı, etti ve onu yazdı. İnsanları yanlış öğrenmelerinden alıkoymaya çalıştı. Resmi kayıtlardaki tarihle çarpıştı. Bu bakımdan bana göre çoğu toplumcudan daha toplumcu bir şair oldu. Şiiri asla ajitasyon yapan bir şiir olmadı, asla bağıran sloganlarla süslenmedi. Alışılmışın dışında bir toplumculuk oldu onunki. Bu sebepten belki de çoğu edebiyatçı onu toplumcu olarak kabul etmeyecektir fakat emin olun Ayhan okuyan bir adamın tarihe başkaldırmaması imkansızdır. Kim bilir Ayhan’ın bu kadar az basılıp az okunan bir adam haline sokulması otoritenin işidir. İşçi sınıfıyla en yakın olduğunu düşündüğümüz şairleri sayacak olsak Nazım’dan, Ahmed Arif’ten bahsederiz herhalde. Bunların yanına kesinlikle eklenmesi gereken şair Ayhan’dır. Yukarıda bahsettiğim okur ile yazar arasında bir homojenlik kurma isteği belki Ayhan’ın işçi sınıfından ayrılması sebep oldu. Fazla okunabilen,daha ötesi anlaşılabilen bir şair olamadı. Buna pek takıldığı da söylenemez zaten. Takılsa Ece Ayhan olamazdı, orası ayrı.

                 “Adalet mülkün temelidir.” gibi yaşadığımız sistemi çok güzel özetleyen bir cümle var. Açacak olursak burada mülkün ne olduğunu rahatlıkla çözebiliriz. Bahsi geçen mülk özel mülkiyettir. Adalet ise mevcut hukuk sistemidir. Yine hemen Ayhan’ın benimsediğini düşündüğümüz diyalektiğe dönüp adaleti sağlaması gereken iktidar, otorite yani devlet, özel mülkiyet kısaca burjuvazinin varlığının koruyucusudur. Ece Ayhan ise bu cümleyi almış “Esas duruş mülkün temelidir.” haline getirmiştir. Esas duruş bilindiği gibi askerde kullanılan duruş. İtaati, otorite karşısında boyun eğmeyi simgeliyor. Bu Ayhan’ı Ayhan yapan çelişkiyi aslında, asker,bürokrasi karşısında tuttuğu sivil tarafı ne denli içselleştirdiğini, zaten o olduğunu ortaya koyar bir cümle. 

                  Ne kadar doğru olacağı tartışılır olsa da Ayhan az ya da çok ne kadar olduğu kestirilemez bir anarşisttir. Çünkü onun düşüncesi yıkmaya kadardır. Otorite karşıtlığı su götürmezdir ama burada üşengeçlik mi etmiştir bilinmez fakat yıkmadan sonrası hakkında fazla konuşmamıştır. Yeni bir şey kurabilmek için yıkmanın gerekliliğini kimse yadsıyamaz fakat bu demek değildir ki yıktıktan sonra işlevini tamamlamış olacaksın. İşte asıl sorumluluk yıktıktan sonra yeniyi koyabilmektir. Koyamazsanız zaten yıktığınızın tekrar yapılanmasını izlemeye mecbur kalırsınız.
              
                  Ayrıntılar Ayhan için yine çok önemli yapıtaşlarıdır. Örneğin bir fotoğrafta başrolde bir nesne vardır ve onun yanında onu tamamlayacak yardımcı öğeler. Evet tarih boyu insanların çoğunlukla her alanda desteklediği şey budur. Fakat Ayhan için yine bir fark vardır. Hep ayrıntıların ön plana çıkarmakla uğraşmıştır. Asla büyüğü ve bütünü anlatmaya çalışmamıştır. Şiirinin, yaşamının kara olmasından ötürüdür elbette bunlar. Mutluluk kavramına hiçbir zaman takılmamıştır. Çünkü mutluluğun bir sonuç olamayacağının farkındadır. Yine aynı kapıya çıkıyoruz ki sonuca ancak mevcut otoriteyi yıkarak ulaşabiliriz Ayhan’a göre.

                Ayhan’dan ufak bir alıntı: “Şiirim bütün o olumsuz görünüşlerine rağmen her halükarda insanın incinmemesini gözetir, bunu söylemek isterim. Şiirim insanı yalnız bırakmayı, yalnız kılmayı amaçlıyor işte. Çılgın kalabalıklardan uzak. Şiirimin, insanı birtakım sokaklardan geçirdikten sonra nihayet çıkmaz bir sokakta öyle bırakıvermesinin nedeni belki de budur işte. Bizler ne de olsa yüzyıllar boyu enflasyon çağının çocuklarıyız hep. Bizlerin fotoğrafları hep negatif görünüşlü bundan, bizim suçumuz ne ?” Yalnızlığa yönelişin temelinde insandan değil insanlığı mevcut haline büründüren sistemden tiksinmesi vardır Ayhan’ın. İnsanın incinmemesini gözetmesini ifade etmesinden çıkarabiliriz sanırım bunu. 

              Her zaman için kurallardan sapmış olan bir şiir. Kapalı, sıkı ama asla anlaşılamamış olmayan bir şiir. Resmi tarihin baş düşmanı olan bir şiir. Başta tarih olmak üzere insan ve tabiat ilişkisinde bulduğu her boşluğu doldurmaya çalışan, sorgulayan bir şiir. Kendi dilini yaşayarak yazmış bir şiir. İşte Ece Ayhan şiiri. Orta İkiden Ayrılan Çocukların Öğretmeni haykırır: “Şiirimiz karadır abiler”


memet meşe

edip'e yanıtı bilinen sorular

yıldızların ülkesi var mıdır edip
dicle aktığı toprakları seçer mi?

kasrik boğazı'ndan esen kanlı zemheri
yalnız kasrik'te mi üşütür insanı?

herkes türküsünü elbet kendi sesiyle söyler
insanın dili boynuna kement olur mu?

öldürmeye ekinlerden başlayan adamlar
eşiklere nasıl bir zulümle gelirler?

kimsenin kalmadığı darmadağın köylerde
"önce vatan" yazısı bir hüzün değil midir?

bunca kanın helalini kim kime nasıl öder
mezar taşlarıyla barış olur mu?

gecesi buz anısı kül ışığı kırbaç
hangi gurbet bir sürgünün yüreğini doldurur

"kim istemez şad olmayı cihanda" edip
viranede baykuş sesi zafer midir?

                                                                            şükrü erbaş

suç duyurusu

yelelerinden rüzgarlara soluklanan
atların yakınlarında,
oyuklarında saklandığımız ,
çepeçevre sarmalayan kollarımızdan
tavanlarına, şehirlerine yuvarlanan
“sesimizi” kaybettik
 …
şimdi kim diyecek:
“yaralarından sızıyorsun,
üşütme, ört üstünü” …

. . .

lafım size:
beyler,
paşalar,
madamlar,
matmazeller;
göğün altında
nar tanelerinden
karnavallara çıkan
yollarda yalvarın birbirinize …

. . .

savaşın ırgatlığında
yarıldı, yeri göğü
tamamlayan renklerin.
sen,
hızımızın kaybolan
miğferi,
gelemediğin yollarda
işaretlerle
tanrılar bıraktın
kaybolduğumuz yerlere.

. . .

deli evleri,
zevk çığlıklarıyla koridorlarında
yer alıyordu yalnızlığımın.

. . .

üstünü çıkar,
limiti bol çarkın
diliyle yumuşatacağız
sert derimizi.
söylemeyi bilmediğimiz
tariflerden harmanladığın
lekelerini göster,
serinliğe üfleyerek
eriştiğimiz suretini.
eğer varsa,
şerbetler giydir …
devrilen meydanıma.
jean pierre fabien

Doyle'un Toprağa Selamı

'Hemen şu an' demişti Doyle, 'şu an tüm rüyalarımdan vazgeçeceğim. Ve küller ve tozlar uçuşacak, havadaki acı kömür gibi yakacaklar soluğumu. Kehribar rengi gün ışığı ağır ağır damlayacak ve nihayet tadına kanacağım. Üzüm rengi gülüşler, giz anlamlı bakışlar gibi yudumlayacağım onu. İşte o zaman siz, 'kim bu karanlıklarda sağlamca yürüyen havai adam?' diye telaşla soracaksınız. Adımlarım evlerinize ulaşacak. Kapılarınızdaki üç sürgüyü ve iki asma kilidi arayacak elleriniz. Konuşmadığınız bir sözünüz kursağınızı ırgalarken, şimdi içeride kör bir ocağı yakmaya çalışan karılarınız gelecek akıllarınıza. Ve o henüz gencecik bir kız iken vitrinlerdeki aksinden bakıp toy şeyler düşlediğiniz incecik boynu. Hayat size saka edecek. İsteksizce bileceksiniz, tüm pencerelerin arkadan ve önden aynı olduğunu. Güceneceksiniz, kulaklarınız bir kımıldayışı şiddetle artırıyorken, son basamağı astığımı farkedeceksiniz. Her şeyin bir ivedilikle çoktan düşlendiğini, kanatlanışa ve refaha inancın gençlik günlerinden bir alışkanlık olduğunu sezinleyip, güleceksiniz. 

Şimdi artık bir kumruya, sağ elinizin avcuyla su içirmeyi istiyorsunuz. Yaşanmışlığın üzerinize işlediği aylaklığı yoksul bir çizme gibi çıkarıp kalın topuklarınızı kaşımayı. Belki de bir şeyler yüzdürmeyi, iç cebinizde ucuz konyak şişeleri sakladığınız geceler sularına işediğiniz koyu gri denizin kenarından. Ve keşke bu kez başınızı kaldırıp baktığınızda, yuvarlak bir tanrı gibi sarı pusları arasından daha yücelere yakaran ay ile muhabbet edebilseydiniz. Son vaktinizi yasarken oracıkta, ufak bir mucize lütfedilir de yeniden yaşarsanız diye, küfrün ve bencilliğin fikrini dahi düşünmeyeceğinize inanıyorsunuz. Ve simdi ben, Darcy Doyle, bu karanlık semtin mütevazı nöbetçisi, narin parmaklarımın kut boğumlarını onurla bükerek, kapınızı çalıyorum.''

                                                                                                                                  süha

kimden yana

o ölüm uzakta olduğu için mi güzeldir
yaklaştıkça çirkinleşir
bir kalkışmanın, yeniliğin
kalabalık cesaretidir
sıcak, uzun, birazdan daha sıcak
eskimeyen bir eteği karım bir daha giyecek gibidir
hazırdır da bir genç sivilceleri patlatmaya
anadolu’nun herhangi bir ilinde çıkan
varsın yeter ki yalnızlığın da olduğu oralara
ama omuzların da olduğu
omuzların yanında
gittiğimiz yerler hep biraz da geldiğimiz yerlerdir
o ölüm uzakta olduğu için mi güzeldir

seni duyduğumda ulaştığım utancıdır bu hevesin
bu mesela bir dostuma yalan söylediğimdir

o kadar sevmiyoruz ki artık birbirimizi
korkum kilidin artık buna yettiğindendir

bu yara yanlış yazılmış bir tarih küstahlığıyla
oluk oluk alçalan güneşin bittiğinedir

bir yalnızlık çekiyor yalnızlığımın tetiğini
o ölüm uzakta oldukça bize çok güzeldir

                                                                          memet meşe

...

                                                                         "su uyur, düşman uyur haste-i hicran uyumaz."


babannemle birlikte balkondaki kilimin üzerinde trt nağme dinleye dinleye dedemin dün köyden getirdiği kütür kütür yeşil zeytinleri çiziyor ve dar ağızlı su şişelerine dolduruyoruz. babannemle birlikte ne de güzel susuyoruz. babannemin ellerindeki çiller kayboluyor. derisi inceliyor, gerginleşiyor. zaten incecik olan ufacık yüzünü olduğundan da naif gösteren bir pembelik gelip oturuyor yanaklarına.
balkon demirlerinin arasından ne de güzel gözüküyor turşucu ahmet’in dükkanının önündeki erguvan. bu şeffaf turşu kavanozlarının etrafını bu ekoseli mavi kumaş parçalarıyla ne zaman kaplamış ahmet efendi?
muhakkak dilruba hanımın marifeti bu. hasır ipliklerle dolaşmış kumaş parçalarının etrafını. bu iplikleri böylesi güzel kurdela yapmak ahmet beyin işi değil yok. muhakkak dilruba hanım akletmiş olacak bu işi. pek de iyi etmiş. 
"kızım az daha çizelim şu zeytinlerden karanlık çökmeden,
sonra da ahmet efendiye kadar inip biraz havuç, biraz erik, biraz da patlıcan turşusu alıver. akşama da bir güzel kısır karalım.
itiraz etmiyorum.
yeniden sessizlik.
radyodan yükselen nağmelerde babannemin gençkızlık hayalleri raks ediyor.
radyodan yükselen nağmelerde hayallerim raks ediyor.
bir torunun babannesiyle “kelimeler" vasıtasıyla konuşamayacağı şeyler var.
aşkın, hüznün ve özlemin erik turşusu kadar imtiyaz sahibi olamadığı bir kelimeler imparatorluğu uygun görülmüş aralarında 50 yıllık bir uzaklık olan iki kadına.
ikisi de memnun değil durumdan.
imparatorluğun hudutlarını ellerinde bıçaklar ve kütür zeytinlerle aşmakta zerre beis görmüyorlar.
suskunluğun hükümranlığındaki bambaşka bir ülkeye geçiyorlar. sınırlar yok.
kelimesiz özgürlük olmaz sanırdım.
ah.
aramızda elli sene yok. 
babannemin ellerindeki çiller yok oluyor önce. derisi incelip gerginleşiyor. zaten incecik olan zarif yüzünün albenisini daha da artıran hafif bir pembelik gelip oturuyor solgun yanaklarına.
kelimelerin olmadığı bu ülkede eski aşklar var, kırgınlıklar var, erguvan ağaçları ve ahmet efendinin gençliği var.
babannemin sol kulağının arkasına sıkıştırılmış bir erguvan çiçeği var. bir güzel adamın bir güzel ellerinin saçlarımda usulca gezinişi var. kadın olmak var. yaz akşamlarında yapılan tedirgin yürüyüşlere eşlik eden güzelim şarkılar ve limonlu dondurmalar var.
sabah kahvaltılarına eşlik eden sıcacık ıhlamurlar var. kıştan beri balkondaki şişelerde tatlanmayı bekleyen güzelim yeşil zeytinlerin zarif çiçekli porselen kaselere dökülüşü ve üzerinde nazlı nazlı zeytinyağı gezdirilişi var. 
çocukluğumuz da var sonra. atmış bisiklet zincirlerimiz var. tamire uğraşıp muvaffak olamayışımız ve kapkara olmuş ellerimizle öylece kalakalmışken, elimizdeki zincir karasından da daha kara gözleri olan yavuz bir oğlan çocuğunun imdade yetişip bisikletin atan zincirini büyük bir ciddiyetle tamir edişi, işini bitirdiği andaki gururlu gülümseyişi ve ilk aşk var.
ah minel aşk ve minel garaib var.
ah minel öfke var.
allah öfkemize zeval vermesin diye diye dua eden devrimciliğinden habersiz güzel dedeler var.
allah öfkemizle zeval verdirmesin diye de ama duasını sürdürürken daha da güzelleşen dedeler de var sonra. neler var daha bilseniz. Ah bilseniz neler var. Her şeyden çok ama haste-i hicran var.  mananın tesellisini kelime yapmış rab. elhamdülillah.
haste-i hicran deyip haste-i hicrana ufacık da olsa teselli buluyoruz elhamdülillah.

                                                                                                                                                                                                                                                                                             gültennur batmaz

palmiye


senle hep böyle iyi yerlere gidelim
yorgun argın makinistlerle
acil çıkışlardan yangın merdivenlerinden
gece bekçilerinden kaçıp korkup korkup
ne köpeklerden medet umarak ne atlardan
hep böyle güneşli aydınlık yerlere gidelim

merak buyurma kadın harcımız kafi
el fenerlerimle çakılarımla tünelim hazır
kalpazanlara, katillere tüm o savaşlara isyan
doğulara güneşin bulunduğu kadar doğulara gidelim

gök yanlışına bir silik mızrak yolladığında 
kalbini bir davulun arasında saklama
çünkü bu saçlarım bir gözyaşına üvey annedir demektir
çünkü umudun bir göçün zorlayıcı ilintisidir

güzel köyler sınır boyları yokluğumuza utangaç
mazgallara varamayan sular, kalaylanmamış bakırlar
görürsün, karlar tepelerden inmeye utangaç
umudum göz kırpmadır yaşamamızın bir sonraki çağına
al sondur bu bilet 
bir deprem tanıklığını daha bilmeden gidelim

                                                                          memet meşe

yankı

bir ölçek hasrete daha var mıydı gerek
sen omuzlarıma dokunabilsen ben sabahlarına
birkaç öpüş daha indirebilsek topraklarımıza

sen yüzünü tavanda bırakıp bırakıp giden
perdelerden kokusunu çıkaramadığım
sen üç deyince başlasın diye her şey
ben hayatımı ikilerin üstüne kuruyorum

sen, kriz kriz atlattığım berrak yankı
elleri önde giden rakik kadın, sen
kimsenin bilmediği ülkemizin tanrıçası
yapbozumdaki eksik parça
sen, sokağa çıkma yasağım


memet meşe