15 Ekim 2012 Pazartesi

Bir Roman Tefrikası



III

     Çay bardağı üç şeker için büyük dört şeker içinse küçük gibiydi. Paspal son şekeri kırmaya üşendiğinden üç şekerli çayın içerisinde kaşığı hafifçe döndürmeye başladı. İlk yudum çatlamış dudaklarında bir sızı hissettirdi. İlginç bir haz alıp bu sızıdan, hemen ikinci yuduma davrandı. Bu ayda içlerini ısıtacak bir güneş bulamayan pazarcıların hemen hemen hepsi çaya güneş muamelesi yapıyorlardı. Tezgahlar hazırdı. Paspal savaşmaya hazır bir ordunun kumandanı gibi düzenli dizilmiş iç çamaşırlarının başında duruyordu. Çok değil bir yarım saat sonra yavaş yavaş Fındıkzade’nin bu birbirine çok benzeyen sokakları yağmacıları andıran, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu, bir insan topluluğu tarafından işgal edilecekti. İyi hazırlanılmalıydı. Yağmur bugün pazarcıları yalnız bırakmayacak  gibiydi, çadırları sıkı kurmak gerekirdi. Kış aylarında pazarlarda en çok görülen hadise, yağmur suyunu artık taşıyamayacak hale gelen çadırın bir kenarından boşalan suyun insanları boydan sınamasıydı. Ve ardından hiç beklemediğiniz teyzelerden, kelime anlamlarına uzak kaldığınız orijinal küfürler savrulurdu.
     Paspal saat henüz iki iken artık beşinci kere bozulan çadırına edecek küfür bulamadığından çamaşırları toplamaya başladı. Kazandığı kadar kazanmış, fazlasına ihtiyaç duymamıştı. Bir daha pazara geri dönmemek üzere pazardan ayrıldı. Bağırmayan bir pazarcının eksilişini pazar ahalisinin pek umursamaması çok normaldi. Yanındaki çocuğun cebine yüz lira sıkıştırıp çamaşırları da ona bıraktı. Bir Lark yapıştırıp ağzına yağmurun içine bıraktı kendisini.
     Bir yarım saat kadar sonra Kerem’in yanında aldı soluğu Paspal. Kerem aslında Şükrü’nün arkadaşıydı. Paspal ömründe birkaç kez gördüğü bu adama en fazla üçer beşer kelimelik cümleler kurmuştu ama bu saatte yalnız başına bir şeyler içmek akıllı işi değildi. Şükrü’nün yalnızlıkkırıcı yönü işe yaramışa benziyordu. Meyhaneye girer girmez Kerem’in karşısındaki sandalyeye yöneldi ve bir kural olarak rakı istedi. Kerem gülümseyip, eliyle ve kısılan sağ gözüyle genelde “Hayırdır?” anlamına gelen hareketi yaptı. Paspal’ın umutsuzluğu, sinmişliği ve geri kalan buna benzeyen bütün sıfatları yanaklarından yola çıkarak bütün suratına yayılmıştı. Sadece bir istisna olarak burnu her ne olursa olsun suratındaki genel hakimiyete karşı koyup halini koruyordu. Küçük denebilecek burnu ciddi olmasına izin vermeyecekmiş gibi dursa da Paspal onu da bastırdı ve ne söylemek istediğini tam da tasarlamadan cümlelerine başladı:
     “Zor. Yani ne bileyim ağbi. Sadece zor diyebiliyorsun. İş de değil ki. İş ne ? Bulursun, çalışırsın, bırakırsın. Ama bu değil yani sadece iş değil. Hep böyle.”
     Paspal duraksadı ve sadece iş değil kısmının altını doldurması gerekiyormuş gibi bir zorunluluk hissetti. Oysa Kerem’in hiçbir beklentisi yoktu. Paspal’ın kendini zorladığı karşı taraftan bakınca daha rahat anlaşılıyordu. Kerem ikinci çeyrekliği yuvarladıktan sonra rakı bardağını masaya koydu, gözlerini hazırladı:
    “Kolay ne var ki? Bir yemek yemek, o da çiğnemeden yutulmuyor. Bak ben gözümü ilk açtığımda annem yoktu yanımda bu meyhane vardı. Böyle bakarsın ya arkana, çocukluk dersin, top oynama dersin, kızlara aşık olursun falan. Ben onları bilmedim hiç. Ben bir babamı bildim. Yanında nefes almaya korktuğum babamı. Öyle çok dövmezdi sövmezdi ama bilirdim elinin ağır olduğunu. Daha çocuktum ilkokul çağındayken öğle yemeğine eve giderdim, annem ellerime tutuştururdu kapları, doğru meyhaneye yollardı. Burada babamla yerdik oradan tekrar okula. Akşam çıkardım, hiç dışarı mışarı yok, direk meyhaneye. Öyle öyle geçti yıllar işte. Haftasonu, yaz, yarıyıl bütün tatillerde buradayım. Lisede bütün arkadaşlar haftasonu sevgilileriyle buluştu, ben burada millete rakı dağıttım. Sonra karar verdim, kurtulacağım buradan dedim. Başka bir şehre giderim dedim. Kimseye bahsetmiyorum ama bundan. Babam duysa liseyi bile bitirmeden alır beni. Okul zamanı biraz hayal kuruyorum, ulan diyorum gitsem Ankara’ya, İzmir’e, özgürlük diyorum var mı daha başka şeye gerek? Çocukluğum çalışarak geçmiş zaten, gene çalışırım. Bir yandan çalışırım bir yandan okurum. Bir kıza aşık olurum, belki onunla evlenirim. Bir sürü arkadaş. Karışan eden yok. Hangi saatte gelmişsin, hangi saatte gitmişsin kimin umurunda? Hayaller böyle giderken geldi çattı zaman. Kazandım Ankara’yı. Mecbur açacaksın artık konuyu. Önce anneme söyledim. Annem ne diyecek kadın, o da babamdan korkuyor. Bir gün topladım cesareti, artık kayda gidilecek. Dedim böyle böyle. Konuşuyorum ama bacaklarımı kollarımı sıkmışım öyle konuşuyorum. Bekliyorum bağırsın çağırsın. Milletin babaları çocukları okusun isterdi, biz kazandık bizimki bakalım ne diyecek? Lan bizimkinde öyle bir zihniyet var ki, hazırda meyhane, gelirsin gene burada çalışırsın. Kendisi de emekli olacak güya. Ben bakacağım onlara. Neyse bu bir durdu, ağzını dudaklarını falan bir oynattı sonra bir bağırdı bana, hala kulaklarımda. Lan, dedi, ben yıllarca niye baktım sana dedi. Küfür falan ediyor ama art arda artık ne dediğini anlamıyorum. Sanki terk ediyorum bir daha gelmem geri. Okurum iş sahibi olurum bir daha bunları küçük görürüm. Bizim baba öyleydi, çocuk kendi başına aman bir şey yapmasın. Kendi yaparsa babadan büyük görür kendini saygısızlık olur. Çocuk babanın lafını dinlemez sonra. Neyse en son siktir git, dedi. Siktir git. Gelme daha da. Gözlerim doldu, annem yalvar yakar bir babamın yanına gidiyor salona, bir yanıma odama geliyor. Bavula koydum eşyaları, tamam dedim gidiyorum ben. Annem ağlıyor, ben ağladım ağlayacağım, bizim babada tık yok. Baktı annem olacak gibi değil, gitti içerden artık ne zaman attıysa kenara biraz para verdi. Elime de bir telefon numarası sıkıştırdı. Dayımın oğlununmuş. Hayatımız evle meyhane arasında geçmiş tanımıyoruz ki doğru düzgün akrabaları da. Çıktım, otogara gittim gece. Bulduğum ilk otobüse de atladım geldik Ankara. Kayıt için belgeleri de hazırlamışım. Yanımda bir valiz sadece. Sabahın körü, dedim arasak mı şimdi, olmaz daha erken. Yürüyorum ama nerdeyim, nereye yürüyorum ben de bilmiyorum. Bir çorbacı gördüm, sıcak sıcak indirdim mideye. Çıktım tekrar öylesine yürüyorum. Aslında pek arayasım da yok dayıoğlunu. Özgürlük geldi ya bana. Ama mecbur arayacaksın tabi. Neyse konuştuk, buluştuk. Birkaç gün orada kaldım ama onların da yatacak yeri yok zaten. Kaydı yaptırdım okula bir de iş bulduk bana, bir de pansiyon. Yalnızım ilk zamanlar tabi, daha okul da açılmamış. En büyük eğlence yürümek, yürüyorum ama nasıl, bir yandan diyorum oğlum Kerem al işte istediğin gibi yaşa, bir yandan özlüyorum. Ulan insan arada kalıyor. Babamı bile özlüyorum arada. Neyse okul başladı. Akşamcıydım ben okulda. Gündüz çalış, akşam okula git. 8’de kalk işe git. İş dediğim bizim dayıoğlunun tanıdığı bir muhasebeci varmış, onun yanına soktu. İlk baş temizlik yapıyorum, çay getir götür takılıyorum, yavaştan da işi kapayım diye adamın yanında çalışan bir harbi eleman var onun yaptıklarını gözlüyorum. Okula gidiyorum, birkaç arkadaş da edindim. Oturuyoruz konuşuyoruz falan ama ben sönük bir tipim. Lisede falan da yoktu zaten öyle çok arkadaşım. Arkadaşlar konuşuyor, ben çayımı yudumluyorum sürekli. Arkadaşlar da oldu mu böylece, o da tamam. Bir de bir kız var fakülteden, akşam dersten çıkınca direk evine yollanıyor. Ben de vuruyorum peşinden. Sanıyorum ki hiç bilmiyor takip ettiğimi. Ulan insan birini takip eder de öndeki bilmez mi arkasında biri olduğunu. Bir gün değil beş gün değil. Evine kadar takip ediyorum daha sorsan adını bilmiyorum, o haldeyim. Neyse günler geçti, derken haftalar geçti. Arada annemle konuşuyorum telefonda. Birer birer olmuş oluyor işte istediklerim. Para desen var az çok cepte, zaten çok harcamıyorum. Arada arkadaşlarla bira içtiğimiz oluyor, bir de pansiyon, başka gider yok. İçimde bir his var, kötüyüm. Belki de öyle bir his yoktu da onu ben sonradan uydurdum da ben de inandım. Bilmiyorum işte. Dedim kıza söyleme vakti artık. Okuldan çıktık biraz yürüdük, yaklaştım arkadan, çevirdim kızı. Ulan çevirdin de insan bir düşünür değil mi, bir der ki çeviriyorsun da ne diyeceksin, bilmiyorum. Kalakaldım. Ne var, dedi, bilmiyor muyum peşimden geldiğini, dedi. Ben bir şey diyemiyorum. Gördüm orada cesareti. Kötü bir niyetim yok dedim, aynı fakültedeyiz, bir çay içsek olmaz mı falan ama dizler boşaldı. Babamın karşısında böyle olmadım. Yok, dedi, belki okulda, dedi. Döndü gitti. Aynı akşam telefon geldi. Babam gitmiş. Gitmiş dediğim ölmüş yani. Kimseye haber vermeden döndüm aynı gün İstanbul’a. Bir daha ne okul, ne arkadaşlar, ne dayıoğlu, ne muhasebeci ne de o kız. Bir daha Ankara’ya hiç gitmedim. Geldik neyse babamın cenazesi falan uğraştık. Daha 19-20 yaşındayım. Kaldı mı aile senin eline. Bir annem olsa tamam, bir ablam, iki de bacım var. Döndük dolaştık gene düştük meyhaneye. O gün bugün buradan çıkamadık işte. Hayatımın bir 6 ayı dışarıda geçti, geri kalanı hep meyhane. Önce ablamı evlendirdik, sonra iki bacımı. Ama eşek gibi çalışıyorum işte. Kalkıyorum, geliyorum açıyorum, kapatıyorum gidip yatıyorum. Bütün masraflar bende. Memur değilsin ki saatlerin belli olsun. Memur değilsin ki tatil günün olsun gidip uyuyasın. Milletin ne zaman rakı içesi kalmaz, sen o zaman gider yatarsın, milletin ne zaman rakı içesi gelir, sen gelir burayı açarsın. Öyle işte abla da bacılar da evlenince rahatladık, 5 boğaza bakmak kolay değil tabi 2 boğazın yanında. Annem bu sefer dedi seni de evlendireceğim. Hayır desem de evlendirecek sonuçta, iyi dedim. Evlendik, çocuk da olmadı. Hanım geldi, annem gitti bu sefer. Ona üzüldük, ağladık. Derken işte yıllar geçti. Ben hala aynı sandalyede aynı rakıyı yudumluyorum. Sevdiğimden değil, sadece mesleğimin gereği. Öyle işte Paspal efendi, dediğim gibi kolay bir yemek yemek var, o da çiğnemeden yutulmuyor.”
     Paspal bu koca adama baktı. Kerem sanki yıllardır konuşmuyordu ve yıllarca da konuşmayacaktı. Hayatı boyunca ne kadar konuşması gerekiyorsa sanki hepsini şimdi söylemişti. Kerem tanımadığı bu adama daha önceden hiç konuşmadığı ne varsa söylemişti. Bardağında kalan yarımı yuvarladı. Paspal elini kaldırıp garsondan bir mendil istedi. Bu defa Kerem için.

memet meşe

2 yorum: